Emek tarihi üzerine yapılan araştırmalar, bireylerin ve toplumların çalışmaya ayırdıkları vakitle ilgili olarak tutulan istatistiklerde tahminlerin ötesinde şaşırtıcı bir tablo ortaya koyuyor. Schor’a göre yaygın kanı, kabaca ilkel toplumlar şeklinde adlandırılan insan topluluklarının yaşamlarının, arkası gelmez ihtiyaçların gereksindiği bir çalışmayla kuşatıldığı sonucuna varır. Aslında, ilkel ya da geçim derdinde olan bu insanlar çok az çalışırlar. Schor’un verdiği örnekle; Papua’lı Kapauku’lar asla üst üste iki gün ve Kung Bushmen’ler de (Güney Afrika’da bir kabile) asla günde altı saatten, haftada da ikibuçuk günden fazla çalışmazlar. Avustralya Aborjinleri ve Sandviç Adası yerlileri çalıştıklarında asla günde dört saati aşmazlar.
Akdeniz havzasındaki ve erken Batı Avrupa halklarının çalışma adetleri de bu minimum çalışma geleneğini yansıtır. Endüstrileşmiş ve yüksek bir üretkenliğe erişmiş Antik Mısır uygarlığında bile tüm yıl boyunca 70 gün ya da ortalama olarak altı günde bir gün iş ile sınırlandırılmış bir düzenleme vardır. Antik Yunan ve Roma’da çalışılmayan günler oldukça boldu. Atinalılar yılda elli ila altmış günü kutlama ve festivallere ayırmışlardı ve Tarentum gibi bazı Yunan kentlerinde bu süre üç kat daha fazlaydı. Eski Roma takviminde 355 günün 109’u “çalışılması yasak olan adli ve idari tatil” olarak işaretlenmişti. Dördüncü yüzyılın ortalarından itibaren bayram günleri 175 güne çıkmış oluyor bu da ortalama bir Romalı çalışanın yılın üçte birinden biraz daha azında çalışmak durumunda kaldığını gösteriyordu (tabi bu durum sadece özgür yurttaşlar için geçerli olup, köle işçilere yansımıyordu. Köle işçilerin çalışma süreleri özgür yurttaşların çalışma günleriyle tam ters bir orantı içerisindeydi).
Ortaçağ’da Kilise, eski Roma ritüellerini ve tatil günlerinin çoğunu çatısı altında toplayarak Hristiyanlığın kutsal bayramlarına dönüştürdü. Kutsal Pazar günü, Yılbaşı, Yortu, bazı aziz anma günleri ve bayramlar, evlilik kutlamaları ve mevsimsel ve siyasi festivaller tatil günleri olarak Ortaçağ İngiltere’sinde yılın üçte birini oluşturuyordu. Fransa Eski Rejimi’nde 180 çalışılmayan gün işaretlenmişti ve İspanya’da tatiller ve dini günler toplamı yılda beş ayı buluyordu. Tüm Avrupa genelinde, hasat zamanları hariç, köylüler tahminen haftada 20 saatten daha az çalışıyorlardı.
.....
18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da yaşanan Endüstri Devrimi şüphesiz insanlık tarihinde en uzun çalışma süreleri ve en çetin koşulları beraberinde getirdi. Kapitalist sistemin insan emeğini azaltıp daha az çalışma ihtiyacıyla yetineceği iddiası, kuluçka dönemindeki bu sistemin mitlerinden biri haline geldi hemen. Schor’a göre 18. ve 19. yüzyıldan önce çalışma hayatı mevsimlik, geçici ve düzensizdi. Fakat kapilalizmin gelişi aniden senede elliiki hafta ve hatfada yetmiş ila seksen saatlik altı günden oluşan çalışma haftasını bir norm haline getirdi. Eğer hesaplar doğruysa kapitalizmle birlikte çalışma süreleri ortaçağa kıyasla yüzde 200 ila 300 oranında artmış oldu.
Küresel uzun çalışma sürelerine (günde on ila onaltı saat) karşı seneler süren ısrarlı politik mücadelelerden sonra yirminci yüzyılda bu gidişat bozulmaya ve altı günlük çalışma süresi değişmeye başladı. Yavaşça yükselen, tecrübe kazanan ve yasallaşan işçi hareketi sayesinde muhasebe defterinin işçiler hanesinde iyileşmeler başladı. Fakat ne uzun erimli ne de engelleri aşan değişimlerdi bunlar.
Çoğu Amerikalı artık eskisinden çok çalışıyor... Amerikalıların yüzde 85’i haftada 45 saat iş başında ve projeksiyonlara göre bu süre 2010’da ortalama olarak 58 saate çıkacak. Rakamlar ne olursa olsun, net olan bir şey varsa o da artık Japonların bile işlerine bizlerden daha fazla vakit ayırmadıklarıdır.
.....
Öyleyse “Sekiz saat iş, sekiz saat dinlenme ve sekiz saat de ne yapacaksak o” haykırışı işçi hareketi için fazla bile. Bir bilgenin belirttiği gibi: “Tanrıya şükür hafta sonunu icat ettik. Eğer yapamasaydık hiçbirimiz gerçek bir hayat yaşayamayacaktık. Şundan emin ol, iş başında geçirdiğimiz o tüm saatler tek bir hayatın yerini tutamaz!”
The Importance of Being Lazy: In Praise of Play, Leisure, and Vacations, Al Cini, Routlege pub., 2006, s.66-67-68
çeviri: azcalis
26 Aralık 2009 Cumartesi
25 Aralık 2009 Cuma
Paleolitik angaryalar
En son bulgular, yerli halkların kaşiflerle karşılaşmalarına kadar sürdürebildikleri ya da yeniden düzenleyebildikleri sosyo-ekonomik biçimlerin, umduğumuzdan çok farklı bir hikaye anlattığını gösteriyor. Örneğin, Avustralya’daki Arnhem bölgesinde yaşayan Abojin topluluğu arasında sürdürülen çalışmalar, 1950’lerin sonlarında bu gerçek avcı-toplayıcılar arasındaki çalışma süresi ortalamasının hepi topu 5 saat sekiz dakika olduğu sonucuna varıyor. Öte yandan, iş yükü hem fiziksel hem de mental olarak bilhassa sıkıcı görünmüyor. Bu nedenle, çalışma sürecine olan bu yaklaşım işe nahoş bir şey olarak yaklaşmamayı ya da mecburi olan belayı ertelemeyi gayet mümkün kılıyor. Aksine, Yir-Yiront gibi bazı Aborjin grupları, çalışma ve oyun arasında dilsel bir ayrım yapmıyorlar...
Diğer bir avcı-toplayıcı kültür olan Botswana’lı Kung Bushmen’in Dobe halkı arasındaki veriler daha çarpıcı. Potansiyel Dobe iş gücünün herhangi bir anda sadece üçte ikisi işgücü olarak kullanılıyor, geri kalan üçte bir ise başka şeylerle uğraşmakta serbest. İş başında olanların ortalama çalışma süreleri kabaca haftada onbeş saat ya da günde günde iki saat ve dokuz dakika. Diğer bir deyişle, her üretken birey haftada 3.5 ila 5.5 gününü başka aktivitelere ayırmakta serbest”...
Avcı-toplayıcı topluluklar ile tarımsal gelişim gösterenler arasında bir karşılaştırma yapılabilir. Örneğin ölü sezonda Zimbabwe’nin Kasaka köyünde yaşayan Bemba halkının yaşlı erkekleri 20 günün 14’ünü ve genç erkekleri de yedi günü çalışmaksızın geçirirler; Kampamba köyünde yüksek sezonda her yaştaki erkek ortalama olarak dokuz günün sekizinde (pazarları dahil değil) çalışır. İlk durumda günlük ortalama çalışma süreleri 2.75 saat erkekler ve 2 saat bahçe işleri artı 4 saat de ev işleri olmak üzere de kadınlar çalışır, fakat bu süre 0 ile 6 saat arasında değişkenlik gösterebilir. İkinci durumda da yaklaşık aynı döngü geçerli olup, erkekler ortalama 4 saat ve kadınlar da 6 saat çalışırlar. Bir yıllarının, 105.5 gününü tarımsal faaliyetlerde, 87.5 gününü çeşitli diğer işlerde, 161.5 gününü dinlenerek ve 9.5 gününü ise hasta olarak geçirdikleri görülmüştür.
.....
Benzer çalışmalar Yeni Zelanda Maori’leri, Azania’daki (Güney Afrika) Lozi ve diğer Bantu kabileleri, Bougainville’in (Solomon Adaları) Siuai sakinleri ve birçok farklı bölgeden topluluklarla temas edilerek gerçekleştirilmiştir... Hasılı kelam Audrey Richards, “yerlilerin tüm bedensel ritmi, artık endüstri işçisi olarak ortada kalan Batı Avrupadaki köylülerden tamamen farklı” diye gözlemlemiştir.
Andre Gorz ve diğerleri, endüstriyel sosyo-ekonomik hayatın bahşettiği yüksek hayat kalitesine sahip olanların, bunun ciddi sonuçlarını göz önünde bulundurarak kendi sistemlerinin verilerini bağıntılı bir şekilde diğerleriyle karşılaştırmalarının iyi olacağını vurgular: haftalık çalışma süresi 40-48 saat olan zamanı, fazla mesainin zamanı, ücreti ödenen zamanı, temel alışveriş ve yemek yapma işleri için gerekli zamanı, bunlara ek olarak da evsel angaryalarla muhtelif şekillerde ziyan edilmiş zamanı. Gelişmiş endüstriyel toplumlarda kişi başı ortalama çalışma süresi haftada 80 saati aşarak, Dove toplumunun ortalamasının %530’unu aşmıştır. Bu durum, liberal endüstrileşme bağlamının gereksindiği çalışma süreleri ve getirdiği devasa iş yükünün, yerli topluluklarının sabit yapılarına oranla çok daha fazla esnek üretime açık ve kontrol temelli olduğunun da ispatı niteliğinde. Sonuçta ortadaki endüstrileşme şartları, Taş Devri kültürlerinin ilkel koşullarından çok daha büyük çapta stres ve daha az sosyal faaliyet demek.
The Stone Age Revisited, M. Annette Jaimes, The Anarchist Library, 1993, s.19-20-21
çeviri: azcalis
Diğer bir avcı-toplayıcı kültür olan Botswana’lı Kung Bushmen’in Dobe halkı arasındaki veriler daha çarpıcı. Potansiyel Dobe iş gücünün herhangi bir anda sadece üçte ikisi işgücü olarak kullanılıyor, geri kalan üçte bir ise başka şeylerle uğraşmakta serbest. İş başında olanların ortalama çalışma süreleri kabaca haftada onbeş saat ya da günde günde iki saat ve dokuz dakika. Diğer bir deyişle, her üretken birey haftada 3.5 ila 5.5 gününü başka aktivitelere ayırmakta serbest”...
Avcı-toplayıcı topluluklar ile tarımsal gelişim gösterenler arasında bir karşılaştırma yapılabilir. Örneğin ölü sezonda Zimbabwe’nin Kasaka köyünde yaşayan Bemba halkının yaşlı erkekleri 20 günün 14’ünü ve genç erkekleri de yedi günü çalışmaksızın geçirirler; Kampamba köyünde yüksek sezonda her yaştaki erkek ortalama olarak dokuz günün sekizinde (pazarları dahil değil) çalışır. İlk durumda günlük ortalama çalışma süreleri 2.75 saat erkekler ve 2 saat bahçe işleri artı 4 saat de ev işleri olmak üzere de kadınlar çalışır, fakat bu süre 0 ile 6 saat arasında değişkenlik gösterebilir. İkinci durumda da yaklaşık aynı döngü geçerli olup, erkekler ortalama 4 saat ve kadınlar da 6 saat çalışırlar. Bir yıllarının, 105.5 gününü tarımsal faaliyetlerde, 87.5 gününü çeşitli diğer işlerde, 161.5 gününü dinlenerek ve 9.5 gününü ise hasta olarak geçirdikleri görülmüştür.
.....
Benzer çalışmalar Yeni Zelanda Maori’leri, Azania’daki (Güney Afrika) Lozi ve diğer Bantu kabileleri, Bougainville’in (Solomon Adaları) Siuai sakinleri ve birçok farklı bölgeden topluluklarla temas edilerek gerçekleştirilmiştir... Hasılı kelam Audrey Richards, “yerlilerin tüm bedensel ritmi, artık endüstri işçisi olarak ortada kalan Batı Avrupadaki köylülerden tamamen farklı” diye gözlemlemiştir.
Andre Gorz ve diğerleri, endüstriyel sosyo-ekonomik hayatın bahşettiği yüksek hayat kalitesine sahip olanların, bunun ciddi sonuçlarını göz önünde bulundurarak kendi sistemlerinin verilerini bağıntılı bir şekilde diğerleriyle karşılaştırmalarının iyi olacağını vurgular: haftalık çalışma süresi 40-48 saat olan zamanı, fazla mesainin zamanı, ücreti ödenen zamanı, temel alışveriş ve yemek yapma işleri için gerekli zamanı, bunlara ek olarak da evsel angaryalarla muhtelif şekillerde ziyan edilmiş zamanı. Gelişmiş endüstriyel toplumlarda kişi başı ortalama çalışma süresi haftada 80 saati aşarak, Dove toplumunun ortalamasının %530’unu aşmıştır. Bu durum, liberal endüstrileşme bağlamının gereksindiği çalışma süreleri ve getirdiği devasa iş yükünün, yerli topluluklarının sabit yapılarına oranla çok daha fazla esnek üretime açık ve kontrol temelli olduğunun da ispatı niteliğinde. Sonuçta ortadaki endüstrileşme şartları, Taş Devri kültürlerinin ilkel koşullarından çok daha büyük çapta stres ve daha az sosyal faaliyet demek.
The Stone Age Revisited, M. Annette Jaimes, The Anarchist Library, 1993, s.19-20-21
çeviri: azcalis
22 Aralık 2009 Salı
Doping posamızı sıkıyor
Günümüzde, çalışanların en çok tükettikleri içeceklerin başında çay (özellikle Türkiye’de) ve kahve geliyor. Bu iki madde de bir yanıyla keyif verici, bir yanıyla da uzun mesai süreleri boyunca ayakta ve üretken kalabilmemiz için uyarıcı niteliğiyle tutuluyor. İşyerinde bolca çay ve kahve içince akşam daha çabuk gelmiyor ancak en azından masada uyuma, işi yetiştirememe gibi işinizden olmanıza neden olabilecek kazalardan sizi koruyor en azından bu umuluyor.
Kendimizin ve dolaylı olarak tüm dünyadaki emek ehlinin çıkarlarına aykırı olarak uzun mesai sürelerince bir makina gibi yorulmaksızın çalışmak, makinaların da performansı arttıkça daha yüksek üretim hızlarına çıkmayı ve ayık kalmayı dayatıyor ve uyarıcı (stimulant) maddeler de işte bu zaafiyet noktasında devreye giriyor.
Tabi burada çay ve kahvenin keyif verici o harika tadına karşı durduğumuz sonucu çıkmasın, lakin bunları tadı ötesinde uyarıcı niteliği nedeniyle tüketmek zorunda hissetmek bakın nerelere varan bir mevzu olabiliyor:
Amfetamin, yüzyılın silahı...
Amfetaminin tarihi 1887’de Romanyalı kimyager Lazar Edelenau’nun senteziyle başlar. 1927'e kadar ilaç sanayinde yer almayan bileşik, bu tarihte Gordon Allez tarafından yeniden sentezlenerek insan bünyesine girmeye başlar. 1918'de Japon kimyager Akira Ogata’nın amfetamini efedrin ile karıştırmasıyla elde ettiği metamfetamin, bilhassa performans arttırıcı ve uyarıcı niteliği nedeniyle sistematik olarak ilk kez II.Dünya savaşında kullanılmaya başlar. Savaşan taraflara bağlı askeri birliklere verilen metamfetamin Almanya'da Pervitin adıyla üretilerek elit tank ve hava birliklerinde yoğun olarak kullanılmıştır. Savaş boyunca sadece İngiltere’de 72 milyon amfetamin tableti kullanıldığı sanılmaktadır.
http://en.wikipedia.org/wiki/Methamphetamine
Bir çok ülke tarafından, kullanımının vücuda verdiği kalıcı zararlardan ötürü en yüksek risk grubundaki uyuşturucu maddeler arasına alınan metamfetamin ve amfetaminin devlet kontrolünde sağaltım amacı dışındaki kullanımı halen devam etmektedir. Performans arttırıcı olarak Amerikalı pilotlar tarafından “go pills” adıyla yoğun şekilde kullanılan amfetamin tabletleri 2002 senesinde Kanada’lı askerleri yanlışlıkla (amfetamin efekti nedeniyle) bombalayan F-16 pilotları nedeniyle Amerikan ordusunun başına iş açsa da bilhassa Afganistan işgali sırasında kullanılmaya devam etmiştir.
Elbette ki bu performans arttırma yöntemi işletme sahipleri tarafından da keşfedilmekte gecikmemiştir. 1933-34 yıllarında Benzedrin olarak piyasaya sürülen ve serotonin ve dopamin salgısını tetiklemesiyle nam salan ilaç Türkiye’de de bilhassa uzun süre uyanık kalmak isteyen iş kollarında ve öğrenciler arasında rağbet görmeye başlar.
Amerika’da Reagan döneminde çıkarılan bir yönerge ile (12564) uzun yol şoförleri düzenli olarak ilaç muayenesine girmeye mecbur bırakılmışdır. Brezilya’da 12.700 çalışan üzerinde yapılan bir araştırmada ise bilhassa kamyon şoförleri arasında yaygın şekilde Fenproporex (bir çeşit amfetamin) kullanımı tespit edilmiştir.
http://www.scielo.br/scielo.php?pid=S0034-89102004000400011&script=sci_arttext&tlng=en
89 senesinde yayınlanan yıllık ilaç test raporuna göre Amerika’da çalışanların yüzde 13.5’inde test sonucu pozitif çıkmıştır. Bilhassa sağlık işçileri arasında temininin kolay oluşu ve yoğun iş temposu nedeniyle bağımlılık oranları yüksektir. 89’daki oranlar sağlık çalışanları arasında kokain kullanımı bazında 2008 senesinde yüzde 30 azalma gösterse de amfetamin test sonuçlarında pozitif bulgu sayısı yüzde 21’lere tırmanmıştır.
http://www.watertowndailytimes.com/article/20090809/CURR04/308099965
http://www.abc.net.au/news/stories/2009/08/17/2657825.htm
30 Kasım 2002'de Tim Connor tarafından yapılan bir röportajda Taylandlı işçi bir kadın 98 senesinde girdiği bir tekstil işleme atölyesinde (Bed and Bath Prestige adlı şirket başta Adidas, Reebok, Nike ve Levi's olmak üzere birçok markanın ürünlerinin fason üretimini yapıyor) amfetamin kullanımının işletmeler eliyle işçilere zorla dayatılmasının çarpıcı bir örneğini açığa çıkarıyor:
“İşe sabah 8.30'da başlıyordum. Akşam 5.30'da bitmesi gereken iş, hiçbir zaman gece 10.00'dan önce bitmedi. Yoğun zamanlarda ise sabah saat 2'ye kadar çalışırdık. Pazar izin günümüzdü, ama bu siparişlere bağlıydı. Siparişiler çok olduğunda bütün bir ay hiç tatil yapmadan çalıştığımız olurdu. Haftada 70 ile 110 saat arası çalışıyordum. Yaptığımız fazla mesai 50 saati ne kadar aşarsa aşsın bize sadece 50 saat karşılığı ücret ödeniyordu.
İşlerin yoğun olduğu zamanlar fabrikanın sahibi Chaiyapat Photikamjorn bize içine anfetamin koyduğu buzlu kolayı içirirdi. Bizler içtiğimiz şeyin anfetamin olduğunu biliyorduk, ama çok azımız içmeyi reddediyordu. Çünkü bu şeyden içtiğimizde 48 saat kadar durmadan çalışabiliyorduk. Zaten o koşulları kaldırabilmenin tek yolu da o ilaçlardı. Paketleme bölümünde çalışan erkek işçilerin büyük bir kısmı anfetamin bağımlısı olmuştu. Fabrikada bulamadıklarında dışardan satın alıyorlardı.”
http://www.oxfam.org.au/explore/workers-rights/nike/nike-sportswear-workers-speak-out
Sadece çalışanlar ya da askerler üzerinde değil, ehlileştirilmek maksadıyla çocuklar ve hayvanlar üzerinde de kullanımı oldukça yaygındır. Örneğin Amerika ve Hollanda’da hiperaktivite ve konsantrasyon kaybı belirtilerine rastlanan ilköğretim öğrencilerine bir tür amfetamin bileşiği olan Ritalin gibi ilaçlar doktor ve öğretmenlerin kontrolünde içirilmektedir. Tayland’da fillere amfetaminli muz verilmesi 80’lerden bu yana süren bir uygulamadır. Kerestecilik yapılan bölgelerde fillerin daha uzun süre ve daha yüksek performansla yük taşıyabilmeleri için verilen bu madde, filleri amfetamin bağımlısı haline getirmiş, zayıflık ya da yoğun çalışmadan kaynaklı yaralanmalara maruz bırakmıştır.
http://berkeley.edu/news/berkeleyan/2007/11/28_elephants.shtml
Üretimin makinalaşması ile gelinen nokta, insan metabolizmasının da makinalaşmasıyla yeni bir evreye mi geçmeye çalışıyor? Neyiz biz?
“Fabrika yöneticileri verimliliğimizi arttırabileceklerini düşünerek bizlere kötü ve kaba davranıyorlar. Oysa anlamıyorlar ki taleplerini karşılayarak onlara iyi muamele ettiklerinde işçiler daha iyi çalışacaklardır. Bunu dikkate almalılar. Böylece belki bizlere makina gibi davranmayı keserler. Hepsi sizin bir makinaya dönüşmenizi ve otomatik olarak çalışmanızı istiyorlar. İnsan böyle çalışmaz. Bizler makina değiliz.” (Bir Nike işçisiyle röportajdan, 21 Ocak 2002)
http://www.oxfam.org.au/resources/filestore/originals/OAus-WeAreNotMachines-0302.pdf
Kendimizin ve dolaylı olarak tüm dünyadaki emek ehlinin çıkarlarına aykırı olarak uzun mesai sürelerince bir makina gibi yorulmaksızın çalışmak, makinaların da performansı arttıkça daha yüksek üretim hızlarına çıkmayı ve ayık kalmayı dayatıyor ve uyarıcı (stimulant) maddeler de işte bu zaafiyet noktasında devreye giriyor.
Tabi burada çay ve kahvenin keyif verici o harika tadına karşı durduğumuz sonucu çıkmasın, lakin bunları tadı ötesinde uyarıcı niteliği nedeniyle tüketmek zorunda hissetmek bakın nerelere varan bir mevzu olabiliyor:
Amfetamin, yüzyılın silahı...
Amfetaminin tarihi 1887’de Romanyalı kimyager Lazar Edelenau’nun senteziyle başlar. 1927'e kadar ilaç sanayinde yer almayan bileşik, bu tarihte Gordon Allez tarafından yeniden sentezlenerek insan bünyesine girmeye başlar. 1918'de Japon kimyager Akira Ogata’nın amfetamini efedrin ile karıştırmasıyla elde ettiği metamfetamin, bilhassa performans arttırıcı ve uyarıcı niteliği nedeniyle sistematik olarak ilk kez II.Dünya savaşında kullanılmaya başlar. Savaşan taraflara bağlı askeri birliklere verilen metamfetamin Almanya'da Pervitin adıyla üretilerek elit tank ve hava birliklerinde yoğun olarak kullanılmıştır. Savaş boyunca sadece İngiltere’de 72 milyon amfetamin tableti kullanıldığı sanılmaktadır.
http://en.wikipedia.org/wiki/Methamphetamine
Bir çok ülke tarafından, kullanımının vücuda verdiği kalıcı zararlardan ötürü en yüksek risk grubundaki uyuşturucu maddeler arasına alınan metamfetamin ve amfetaminin devlet kontrolünde sağaltım amacı dışındaki kullanımı halen devam etmektedir. Performans arttırıcı olarak Amerikalı pilotlar tarafından “go pills” adıyla yoğun şekilde kullanılan amfetamin tabletleri 2002 senesinde Kanada’lı askerleri yanlışlıkla (amfetamin efekti nedeniyle) bombalayan F-16 pilotları nedeniyle Amerikan ordusunun başına iş açsa da bilhassa Afganistan işgali sırasında kullanılmaya devam etmiştir.
Elbette ki bu performans arttırma yöntemi işletme sahipleri tarafından da keşfedilmekte gecikmemiştir. 1933-34 yıllarında Benzedrin olarak piyasaya sürülen ve serotonin ve dopamin salgısını tetiklemesiyle nam salan ilaç Türkiye’de de bilhassa uzun süre uyanık kalmak isteyen iş kollarında ve öğrenciler arasında rağbet görmeye başlar.
Amerika’da Reagan döneminde çıkarılan bir yönerge ile (12564) uzun yol şoförleri düzenli olarak ilaç muayenesine girmeye mecbur bırakılmışdır. Brezilya’da 12.700 çalışan üzerinde yapılan bir araştırmada ise bilhassa kamyon şoförleri arasında yaygın şekilde Fenproporex (bir çeşit amfetamin) kullanımı tespit edilmiştir.
http://www.scielo.br/scielo.php?pid=S0034-89102004000400011&script=sci_arttext&tlng=en
89 senesinde yayınlanan yıllık ilaç test raporuna göre Amerika’da çalışanların yüzde 13.5’inde test sonucu pozitif çıkmıştır. Bilhassa sağlık işçileri arasında temininin kolay oluşu ve yoğun iş temposu nedeniyle bağımlılık oranları yüksektir. 89’daki oranlar sağlık çalışanları arasında kokain kullanımı bazında 2008 senesinde yüzde 30 azalma gösterse de amfetamin test sonuçlarında pozitif bulgu sayısı yüzde 21’lere tırmanmıştır.
http://www.watertowndailytimes.com/article/20090809/CURR04/308099965
http://www.abc.net.au/news/stories/2009/08/17/2657825.htm
30 Kasım 2002'de Tim Connor tarafından yapılan bir röportajda Taylandlı işçi bir kadın 98 senesinde girdiği bir tekstil işleme atölyesinde (Bed and Bath Prestige adlı şirket başta Adidas, Reebok, Nike ve Levi's olmak üzere birçok markanın ürünlerinin fason üretimini yapıyor) amfetamin kullanımının işletmeler eliyle işçilere zorla dayatılmasının çarpıcı bir örneğini açığa çıkarıyor:
“İşe sabah 8.30'da başlıyordum. Akşam 5.30'da bitmesi gereken iş, hiçbir zaman gece 10.00'dan önce bitmedi. Yoğun zamanlarda ise sabah saat 2'ye kadar çalışırdık. Pazar izin günümüzdü, ama bu siparişlere bağlıydı. Siparişiler çok olduğunda bütün bir ay hiç tatil yapmadan çalıştığımız olurdu. Haftada 70 ile 110 saat arası çalışıyordum. Yaptığımız fazla mesai 50 saati ne kadar aşarsa aşsın bize sadece 50 saat karşılığı ücret ödeniyordu.
İşlerin yoğun olduğu zamanlar fabrikanın sahibi Chaiyapat Photikamjorn bize içine anfetamin koyduğu buzlu kolayı içirirdi. Bizler içtiğimiz şeyin anfetamin olduğunu biliyorduk, ama çok azımız içmeyi reddediyordu. Çünkü bu şeyden içtiğimizde 48 saat kadar durmadan çalışabiliyorduk. Zaten o koşulları kaldırabilmenin tek yolu da o ilaçlardı. Paketleme bölümünde çalışan erkek işçilerin büyük bir kısmı anfetamin bağımlısı olmuştu. Fabrikada bulamadıklarında dışardan satın alıyorlardı.”
http://www.oxfam.org.au/explore/workers-rights/nike/nike-sportswear-workers-speak-out
Sadece çalışanlar ya da askerler üzerinde değil, ehlileştirilmek maksadıyla çocuklar ve hayvanlar üzerinde de kullanımı oldukça yaygındır. Örneğin Amerika ve Hollanda’da hiperaktivite ve konsantrasyon kaybı belirtilerine rastlanan ilköğretim öğrencilerine bir tür amfetamin bileşiği olan Ritalin gibi ilaçlar doktor ve öğretmenlerin kontrolünde içirilmektedir. Tayland’da fillere amfetaminli muz verilmesi 80’lerden bu yana süren bir uygulamadır. Kerestecilik yapılan bölgelerde fillerin daha uzun süre ve daha yüksek performansla yük taşıyabilmeleri için verilen bu madde, filleri amfetamin bağımlısı haline getirmiş, zayıflık ya da yoğun çalışmadan kaynaklı yaralanmalara maruz bırakmıştır.
http://berkeley.edu/news/berkeleyan/2007/11/28_elephants.shtml
Üretimin makinalaşması ile gelinen nokta, insan metabolizmasının da makinalaşmasıyla yeni bir evreye mi geçmeye çalışıyor? Neyiz biz?
“Fabrika yöneticileri verimliliğimizi arttırabileceklerini düşünerek bizlere kötü ve kaba davranıyorlar. Oysa anlamıyorlar ki taleplerini karşılayarak onlara iyi muamele ettiklerinde işçiler daha iyi çalışacaklardır. Bunu dikkate almalılar. Böylece belki bizlere makina gibi davranmayı keserler. Hepsi sizin bir makinaya dönüşmenizi ve otomatik olarak çalışmanızı istiyorlar. İnsan böyle çalışmaz. Bizler makina değiliz.” (Bir Nike işçisiyle röportajdan, 21 Ocak 2002)
http://www.oxfam.org.au/resources/filestore/originals/OAus-WeAreNotMachines-0302.pdf
19 Aralık 2009 Cumartesi
Parantez İçinde Çalışmak
Naomi Klein'ın küresel markaları hedef tahtasına koyduğu kitabı No Logo'da Terk Edilen Fabrika - Süper Marka Çağında Küçümsenen Üretim başlığı altında ele aldığı ölümüne çalıştırılma koşullarının müsebbibi uluslararası büyük şirketlerin adeta bir çeşit ur gibi gördükleri imalat kalemlerini taşeronlara yıkarak ve onları birbirine kırdırarak kızıştırdığı para ve süre pazarlıklarıyla tüm dünyanın başına ne işler açtığı ibretlik örneklerle ele alınıyor.
“Makineler yıpranır. Arabalar paslanır. İnsanlar ölür. Ama hayatta kalan markalardır.” (Hector Liang, United Biscuits eski yöneticisi.)
...diğer bir deyişle, markalama tüm “katma değeri” kullanmaktadır. Asıl üretim süreci, değerini bu derece kaybettiğinde, bu durum, üretim işini yapan insanlara bir posa, bir artık gibi davranılması olasılığının ardındaki mantık haline gelmektedir.
...Phil Knight (Nike’ın kurucu sahibi)’ın dediği gibi, “mal üretmenin artık değeri yok. Değer, titiz araştırmalarla, yenilik getirmekle ve pazarlamayla katılıyor.” Phil Knight’a göre üretim, marka imparatorluğunun temel direği değil, sıkıcı, marjinal bir görevdir.
Bu nedenle artık pek çok şirket üretimi es geçmektedir. Ürünlerini kendileri, kendi fabrikalarında yapmak yerine, “tedarik etmektedirler”, tıpkı doğal kaynak sanayilerinin uranyum, bakır ya da kereste elde etmeleri gibi.
(Bu durum bu şirketlerin ellerini iki şekilde temiz tutuyordu. Bunlardan biri imalatın kirli süreçlerinden, atıklarını bertaraf yükümlülülüğünden ve fabrikaların sürekli baş ağrıtan idari süreçlerinden (işçi talepleri, personel istihdamı, bakım masrafları vb.) azade olmalarıydı. Ancak daha da önemli olan ikinci bir sevimsiz durumdan daha koruyordu onları: ürünlerinin imalatını yapan işçilerin yaşamlarındaki dayanılmaz koşullara karşı hukuki ve vicdani yükümlülüklerinden de muaf hissediyorlardı, ellerini sürmeden ve çok daha ucuza üstelik de hiçbir sosyal yükümlülük altına girmeden asıl odaklanmak istedikleri şeye, markalarının imajlarına yoğunlaşabiliyorlardı.)
Disney sözcüsü Ken Green, şirketinin Haiti’de Disney kıyafetleri üreten fabrikasındaki ağır koşullardan sorumlu tutulmasından dolayı herkesin içinde üzüntüsünü belirttiği zaman, bu değişikliğin boyutu hakkında ipucu vermiştir. “bizim Haiti’de çalıştırdığımız işçimiz yok”, demiştir, fabrikanın bir yükleniciye ait olduğuna işaret ederek. Green Catholic Register’dan Cathy Majtenyi’ye “kullandığınız gazete kağıdına bakın, bunun üretiminde çalışma koşulları hakında herhangi bir bilgi var mı?” diye sormuştur.
(Filipinler’in serbest ticaret bölgesi Cavite’de çalışan 60.000 kişi artık birer küresel marka haline gelmiş onlarca şirketin ürünlerinin imalatını yapan dev bir kasaba-fabrika. Kasabada hayata dair olan tek şey durmak bilmeyen hareket ve çırılçıplak ifşa olan tek bir mottoyla deviniyor: “çok çok düşük fiyatlarla, saf, yüzde 100 üretim”.)
Güneşte pişen vardiya kartları, her işçiden maksimum işin, her günden maksimum çalışma saatinin sıkılıp çıkartıldığından emin olunmasını sağlar. Bölgede sokaklar ürkütücü derecede boştur ve açık kapılardan –ki bunlar pen çok fabrikadan havalandırma sistemini oluşturuyor- gürültülü makinelerin üzerine eğilmiş sıra sıra genç kızlar görülür.
...İBB’ler (İmalat İşleme Bölgesi) nerede olursa olsuni çalışanların anlattıkları hikayeler şaşırtıcı ölçüde aynıdır: çalışma saatleri uzundur; Sri Lanka’da on dört saat, Endonezya’da on iki saat, Güney Çin’de on altı saat, Filipinler’de on iki saat. Çalışanların büyük çoğunluğu kadınlardır.
...Bölge fabrikalarının çoğu, Filipinler çalışma yasasının sistematik olarak çiğnendiği demir yumruk kuralları ile işlemektedir. Örneğin bazı işverenler, on beş dakikalık molalar haricinde tuvalet kapılarını kilitli tutmaktadır, bu aralar sırasında, yönetimin üretim dışı süreyi takip edebilmesi için, çalışanların giriş çıkışlarda imza atması gerekmektedir.The Gap, Guess ve Old Navy için kıyafet dikilen bir fabrikada çalışan terzi kadınlar bana kimi zaman tuvaletlerini makinelerin altında plastik torbalara yapmak zorunda kaldıklarını söylediler. Konuşmayı, hatta Ju Young elektronik fabrikasında gülmeyi yasaklayan kurallar söz konusudur. Bir fabrikada, kurallara uymayanları utandırmak üzere “En Geveze Çalışanlar” listesi asılmaktadır.
(Tüm bu tablonun bize çizdiği kölelik düzenidir. Çünkü çalışmaktan başka birşey yapamayacak kadar uzun mesai süreleri dışında ücretler de ancak karın tokluğuna yetmektedir.)
İşçi grupları Çin’de bir montaj hattı işçisinin yaşama ücretinin saatte 87 sent olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. Çokuluslu şirketlerin bölge üretimine geçmek için yüzlerce yerel tekstil fabrikasını kapattıkları ABD ve Almanya’da, konfeksiyon işçileri bir saatte sırasıyla 10 dolar ve 18.50 dolar kazanmaktadır. İşgücü maliyetindeki bu muazzam tasarrufa rağmen, dünyanın en güçlü ve en zengin markaları için üretim yapanlar hala Çin’deki işçilere, yaşam giderlerini karşılamalarına, hastalıklarda tedavilerine yetecek ve hatta eve ailelerine küçük bir miktar para göndermelerini sağlayacak 87 senti dahi vermek istememektedirler. Çin’de bulunan özel ekonomik bölgelerde marka üretimi üzerine 1998 yılında gerçekleştirilen bir çalışma, Wal-Mart, Ralph Lauren, An Taylor, Esprit, Liz Claiborne, Kmart, Nike Adidas, J.C.Penney ve The Limited’in bu içler acısı 87 sentin ancak bir bölümünü ödediklerini, bazılarının saat başı 13 sent ödediğini ortaya koymuştur.
(Bu çok çok uzun çalışma süreleri işçilerin hasta olamasına ve sosyal açıdan yok olmalarına neden olmaktadır. Durmaksızın çalışmak, kalan o çok değerli vaktin oturulup düşünmeye, diğer arkadaşlarıyla dertleşmeye ve bu berbat koşulların iyileştirilebilmesi için örgütlenmelerine, örneğin sendikal faaliyetlere değil uykuya ayrılmasına yol açmaktadır.)
...Sürekli misilleme tehdidine rağmen, İşçi Destekleme Merkezi, Cavite bölgesi fabrikalarında değişik derecelerde başarılı olan ılımlı sendika organizasyonu girişimlerinde bulunmuştur. Örneğin, All Asia konfeksiyon fabrikasında bir girişimde bulunulduğunda, organizatörler önemli bir engelle karşılaşmışlardı: işçilerin yorgun olması. Ellen Tracy ve Sassoon için kıyafetler diken All Asia terzilerini en büyük şikayetleri zorunlu fazla mesaidir. Normal vardiya sabah sekizden akşam 10’a kadar devam etmektedir, ancak haftada birkaç gece işçilerin “geç” saatlere kadar, sabah 2’ye kadar çalışmaları gerekmektedir. İşçiler, işlerin en yoğun olduğu dönemlerde arka arkaya iki gece sabah 2 vardiyasında çalışmaya alışmışlardır; bu da kadınların çoğunun ertesi sabahki normal vardiyalarına başlamadan önce sadece birkaç saat uyuyabilmelerine neden olmaktadır. Ancak bu aynı zamanda All Asia işçilerinin kendileri için son derece değerli olan 30 dakikalık molaları sendika hakkında konuşmaya değil, uyumaya ayırmaları anlamına gelmektedir. Dört çocuk annesi bir kadın All Asia’ya sendika getirme girişimlerinde başarısız olmasının nedenini açıklarken bana, “işçilerle konuşmakta zorlanıyorum çünkü işçiler daima uykulu oluyorlar” demişti.
(Ve insanlar, aşırı çalışmaktan hayatlarını kaybetmektedir.)
Cavite’de, fazla mesai konusunun, iş arkadaşlarına göre “aşırı çalışmaktan” ölen Carmelita Alonzo’dan bahsedilmeden konuşulması mümkün değildi. Bana, İşçi Destek Merkezinde toplanan işçi grupları tarafından ve bire bir görüşmelerde bireysel olarak tekrar tekrar anlatıldığına göre Alonzo, V.T. Fashion fabrikasında diğer markaların yanı sıra The Gap ve Liz Claiborne kıyafetleri diken bir terziydi. Konuştuğum işçilerin tamamı bu trajedinin nasıl gerçekleştiğini mutlaka bilmemi istiyorlardı; çünkü böylelikle “Kanada’da bu ürünleri alan insanlara” durumu açıklayabilirdim. Carmelita Alonzo’nun ölümü özellikle yoğun bir çalışma döneminde arka arkaya gelen uzun gece vardiyalarının ardından gerçekleşmişti. Çalıştığı kot fabrikasının ve aynı zamanda Carmelita’nın fabrikasının da sahibi olan aynı dönemde kendisi de büyük siparişlerle karşı karşı kala Josie, “sevk edilecek çok fazla ürün vardı ve kimsenin eve gitmesine izin verilmiyordu” diye hatırlatıyor. “Şubatta usta başı neredeyse her geceye, gece vardiyası vermişti”. Alonzo bu vardiyalarda çalışmakla kalmıyor, ailesine dönmek için de iki saatlik yol gidiyordu. Gün boyunca boğucu sıcak olan ve geceleri rutubet basan fabriklarda sık rastlanan bir hastalık olan zatürreden şikayetle, müdüründen iyileşebilmek için izin almak istemişti. Reddedilmişti. Alonzo sonunda hastaneye yatırılmıştı; burada 8 Mart 1997’de –Dünya Kadınlar Gününde- ölmüştü.
...Bu fazla mesai stresi, fabrikalar daha çok işçi çalıştırsa ve daha kısa iki vardiya yapsalar, büyük ölçüde hafifleyecektir. Ama bunu neden yapsınlar? Bölgeyi denetlemekle görevli devlet memuru fazla mesai ihlallerinden dolayı fabrika sahipleri ve müdürleriyle uğraşmıyor. Bölge yöneticisi Raymondo Nagrampa, fabrikalar daha kısa süre çalışmak üzere daha fazla işçi alırsa elbette daha iyi olacağını kabul ediyor; ancak bana, “sanırım bunu bir kenara bırakacağım. Bence bu daha çok yönetimi ilgilendiren bir karar” demişti.
(Bu mesele elbette ki sadece Filipinlerin, Tayland, Meksika ya da Çin’in meselesi değildir. Örneğin Nike’ın dünya çapındaki yaklaşık 700 taşeronunun 27’si Türkiye’dedir, yani herkesin ortak sorunudur. Ayrıca bu sorun sadece o bölgelerde o koşullarda hayatta kalmaya çalışan yüzbinlerin sorunu da değildir, tüm yerel ya da küresel işletmeler, karlarını düşürmeden istihdam kamburundan kurtulmak için bu yola girmeye başlamıştır ve bu da halen elinde iş olan milyonların işlerinden olmalarına hatta ileride belki de o imalat işleme bölgelerinde o koşullar altında çalışmalarına yol açacaktır. Ancak buradan düz bir çıkarımla bu kölelik koşullarında çalışan işçilerin, dışarıdaki işçilerin işlerini çaldıkları sonucuna varmak hiç de akıl karı olmaz, zira artık yapılan üretim aynı üretim değildir ve o koşullar kimsenin dayanmak için hevesleneceği koşullar değildir.)
...Evet, bunlar Kuzeyden işleri çekmektedir; ancak, sanayileşmiş uluslarda teknoloji geliştikçe orta sınıflarımızı oluşturan işçilerin, yoksulluğun kölesi olan ülkelerle paylaşılmasının sadece bir küresel adalet sorunu olduğu önermesini adil gözlemciler reddedecektir. Sorun şu ki, Cavite’deki ya da Asya ve Latin Amerika’daki tüm bölgelerdeki işçiler “bizlerin” işlerini hiç de devralmamaktadırlar. Hong Kong’da kurulu Asya İzleme ve Kaynak Merkezinin eski araştırma yöneticisi Gerard Greenfield şöyle söylemektedir: “Yer değiştirme ile ilgili masallardan biri, sözde Kuzeyden Güneye aktarılmış gibi görülen işlerin daha önce yapılmakta olana benzer işler olduğudur”. Hayır değiller. Tıpkı şirket tarafından üretimin Pasifik okyanusu üzerinde bir yerlerde, üçüncü şahıs yüklenicilere verilecek “siprişlere” dönüşmesi gibi, tam zanlı istihdam da uçuş sırasında “sözleşmelere” dönüşmüştür...Bu gerçekten de işlerin başka yerlere uçması gibi basit bir hikaye değildir.
Naomi Klein, No Logo, Bilgi yay.
“Makineler yıpranır. Arabalar paslanır. İnsanlar ölür. Ama hayatta kalan markalardır.” (Hector Liang, United Biscuits eski yöneticisi.)
...diğer bir deyişle, markalama tüm “katma değeri” kullanmaktadır. Asıl üretim süreci, değerini bu derece kaybettiğinde, bu durum, üretim işini yapan insanlara bir posa, bir artık gibi davranılması olasılığının ardındaki mantık haline gelmektedir.
...Phil Knight (Nike’ın kurucu sahibi)’ın dediği gibi, “mal üretmenin artık değeri yok. Değer, titiz araştırmalarla, yenilik getirmekle ve pazarlamayla katılıyor.” Phil Knight’a göre üretim, marka imparatorluğunun temel direği değil, sıkıcı, marjinal bir görevdir.
Bu nedenle artık pek çok şirket üretimi es geçmektedir. Ürünlerini kendileri, kendi fabrikalarında yapmak yerine, “tedarik etmektedirler”, tıpkı doğal kaynak sanayilerinin uranyum, bakır ya da kereste elde etmeleri gibi.
(Bu durum bu şirketlerin ellerini iki şekilde temiz tutuyordu. Bunlardan biri imalatın kirli süreçlerinden, atıklarını bertaraf yükümlülülüğünden ve fabrikaların sürekli baş ağrıtan idari süreçlerinden (işçi talepleri, personel istihdamı, bakım masrafları vb.) azade olmalarıydı. Ancak daha da önemli olan ikinci bir sevimsiz durumdan daha koruyordu onları: ürünlerinin imalatını yapan işçilerin yaşamlarındaki dayanılmaz koşullara karşı hukuki ve vicdani yükümlülüklerinden de muaf hissediyorlardı, ellerini sürmeden ve çok daha ucuza üstelik de hiçbir sosyal yükümlülük altına girmeden asıl odaklanmak istedikleri şeye, markalarının imajlarına yoğunlaşabiliyorlardı.)
Disney sözcüsü Ken Green, şirketinin Haiti’de Disney kıyafetleri üreten fabrikasındaki ağır koşullardan sorumlu tutulmasından dolayı herkesin içinde üzüntüsünü belirttiği zaman, bu değişikliğin boyutu hakkında ipucu vermiştir. “bizim Haiti’de çalıştırdığımız işçimiz yok”, demiştir, fabrikanın bir yükleniciye ait olduğuna işaret ederek. Green Catholic Register’dan Cathy Majtenyi’ye “kullandığınız gazete kağıdına bakın, bunun üretiminde çalışma koşulları hakında herhangi bir bilgi var mı?” diye sormuştur.
(Filipinler’in serbest ticaret bölgesi Cavite’de çalışan 60.000 kişi artık birer küresel marka haline gelmiş onlarca şirketin ürünlerinin imalatını yapan dev bir kasaba-fabrika. Kasabada hayata dair olan tek şey durmak bilmeyen hareket ve çırılçıplak ifşa olan tek bir mottoyla deviniyor: “çok çok düşük fiyatlarla, saf, yüzde 100 üretim”.)
Güneşte pişen vardiya kartları, her işçiden maksimum işin, her günden maksimum çalışma saatinin sıkılıp çıkartıldığından emin olunmasını sağlar. Bölgede sokaklar ürkütücü derecede boştur ve açık kapılardan –ki bunlar pen çok fabrikadan havalandırma sistemini oluşturuyor- gürültülü makinelerin üzerine eğilmiş sıra sıra genç kızlar görülür.
...İBB’ler (İmalat İşleme Bölgesi) nerede olursa olsuni çalışanların anlattıkları hikayeler şaşırtıcı ölçüde aynıdır: çalışma saatleri uzundur; Sri Lanka’da on dört saat, Endonezya’da on iki saat, Güney Çin’de on altı saat, Filipinler’de on iki saat. Çalışanların büyük çoğunluğu kadınlardır.
...Bölge fabrikalarının çoğu, Filipinler çalışma yasasının sistematik olarak çiğnendiği demir yumruk kuralları ile işlemektedir. Örneğin bazı işverenler, on beş dakikalık molalar haricinde tuvalet kapılarını kilitli tutmaktadır, bu aralar sırasında, yönetimin üretim dışı süreyi takip edebilmesi için, çalışanların giriş çıkışlarda imza atması gerekmektedir.The Gap, Guess ve Old Navy için kıyafet dikilen bir fabrikada çalışan terzi kadınlar bana kimi zaman tuvaletlerini makinelerin altında plastik torbalara yapmak zorunda kaldıklarını söylediler. Konuşmayı, hatta Ju Young elektronik fabrikasında gülmeyi yasaklayan kurallar söz konusudur. Bir fabrikada, kurallara uymayanları utandırmak üzere “En Geveze Çalışanlar” listesi asılmaktadır.
(Tüm bu tablonun bize çizdiği kölelik düzenidir. Çünkü çalışmaktan başka birşey yapamayacak kadar uzun mesai süreleri dışında ücretler de ancak karın tokluğuna yetmektedir.)
İşçi grupları Çin’de bir montaj hattı işçisinin yaşama ücretinin saatte 87 sent olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. Çokuluslu şirketlerin bölge üretimine geçmek için yüzlerce yerel tekstil fabrikasını kapattıkları ABD ve Almanya’da, konfeksiyon işçileri bir saatte sırasıyla 10 dolar ve 18.50 dolar kazanmaktadır. İşgücü maliyetindeki bu muazzam tasarrufa rağmen, dünyanın en güçlü ve en zengin markaları için üretim yapanlar hala Çin’deki işçilere, yaşam giderlerini karşılamalarına, hastalıklarda tedavilerine yetecek ve hatta eve ailelerine küçük bir miktar para göndermelerini sağlayacak 87 senti dahi vermek istememektedirler. Çin’de bulunan özel ekonomik bölgelerde marka üretimi üzerine 1998 yılında gerçekleştirilen bir çalışma, Wal-Mart, Ralph Lauren, An Taylor, Esprit, Liz Claiborne, Kmart, Nike Adidas, J.C.Penney ve The Limited’in bu içler acısı 87 sentin ancak bir bölümünü ödediklerini, bazılarının saat başı 13 sent ödediğini ortaya koymuştur.
(Bu çok çok uzun çalışma süreleri işçilerin hasta olamasına ve sosyal açıdan yok olmalarına neden olmaktadır. Durmaksızın çalışmak, kalan o çok değerli vaktin oturulup düşünmeye, diğer arkadaşlarıyla dertleşmeye ve bu berbat koşulların iyileştirilebilmesi için örgütlenmelerine, örneğin sendikal faaliyetlere değil uykuya ayrılmasına yol açmaktadır.)
...Sürekli misilleme tehdidine rağmen, İşçi Destekleme Merkezi, Cavite bölgesi fabrikalarında değişik derecelerde başarılı olan ılımlı sendika organizasyonu girişimlerinde bulunmuştur. Örneğin, All Asia konfeksiyon fabrikasında bir girişimde bulunulduğunda, organizatörler önemli bir engelle karşılaşmışlardı: işçilerin yorgun olması. Ellen Tracy ve Sassoon için kıyafetler diken All Asia terzilerini en büyük şikayetleri zorunlu fazla mesaidir. Normal vardiya sabah sekizden akşam 10’a kadar devam etmektedir, ancak haftada birkaç gece işçilerin “geç” saatlere kadar, sabah 2’ye kadar çalışmaları gerekmektedir. İşçiler, işlerin en yoğun olduğu dönemlerde arka arkaya iki gece sabah 2 vardiyasında çalışmaya alışmışlardır; bu da kadınların çoğunun ertesi sabahki normal vardiyalarına başlamadan önce sadece birkaç saat uyuyabilmelerine neden olmaktadır. Ancak bu aynı zamanda All Asia işçilerinin kendileri için son derece değerli olan 30 dakikalık molaları sendika hakkında konuşmaya değil, uyumaya ayırmaları anlamına gelmektedir. Dört çocuk annesi bir kadın All Asia’ya sendika getirme girişimlerinde başarısız olmasının nedenini açıklarken bana, “işçilerle konuşmakta zorlanıyorum çünkü işçiler daima uykulu oluyorlar” demişti.
(Ve insanlar, aşırı çalışmaktan hayatlarını kaybetmektedir.)
Cavite’de, fazla mesai konusunun, iş arkadaşlarına göre “aşırı çalışmaktan” ölen Carmelita Alonzo’dan bahsedilmeden konuşulması mümkün değildi. Bana, İşçi Destek Merkezinde toplanan işçi grupları tarafından ve bire bir görüşmelerde bireysel olarak tekrar tekrar anlatıldığına göre Alonzo, V.T. Fashion fabrikasında diğer markaların yanı sıra The Gap ve Liz Claiborne kıyafetleri diken bir terziydi. Konuştuğum işçilerin tamamı bu trajedinin nasıl gerçekleştiğini mutlaka bilmemi istiyorlardı; çünkü böylelikle “Kanada’da bu ürünleri alan insanlara” durumu açıklayabilirdim. Carmelita Alonzo’nun ölümü özellikle yoğun bir çalışma döneminde arka arkaya gelen uzun gece vardiyalarının ardından gerçekleşmişti. Çalıştığı kot fabrikasının ve aynı zamanda Carmelita’nın fabrikasının da sahibi olan aynı dönemde kendisi de büyük siparişlerle karşı karşı kala Josie, “sevk edilecek çok fazla ürün vardı ve kimsenin eve gitmesine izin verilmiyordu” diye hatırlatıyor. “Şubatta usta başı neredeyse her geceye, gece vardiyası vermişti”. Alonzo bu vardiyalarda çalışmakla kalmıyor, ailesine dönmek için de iki saatlik yol gidiyordu. Gün boyunca boğucu sıcak olan ve geceleri rutubet basan fabriklarda sık rastlanan bir hastalık olan zatürreden şikayetle, müdüründen iyileşebilmek için izin almak istemişti. Reddedilmişti. Alonzo sonunda hastaneye yatırılmıştı; burada 8 Mart 1997’de –Dünya Kadınlar Gününde- ölmüştü.
...Bu fazla mesai stresi, fabrikalar daha çok işçi çalıştırsa ve daha kısa iki vardiya yapsalar, büyük ölçüde hafifleyecektir. Ama bunu neden yapsınlar? Bölgeyi denetlemekle görevli devlet memuru fazla mesai ihlallerinden dolayı fabrika sahipleri ve müdürleriyle uğraşmıyor. Bölge yöneticisi Raymondo Nagrampa, fabrikalar daha kısa süre çalışmak üzere daha fazla işçi alırsa elbette daha iyi olacağını kabul ediyor; ancak bana, “sanırım bunu bir kenara bırakacağım. Bence bu daha çok yönetimi ilgilendiren bir karar” demişti.
(Bu mesele elbette ki sadece Filipinlerin, Tayland, Meksika ya da Çin’in meselesi değildir. Örneğin Nike’ın dünya çapındaki yaklaşık 700 taşeronunun 27’si Türkiye’dedir, yani herkesin ortak sorunudur. Ayrıca bu sorun sadece o bölgelerde o koşullarda hayatta kalmaya çalışan yüzbinlerin sorunu da değildir, tüm yerel ya da küresel işletmeler, karlarını düşürmeden istihdam kamburundan kurtulmak için bu yola girmeye başlamıştır ve bu da halen elinde iş olan milyonların işlerinden olmalarına hatta ileride belki de o imalat işleme bölgelerinde o koşullar altında çalışmalarına yol açacaktır. Ancak buradan düz bir çıkarımla bu kölelik koşullarında çalışan işçilerin, dışarıdaki işçilerin işlerini çaldıkları sonucuna varmak hiç de akıl karı olmaz, zira artık yapılan üretim aynı üretim değildir ve o koşullar kimsenin dayanmak için hevesleneceği koşullar değildir.)
...Evet, bunlar Kuzeyden işleri çekmektedir; ancak, sanayileşmiş uluslarda teknoloji geliştikçe orta sınıflarımızı oluşturan işçilerin, yoksulluğun kölesi olan ülkelerle paylaşılmasının sadece bir küresel adalet sorunu olduğu önermesini adil gözlemciler reddedecektir. Sorun şu ki, Cavite’deki ya da Asya ve Latin Amerika’daki tüm bölgelerdeki işçiler “bizlerin” işlerini hiç de devralmamaktadırlar. Hong Kong’da kurulu Asya İzleme ve Kaynak Merkezinin eski araştırma yöneticisi Gerard Greenfield şöyle söylemektedir: “Yer değiştirme ile ilgili masallardan biri, sözde Kuzeyden Güneye aktarılmış gibi görülen işlerin daha önce yapılmakta olana benzer işler olduğudur”. Hayır değiller. Tıpkı şirket tarafından üretimin Pasifik okyanusu üzerinde bir yerlerde, üçüncü şahıs yüklenicilere verilecek “siprişlere” dönüşmesi gibi, tam zanlı istihdam da uçuş sırasında “sözleşmelere” dönüşmüştür...Bu gerçekten de işlerin başka yerlere uçması gibi basit bir hikaye değildir.
Naomi Klein, No Logo, Bilgi yay.
Auschwitz'den 'Çalışmak özgürleştirir' çalındı
18/12/2009
Bir milyondan fazla insanın öldüğü Auschwitz toplama kampının girişindeki, "Çalışmak özgürleştirir" tabelası çalındı.
VARŞOVA - Nazilerin Polonya'daki ölüm kampı Auschwitz'de, Hitler'in "Arbeit Macht Frei: Çalışmak Özgürleştirir" yazısı çalındı.
Polonya polisinin verdiği bilgiye göre, artık müze ve anıt olarak kullanılan toplama kampının girişindeki büyük demirden yazının sabaha karşı çalındığı tahmin ediliyor.
Polis sözcüsü Katarzyna Padlo, hırsızlığı müze bekçilerinin fark ettiğini ve durumu polise bildirdiğini, yazının bir ucundan vidalarının söküldüğünü, diğer tarafının ise kopartılarak alındığını söyledi. Padlo, soruşturmanın çok yönlü sürdüğünü belirtti.
Nazilerin ölüm kamplarından biri olan Auschwitz'de çoğu Yahudi olmak üzere binlerce kişi gaz odalarında öldü.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=969924&Date=19.12.2009&CategoryID=81
14 Aralık 2009 Pazartesi
Tuzla'da...
İşletmelerin aşırı kar hırsı, işçilik maliyetlerindeki aşırı kısıntılara bu da asgari yaşam standartlarının zaten altına inmiş ücretleri daha aşağı çekmek kısa vadede mümkün olmadığından çalışma sürelerini uzatmaya giderek tatmin oluyor. Aşırı yoğun çalışma ise 2 ya da 3 işçinin işini tek bir işçiye yaptırmakla mümkün. İstihdamı olabildiğince aşağıya çekmeye özen gösteren işletmeler "sıfır" işçi hedefine doğru yaklaşırken taşeronlaşma ve aşırı rekabet gittikçe kızışıyor. Tuzla tersanesinde son yıllarda gittikçe artan iş kazalarında ölüm vakaları ise bunu teyid edercesine, istihdam düştükçe artıyor.
Kaynak işçisi Ercan Sancar'ın 6 Aralık'taki ölümü ile Tuzla tersanelerinde 2009 senesinde gerçekleşen ölüm sayısı 14 oldu. Olayla ilgili bugünkü gazete haberlerinin ardından konuyu yeniden büyüme, iş yoğunlaştırma ve taşeronluk sistemi üzerinden tartışmak gerek. İlgili tartışmalara dair Aslı Odman'ın 2008'de kaleme aldığı yazısının bir kısmı şu şekilde:
"Türkiye gemi inşa sanayii, özellikle 10-15.000 dwt’luk kimyasal tanker üretiminde ve seri ölümlü iş kazalarındaki artışla dünyada ön plana çıkıyor. Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde yaşanan önlenebilir ölümcül iş kazaları da, 2001 malî kriz sonrasında sektörde yaşanan üretim düzeyindeki büyümeye açık bir paralellik gösteriyor. Teslim edilen gemi, tonaj (dwt) bazında son üç senede (2004-2007) üç misli artarken, iş kazaları -uzun vadede etkisi gözüken ve nadiren kayıt altına alınabilen meslek hastalıkları ve yaralanmalar dışarıda bırakıldığında ve sadece ölümcül iş kazalarına bakıldığında bile- bu büyümeye neredeyse birebir paralel olarak artmış. 2004’te 5 işçi Tuzla’da canını bırakırken, 2007-2008’de bu sayı 18’e yükselmiş. Tersaneler Bölgesi’nde artan işçi ölümlerinin temelinde ise, indirgemeci bir şekilde sık sık iddia edildiği gibi ‘eğitimsiz işçiler’ veya ‘taşeronluk sistemi’ yoktur. Bu iki etmen de, gemi inşa sanayiinde kârlılık ve rekabet edebilirliği sağlayan esnek çalıştırma tarzının, aynı artan iş kazaları gibi, birer emâresidirler. Tuzla’daki ölümlerin arka planında, tersane sahiplerinin gemi inşa sanayiindeki bu istisnaî konjonktürü kaçırmamak için, işçileri daha yoğun ve daha uzun çalıştırarak, hem işçilerin biyolojik sınırına, hem de Tersanelerin mekânsal sınırlarına dayanan bir çalışma tarzını uygulamaları yatmaktadır. Rapor çalışmalarımız sırasında üç mesai üst üste, yani günde 22 saate kadar varan çalışma saatlerine bile rastladık. Haliyle işi yoğunlaştırma, yani işçi başına saatte işlenen sac miktarını arttırmaya dair tespitler ise çalışma saatlerinden daha zor yapılabiliyorlar.
Tuzla’da çalışan bir mühendisin ifadesi bu konudaki müstakbel çalışmalara da sezgisel bir başlangıç teşkil edecek nitelikte: “Bizim aldığımız bloklarının teslim tarihi belli. O tarihte işin tersaneye teslim edilmesi gerekiyor. Taşeron açısından ne kadar erken biterse malîyetten o kadar düşüyorsunuz. İşin erken bitmesi işçilere daha az yevmiye ödenmesi anlamına geliyor. Az işçi ile çok iş yapılarak en üst performans elde edilmeye çalışıyor.” Zira iş ‘çabuk çabuk’ yetişmeli, siparişi veren armatörün tazminatına mâruz kalınmamalı ve hemen sıradaki geminin inşasına/tamirine başlanmalıdır!
Bu iş baskısı da siparişi veren armatörden tersane sahibine, tersane sahibinden taşerona, bazen taşerondan taşeronun taşeronuna, oradan da en zayıf halka olan işçiye aktarılmaktadır. İşte ancak bu arka planı koyduktan sonra, taşeronluk sisteminin iş kazalarını artırıcı rolünden bahsetmek anlamlıdır: Bu yoğunlukta bir üretime tekabül eden yapısal iş güvenliği yatırımlarının yapılmadığı, Çalışma Bakanlığı’nın 2007’de yaptığı teftişlerin raporlarıyla da sabitlenmiş[3] sektörün, binlerce işletmeye bölünmüş olduğu hatırlayalım. Yasaya göre, işverenler, işyerlerinde sağlıklı ve güvenli çalışma ortamının tesis edilmesi için gerekli önlemleri almakla yükümlüdürler. Aynı anda aynı tersanede (işyerinde) onlarca başka irili ufaklı taşeron şirketle yan yana çalışan taşeronların bir araya gelip, çalışma alanında (ana işveren tersanenin içinde) işçilerin hayatına kastetmeyen önleyici genel tedbirleri (kabloların bakımı, gaz ölçümü, iskelelerin uygun kurulması vs.) alma gücü yoktur. Baret, kemer takmak, bu iş güvenliği yatırımının yanında aslî olmayan iş güvenliği unsurlarıdır. Tuzla’da işyeri güvenliği, kişisel koruyucu donanımın sağlanması gibi hayatî öneme sahip ve yasal yatırımlar, daha dar kâr marjlarıyla çalışan taşeron şirket sahibinin vicdanına bırakılmış keyfî bir karar haline gelmiştir."
Aslı Odman, İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Ar.Gör. / Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu Üyesi
http://www.limteris.com/haber/haber_detay.asp?haberID=158
12 Aralık 2009 Cumartesi
Yavaşlık
...Motosikletinin üstüne yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir deyişle, esrime durumundadır; bu durumda yaşı, karısı, çocukları, kaygıları umurunda bile değildir, unutmuştur onları, bu nedenle korkmaz, çünkü korkusunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkacak bir şey yoktur.
Teknoloji devriminin insana armağan ettiği bir esrime biçimidir hız...
...yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi?
...sürücünün yanında bir kadın var; adam kadına neden gülünç bir şeyler anlatmıyor acaba? Elini niçin onun dizine koymuyor? Bunu yapacağına, önündeki arabayı yeterince hızlı sürmeyen sürücüyü lanetleyip duruyor; kadına gelince; o da sürücüye eliyle dokunmayı aklına bile getirmiyor, kafasının içinde onunla birlikte araba kullanıyor ve o da beni lanetleyip duruyor...
...çünkü canlı varlığın eline geçen her olanak, en az olası olanı bile, varlığı tepeden tırnağa değiştirir...
Milan Kundera, Yavaşlık, Can yay., 2008
Teknoloji devriminin insana armağan ettiği bir esrime biçimidir hız...
...yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi?
...sürücünün yanında bir kadın var; adam kadına neden gülünç bir şeyler anlatmıyor acaba? Elini niçin onun dizine koymuyor? Bunu yapacağına, önündeki arabayı yeterince hızlı sürmeyen sürücüyü lanetleyip duruyor; kadına gelince; o da sürücüye eliyle dokunmayı aklına bile getirmiyor, kafasının içinde onunla birlikte araba kullanıyor ve o da beni lanetleyip duruyor...
...çünkü canlı varlığın eline geçen her olanak, en az olası olanı bile, varlığı tepeden tırnağa değiştirir...
Milan Kundera, Yavaşlık, Can yay., 2008
11 Aralık 2009 Cuma
Jevons Etkisi
Bu film, Conrad Schmidt tarafından http://www.workersoftheworldrelax.org adresinde yayınlanan belgesel serisinin ilk bölümüdür. Bölüme adını veren William Stanley Jevons'un paradoksuna göre teknolojik gelişim kaynak kullanımında verimliliği artırırken, umulanın aksine kaynak tüketiminde de bir artışa neden olur. Örneğin kömür kullanımını azaltmayı olanaklı kılan buhar motorları sayesinde karbon emisyonu azalmamış tersine artmıştır. Çünkü bu yeni teknoloji ile üretim çıktısı da devasa ölçekte artarak, hızla çoğalan fabrikalar nedeniyle emisyon değeri eskisinin üzerine çıkmıştır.
Benzer bir durumu çalışma hayatına uyarladığımızda ise teknolojide, bilhassa da bilgisayar teknolojisindeki gelişim iş verimliliğini arttırmış ancak artan mesai süreleri yine üretimle doldurularak çalışma sürelerinde bir azalmaya değil, katlanarak çoğalan arz hareketinin baskısıyla artışa neden olmuştur. İzlemekte olduğunuz film bu baskının altını çizmektedir.
8 Aralık 2009 Salı
İnsan Onuruna Yakışan
Asalettin Arslanoğlu'nun Birikim'de çıkan son yazısı 7 Ekim "Dünya İnsan Onuruna Yaraşır İş İçin Eylem Günü" üzerine. ILO direktörü Juan Somavine'in 99 senesinde gündeme getirdiği "İnsan Onuruna Yaraşır İş" kavramı, tam, güvenli ve onur kırıcı olmayan şartlarda çalışma hakkının tesisi için gerekli olan düzenlemelere dikkat çeken ve Küresel Sendikalar Konseyi tarafından hararetle desteklenen bir açılım.
Ancak Arslanoğlu "İnsan Onuruna Yaraşır İş" konusunda duyarlılık gösteren Küresel Sendika Konseyinin nedense üzerinde durmadığı ya da gözden kaçırdığı konuları yazısının sonuç bölümüne ekliyor, saptamalar çarpıcı:
"... Sendika liderlerinin söyledikleri bunlardı. Biz de yazımızı onların söylemediklerini söyleyerek sonlandıralım.
Sendikacıların bakışıyla Türkiye ve Dünya manzarasını ortaya koyan bu konuşmalar, yaşanan krizin kapitalizme özgü olduğundan pek söz etmese de gerçek budur. 1800’lü yıllarda sanayileşmiş ülkelerde eylem yapan işçilerin taleplerine bakıldığında en dikkat çekici talebin “8 saatlik iş günü” olduğu görülür. Aradan geçen zaman yaklaşık 150 yıldır. Yüzelli yılda teknolojik açıdan yaşanan devrim, üretim araçlarına inanılması zor denecek derecede hız kazandırmıştır. 150 yıl önce devasa büyüklükte ve hantal makinelerle ve onbinlerce işçiyle gerçekleştirilebilen üretim bu gün sadece yüzlerce işçiyle ve çok kısa sürelerde gerçekleştirilebilmektedir. Bankalar, işlemlerini elektronik ortamda ve insansız olarak sunmaya, IKEA gibi önemli mağazalar, ürününü kendin bul, montajını kendin yap, daha ucuza satın al kampanyaları yapmaya, e-devlet uygulamaları yaygınlaştırılmaya devam ederken “neden yeni istihdam yaratılamıyor?” diye sormaya devam eden iktisatçıları anlamak mümkün değildir.
Emekçiler için yeni ve orijinal bir isteğin utanmadan ve yüksek sesle söyleme zamanı gelmiştir. Bu talebi dile getirirken bakmaları ve dayanak noktası olarak ele almaları gereken yer, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin Madde 27. maddesidir. İlgili madde “Herkes, toplumun kültürel etkinliklerine özgürce katılma, güzel sanatları tatma, bilim alanındaki ilerlemelerden ve bunların nimetlerinden yararlanma hakkına sahiptir.” demektedir. Herkes (ve elbette emekçiler de) bilim alanındaki ilerlemeden ve bunların nimetlerinden yararlanma hakkına sahiptir deniliyorsa, biz bunu nasıl okumalıyız. Örneğin Uçak, cep telefonu, buzdolabı, TV ve daha nice buluşlar bilim alanındaki ilerlemenin ürünleri değilmidir? Bunlardan yararlanma hakkımız var ama bunu kullanabilmek için satın alma gücümüzün yükselmesine ihtiyacımız yok mu? 1948 yılında kaleme alınmış olan BM. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin doğumundan bu yana geçen sürede üretim aracı dediğimiz makinelerdeki gelişmeler bilimsel çalışmalar sayesinde olmamışmıdır? Bu durumda bir insan olarak emekçilerin de bu gelişmenin doğurduğu sonuçlardan yararlanma hakkı yok mudur? Elbette vardır. Şimdi emekçilerin “Günlük çalışma süreleri 4 saat olmalıdır” deme hakkı vardır. Bu hakkı savunmak, tam istihdama doğru atılacak en güçlü adımı savunmaktır. Türkiye’de ve Dünya’da sendikal hareketin daha cesur davranmaya, kapitalizmin krizine bağlanan işsizliğe ve yoksulluğa karşı 4 SAATLİK İŞ GÜNÜ talebini ortaya koymaya ve savunmaya başlaması gerekir. Krizin dönemsel çözümü açısından da bu önemli bir adım olacaktır."
yazının tamamı için: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=599&makale=7%20Ekim%20D%FCnya%20%DDnsana%20Yak%FD%FE%FDr%20%DD%FEg%FCn%FC%20ve%20Kapitalizmin%20Krizi
7 Aralık 2009 Pazartesi
Çalışmayı Bırakın!
Gezegen ve insanlık tarihi, varoluşundan bu yana böyle muazzam ve vahşi bir yıkıma ve yok oluşa sahne olmamıştı. İnsanlığın 3-4 milyon yıllık varlığının şu son 200 yılda bu kadar tehlikeli ve ölümcül olmamıştı. Gezegen ve insanlık bir kıyametin kıyısında…
İktidarlarını asırlardır baskı, kan, zulüm, zor ve kölelikle sürdüren tahakküm mekanizmaları, Sanayi Devrim’inden bu yana iktidarlarını koruyabilmek, geliştirmek ve yayılabilmek için özgürleştirici olduğu inancıyla “ilerleme, gelişme ve modernlik” kavramları adı altında bütün toplum tarafından sahiplenilen teknolojiyi ve acizleştiren uzmanlaşmaya yol açan işbölümünü kullana gelmektedir.
İnsanlık Sanayi devriminden bu yana, kapitalizmin temel kaynaklarından biri olarak birer üretim aracına ve bir makinenin dişlisine indirgenmiş durumdadır. Hayatlarımız ve değerlerimiz çalışma ve iş hayatı tarafından işgal altındadır. Çalışma ve iş daha önceleri kölelerin efendileri için yapmak zorunda oldukları bir uğraşken son iki asırda insanoğlunun en büyük değeri haline gelmiştir. Üretmek, çalışmak, çalışkanlık, üretkenlik kavramları sistemi ayakta tutan ve sistemin üzerine dayandığı en büyük değerlerdir.
Sanayi toplumunun ikinci asrında yaşayan bir nesil olarak bu değerleri bugünden sorgulamak ve eleştirmek imkansız gibidir. Çünkü doğduğumuz günden bu yana hayatımızda “çalışmak, çalışmak ve hep çalışmak” olmuştur. Sistem insanlığı çalışmanın esaretine iterken aynı derecede de acizleştiriyor ve hayatta kalabilmek için çalışmak farz kılınıyor.
Fakat “çalışmak=hayatta kalmak” müthiş ve saçma bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Hayatta kalmak için çalışmak zorunda olmaya inanmak bugünkü uygarlığın en içi boş ve acizleştiren inançlarından biridir. Bugüne kadar bir işçinin açlığını gidermesi için bir fabrikada ömrü boyunca vida sıkmak zorunda olması, bir ofis çalışanının susuzluğunu gidermesi için bütün gününü bilgisayar başında ve dört duvar arasında kırtasiye işleriyle uğraşarak geçirmesi ve teknolojinin her geçen gün daha da gelişmesiyle kendi kendisini sürdürmesi ve yenilemesi için her geçen gün yeni angaryaları insanın gündelik yaşamına empoze etmesi kadar saçma bir yaşam biçimi görülmemişti. İnsanoğlu bir zamanlar kendi yiyeceklerini üretebilirken veya toplayabilirken, kendi barınmalarını sağlayabilirlerken veya kendi sağlıklarını koruyabilirken kısaca kendi kendilerine hayatta kalabilirken bugün yaşamlarını teknolojinin, ilerlemenin ve uzmanların ellerine teslim ederek acizliklerini gönüllü olarak ilan etmiş durumda.
İş saatlerinin ve çalışmanın daha azalacağı inancı öngörülerek geliştirilen teknoloji bugün her geçen gün artan angaryalara, yeni teknolojilere ve kendi kendisini sürdürmeye gereksinimi olduğundan insanlığı aksine daha fazla çalışmanın ve iş hayatının batağına sokmaktadır. Her geçen gün yeni teknolojiler ve yeni sektörler ortaya çıkıyor. Teknoloji ve sanayi özü itibariyle insanın değil teknolojinin ve sanayinin ihtiyacına göre işliyor. Teknoloji ve sanayi toplumu insanlığı her geçen gün kendisine bağımlı kılıyor. En basit yeteneklerimizi bile bize unutturarak teknoloji ve makine karşısındaki acizliğimizi yüzümüze vuruyor. Gündelik yaşamdaki en basit yeteneklerimizi bile iş ve çalışma hayatının hızına yetişebilmek için pratik olmak adına feda ediyoruz. Hayatlarımızı ve hayatlarımız üzerindeki sorumluluklarımızı uzmanların, eksperlerin ve bilir kişilerin ellerine teslim ediyoruz.
Teknolojinin ve daha fazla çalışmanın insanlığı bu acizlikten, gezegeni de yok oluştan kurtaracağını düşünüyoruz. Fakat kesinlikle yanlış düşünüyoruz..Çünkü bugün gezegeni ve insanlığı yok eden şey çalışmanın üzerinde temellendiği TEKNO-ENDÜSTRİYEL KAPİTALİST UYGARLIĞIN ta kendisidir.
Gezegeni kendi gelişimi ve çıkarı uğruna sömüren, talan eden, yok eden, insanlığı bir makinenin dişlisine indirgeyip birbirine düşüren, kendi yaşamını bile sürdüremeyecek kadar acizleştiren, dört duvar arası ve havasız olan kentlere hapseden, aç bırakan, katleden, köleleştiren insan dışındaki diğer canlıları teknolojinin emrindeki kölelere dönüştüren, onları katleden, kitlesel olarak imha eden bu sistem kendi varlığını ancak insanların onun için çalışmasıyla sürdürebilir. Onun için çalışacak kimse bulamazsa birkaç gün içinde çöküş sinyalleri vermeye başlar.
Onu ortadan kaldırabilmek için onun yaşam kaynaklarını sorgulamak kaçınılmazdır. Onun olmazsa olmaz değerlerine ve dayanak noktalarını sorgulamadığımız sürece varlığını sürdürecek ve sistem kendisini yeniden üretecektir.
Medya ve her türlü beyin yıkama aygıtı bize uygarlığın değerlerini fazlasıyla empoze etmiş görünüyor. Bu sistemi top yekün ortadan kaldırmakta ve her türlü tahakküm biçimini parça parça etmekte samimi olan Devrimci hareket bu sistemin üzerinde temellendiği “ilerleme, demokrasi, modernizm, teknolojik gelişme, çalışma-üretim” gibi değerleri sorgulamalıdır. Bu değerler sistemin insanlık arasında filizlendiği en meşru kavramlardır.
Tahakkümün ve köleliğin filizlendiği yer olduğuna inandığımız bu değerler, bugün ilaç şirketlerinin ilaçlarını satabilmeleri için yeni salgın hastalıkları yaymasını ve insanların her geçen gün tıp endüstrisine daha da bağımlılaşmasını, otomobil endüstrisinin küresel ısınmanın birinci nedeni olmasını ve muazzam bir ekolojik yıkımı getirmesini, hayvan endüstrisinin dünyayı hayvan otlakları açmak için çöle çevirmesini ve ormansızlaştırmasını,insanların gündelik yaşamın stresinden ve rutininden her geçen gün anti-depresanlara daha da bağımlılaşmasını, teknolojileri sürdürmek ve geliştirmek için yeni teknolojilere ihtiyaç duyulmasını ve angaryaların artmasını ve bu tekno-endüstriyel sistemin bitmek bilmeyen enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasını ve bu ihtiyacını gidermesi için doğayı ve uygarlığın elinin değmediği alanları talan etmesini içeriyor.
Bizlere ihtiyaç olarak sunulan şeyler, aslında tamamen tekno-endüstriyel kapitalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamak adına bize ürettirilen şeylerdir ve bu sistemin yıkımı yolunda mücadele etmek için sistemin can damarı olan üretimi reddetmek ve durdurmak gerekiyor. Olası yıkıcı bir hareketin özgürlükçü, çalışmanın, işbölümünün ve dolayısıyla teknolojiyle gelen uzmanlaşmanın olmadığı yerel ve desantralize bir yaşam biçimini geliştirmesi gerekiyor.
“Çalışmayı bırakın!” sloganı mantıklı bir öneri gibi görünmese de, arzuladığımız karşıt hareketin özgürlükçü ve tahakküm ilişkilerinin kırıntısının bile olmadığı, yerel ve doğayla uyumlu ilişki biçimlerini geliştirmesi halinde sistem adına çalışmak yerine, kendi kendimize, bize unutturulan yeteneklerimizi ve becerilerimizi yeniden kazanacağız ve kendi hayatlarımız üzerindeki kontrolü alabileceğiz.
Karşıt hareketin, çalışmak gibi sistemin kendini meşrulaştırdığı ve yeniden ürettiği değerleri yüceltmekten çok reddetmesi gerekiyor. Bu reddediş yaşam derdi olmayan, aylaklığı savunan küçük burjuva bir tavır değil, aksine hayatta kalmak ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için sorumluluk almakla alakalıdır. Ve sistemin can damarı olan çalışmanın ve üretimin karşısında bireysel değil toplumsal bir başkaldırıyı öneriyoruz. Çünkü biliyoruz ki, sistem üretim olmadan işleyemez.
Bunun için devrimi beklemek yerine, sistemi yeniden üretmeyeceğimiz ilişki biçimleri geliştirmek gerekiyor. Kendi hayatlarımız üzerinde kontrol alabileceğimiz, dayanışmayı ve paylaşımı merkeze alan yerel ilişki biçimlerine ihtiyacımız var. Özgürlükçü ilişki biçimlerini şimdiden yaratmadığımız sürece, devrimden sonra özgürlüğe ulaşmak bir hayalden öteye gitmeyecektir.
http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=19233
İktidarlarını asırlardır baskı, kan, zulüm, zor ve kölelikle sürdüren tahakküm mekanizmaları, Sanayi Devrim’inden bu yana iktidarlarını koruyabilmek, geliştirmek ve yayılabilmek için özgürleştirici olduğu inancıyla “ilerleme, gelişme ve modernlik” kavramları adı altında bütün toplum tarafından sahiplenilen teknolojiyi ve acizleştiren uzmanlaşmaya yol açan işbölümünü kullana gelmektedir.
İnsanlık Sanayi devriminden bu yana, kapitalizmin temel kaynaklarından biri olarak birer üretim aracına ve bir makinenin dişlisine indirgenmiş durumdadır. Hayatlarımız ve değerlerimiz çalışma ve iş hayatı tarafından işgal altındadır. Çalışma ve iş daha önceleri kölelerin efendileri için yapmak zorunda oldukları bir uğraşken son iki asırda insanoğlunun en büyük değeri haline gelmiştir. Üretmek, çalışmak, çalışkanlık, üretkenlik kavramları sistemi ayakta tutan ve sistemin üzerine dayandığı en büyük değerlerdir.
Sanayi toplumunun ikinci asrında yaşayan bir nesil olarak bu değerleri bugünden sorgulamak ve eleştirmek imkansız gibidir. Çünkü doğduğumuz günden bu yana hayatımızda “çalışmak, çalışmak ve hep çalışmak” olmuştur. Sistem insanlığı çalışmanın esaretine iterken aynı derecede de acizleştiriyor ve hayatta kalabilmek için çalışmak farz kılınıyor.
Fakat “çalışmak=hayatta kalmak” müthiş ve saçma bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Hayatta kalmak için çalışmak zorunda olmaya inanmak bugünkü uygarlığın en içi boş ve acizleştiren inançlarından biridir. Bugüne kadar bir işçinin açlığını gidermesi için bir fabrikada ömrü boyunca vida sıkmak zorunda olması, bir ofis çalışanının susuzluğunu gidermesi için bütün gününü bilgisayar başında ve dört duvar arasında kırtasiye işleriyle uğraşarak geçirmesi ve teknolojinin her geçen gün daha da gelişmesiyle kendi kendisini sürdürmesi ve yenilemesi için her geçen gün yeni angaryaları insanın gündelik yaşamına empoze etmesi kadar saçma bir yaşam biçimi görülmemişti. İnsanoğlu bir zamanlar kendi yiyeceklerini üretebilirken veya toplayabilirken, kendi barınmalarını sağlayabilirlerken veya kendi sağlıklarını koruyabilirken kısaca kendi kendilerine hayatta kalabilirken bugün yaşamlarını teknolojinin, ilerlemenin ve uzmanların ellerine teslim ederek acizliklerini gönüllü olarak ilan etmiş durumda.
İş saatlerinin ve çalışmanın daha azalacağı inancı öngörülerek geliştirilen teknoloji bugün her geçen gün artan angaryalara, yeni teknolojilere ve kendi kendisini sürdürmeye gereksinimi olduğundan insanlığı aksine daha fazla çalışmanın ve iş hayatının batağına sokmaktadır. Her geçen gün yeni teknolojiler ve yeni sektörler ortaya çıkıyor. Teknoloji ve sanayi özü itibariyle insanın değil teknolojinin ve sanayinin ihtiyacına göre işliyor. Teknoloji ve sanayi toplumu insanlığı her geçen gün kendisine bağımlı kılıyor. En basit yeteneklerimizi bile bize unutturarak teknoloji ve makine karşısındaki acizliğimizi yüzümüze vuruyor. Gündelik yaşamdaki en basit yeteneklerimizi bile iş ve çalışma hayatının hızına yetişebilmek için pratik olmak adına feda ediyoruz. Hayatlarımızı ve hayatlarımız üzerindeki sorumluluklarımızı uzmanların, eksperlerin ve bilir kişilerin ellerine teslim ediyoruz.
Teknolojinin ve daha fazla çalışmanın insanlığı bu acizlikten, gezegeni de yok oluştan kurtaracağını düşünüyoruz. Fakat kesinlikle yanlış düşünüyoruz..Çünkü bugün gezegeni ve insanlığı yok eden şey çalışmanın üzerinde temellendiği TEKNO-ENDÜSTRİYEL KAPİTALİST UYGARLIĞIN ta kendisidir.
Gezegeni kendi gelişimi ve çıkarı uğruna sömüren, talan eden, yok eden, insanlığı bir makinenin dişlisine indirgeyip birbirine düşüren, kendi yaşamını bile sürdüremeyecek kadar acizleştiren, dört duvar arası ve havasız olan kentlere hapseden, aç bırakan, katleden, köleleştiren insan dışındaki diğer canlıları teknolojinin emrindeki kölelere dönüştüren, onları katleden, kitlesel olarak imha eden bu sistem kendi varlığını ancak insanların onun için çalışmasıyla sürdürebilir. Onun için çalışacak kimse bulamazsa birkaç gün içinde çöküş sinyalleri vermeye başlar.
Onu ortadan kaldırabilmek için onun yaşam kaynaklarını sorgulamak kaçınılmazdır. Onun olmazsa olmaz değerlerine ve dayanak noktalarını sorgulamadığımız sürece varlığını sürdürecek ve sistem kendisini yeniden üretecektir.
Medya ve her türlü beyin yıkama aygıtı bize uygarlığın değerlerini fazlasıyla empoze etmiş görünüyor. Bu sistemi top yekün ortadan kaldırmakta ve her türlü tahakküm biçimini parça parça etmekte samimi olan Devrimci hareket bu sistemin üzerinde temellendiği “ilerleme, demokrasi, modernizm, teknolojik gelişme, çalışma-üretim” gibi değerleri sorgulamalıdır. Bu değerler sistemin insanlık arasında filizlendiği en meşru kavramlardır.
Tahakkümün ve köleliğin filizlendiği yer olduğuna inandığımız bu değerler, bugün ilaç şirketlerinin ilaçlarını satabilmeleri için yeni salgın hastalıkları yaymasını ve insanların her geçen gün tıp endüstrisine daha da bağımlılaşmasını, otomobil endüstrisinin küresel ısınmanın birinci nedeni olmasını ve muazzam bir ekolojik yıkımı getirmesini, hayvan endüstrisinin dünyayı hayvan otlakları açmak için çöle çevirmesini ve ormansızlaştırmasını,insanların gündelik yaşamın stresinden ve rutininden her geçen gün anti-depresanlara daha da bağımlılaşmasını, teknolojileri sürdürmek ve geliştirmek için yeni teknolojilere ihtiyaç duyulmasını ve angaryaların artmasını ve bu tekno-endüstriyel sistemin bitmek bilmeyen enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasını ve bu ihtiyacını gidermesi için doğayı ve uygarlığın elinin değmediği alanları talan etmesini içeriyor.
Bizlere ihtiyaç olarak sunulan şeyler, aslında tamamen tekno-endüstriyel kapitalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamak adına bize ürettirilen şeylerdir ve bu sistemin yıkımı yolunda mücadele etmek için sistemin can damarı olan üretimi reddetmek ve durdurmak gerekiyor. Olası yıkıcı bir hareketin özgürlükçü, çalışmanın, işbölümünün ve dolayısıyla teknolojiyle gelen uzmanlaşmanın olmadığı yerel ve desantralize bir yaşam biçimini geliştirmesi gerekiyor.
“Çalışmayı bırakın!” sloganı mantıklı bir öneri gibi görünmese de, arzuladığımız karşıt hareketin özgürlükçü ve tahakküm ilişkilerinin kırıntısının bile olmadığı, yerel ve doğayla uyumlu ilişki biçimlerini geliştirmesi halinde sistem adına çalışmak yerine, kendi kendimize, bize unutturulan yeteneklerimizi ve becerilerimizi yeniden kazanacağız ve kendi hayatlarımız üzerindeki kontrolü alabileceğiz.
Karşıt hareketin, çalışmak gibi sistemin kendini meşrulaştırdığı ve yeniden ürettiği değerleri yüceltmekten çok reddetmesi gerekiyor. Bu reddediş yaşam derdi olmayan, aylaklığı savunan küçük burjuva bir tavır değil, aksine hayatta kalmak ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için sorumluluk almakla alakalıdır. Ve sistemin can damarı olan çalışmanın ve üretimin karşısında bireysel değil toplumsal bir başkaldırıyı öneriyoruz. Çünkü biliyoruz ki, sistem üretim olmadan işleyemez.
Bunun için devrimi beklemek yerine, sistemi yeniden üretmeyeceğimiz ilişki biçimleri geliştirmek gerekiyor. Kendi hayatlarımız üzerinde kontrol alabileceğimiz, dayanışmayı ve paylaşımı merkeze alan yerel ilişki biçimlerine ihtiyacımız var. Özgürlükçü ilişki biçimlerini şimdiden yaratmadığımız sürece, devrimden sonra özgürlüğe ulaşmak bir hayalden öteye gitmeyecektir.
http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=19233
3 Aralık 2009 Perşembe
Tüketimi de azalt!
Ey Tüketici! Bugün seni sabahtan akşama eşek gibi çalışmak zorunda bırakan şey ne biliyor musun? Yaşam şartları mı? Hayır, değil… 5 yılda bir sözde “özgür iradenle” seçtiğini zannettiğin iktidarlar ve koruyuculuğunu yaptığı küresel patronlar düzeni.
.....
Sen TV’lerde, şehrin caddelerindeki vitrinlerde sunulan renkli ve şaşalı yaşamların nelere mal olduğunun farkında mısın? Çin’de, Malezya’da, burada ve tüm dünyada insanlığın bu ölümcül makinenin paslanmaz birer dişliye dönüştürüldüğünü göremiyor musun?
Hayatın boyunca uğruna emek ve zamanını harcadığın, alın teri döktüğün yaşam standartları acaba senin gerçekten insani olarak ihtiyaç duyduğun şeyler mi, yoksa kapitalist patronların daha fazla kar etmek için senin beynine kazıdıkları sahte gereksinimler mi? Bunu bir düşün!
.....
Seni eşek gibi çalışmak zorunda bırakan bu düzen acaba senin buna gerçekten ihtiyacın olduğu için mi işler? Peki öyleyse dünya üzerinde milyonlarca insan açken bu insanların kat kat doyabilecekleri yiyecek sence çöplere veya denizlere neden atılıyor? Bunu hiç düşündün mü? Dünya üzerindeki üretim tüm insanlığın ihtiyacının çok çok fazlasını ürettiği halde neden hala milyonlar aç? Bunu sordun mu hiç kendine? En lüks mekanlarda, tüketilen yemeklerin dışında artık olarak atılan yemekler kaç insanı doyurabilirdi tahmin edebilir misin?
.....
Aslında sen neyin doğru olup olmadığını ve ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyorsun…
.....
Yapman gerekeni yapmanı istiyoruz…Yoksa her zaman olduğu gibi başkaları seni senin adına kurtaracak ve her defasında daha da saplanacaksın acizlik ve kölelik batağına!!
UK Vahşinin Günlüğü 52. sayıdan aktaran http://ecotopianetwork.wordpress.com/
.....
Sen TV’lerde, şehrin caddelerindeki vitrinlerde sunulan renkli ve şaşalı yaşamların nelere mal olduğunun farkında mısın? Çin’de, Malezya’da, burada ve tüm dünyada insanlığın bu ölümcül makinenin paslanmaz birer dişliye dönüştürüldüğünü göremiyor musun?
Hayatın boyunca uğruna emek ve zamanını harcadığın, alın teri döktüğün yaşam standartları acaba senin gerçekten insani olarak ihtiyaç duyduğun şeyler mi, yoksa kapitalist patronların daha fazla kar etmek için senin beynine kazıdıkları sahte gereksinimler mi? Bunu bir düşün!
.....
Seni eşek gibi çalışmak zorunda bırakan bu düzen acaba senin buna gerçekten ihtiyacın olduğu için mi işler? Peki öyleyse dünya üzerinde milyonlarca insan açken bu insanların kat kat doyabilecekleri yiyecek sence çöplere veya denizlere neden atılıyor? Bunu hiç düşündün mü? Dünya üzerindeki üretim tüm insanlığın ihtiyacının çok çok fazlasını ürettiği halde neden hala milyonlar aç? Bunu sordun mu hiç kendine? En lüks mekanlarda, tüketilen yemeklerin dışında artık olarak atılan yemekler kaç insanı doyurabilirdi tahmin edebilir misin?
.....
Aslında sen neyin doğru olup olmadığını ve ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyorsun…
.....
Yapman gerekeni yapmanı istiyoruz…Yoksa her zaman olduğu gibi başkaları seni senin adına kurtaracak ve her defasında daha da saplanacaksın acizlik ve kölelik batağına!!
UK Vahşinin Günlüğü 52. sayıdan aktaran http://ecotopianetwork.wordpress.com/
21 Kasım 2009 Cumartesi
Nasıl yapılır?
"Enformel grup, işyerinde aynı koşulları paylaşan, aynı havayı soluyan işçilerin oluşturduğu bir gruptur. Bazen iki, bazen on kişi olabilir. Formel bir yapısı, ilişkisi yoktur. Grup kendi içinde kendi dinamiğini yaratır... “kendiliğinden”, koşulların gereği oluştuğunda bir emir-komuta hiyerarşisi yoktur...
İşçi konseylerinin/komitelerinin fetiş hale getirilmesi, enformel grubun yok sayılmasına, sınıfın kendi içinde yarattığı örgütlenmenin önemsenmemesine yol açmıştır. Konsey/komite gibi yapıların emir-komuta zinciri içinde oluşturulacağını düşünen bu tarz, ne yazık ki genellikle hüsrana uğramıştır...
Gramsci’nin, sezgisel olarak fark ettiği ama açıkça dillendiremediği enformel gruptan mayalanan işçi konseyleri, tam anlaşılamamış, militan bir mücadele veren bu konseylerin arkasındaki grubun yaratıcılığı görülemediği için de konseyler fetişleştirilirken, asıl maya tutan çekirdek grup yok sayılmış, sonra da emir komuta zinciri içinde konsey/komite oluşturulabileceği düşünülmüştür...
Sınıf adına hareket eden siyasal yapılar/özneler bu enformel grupları önemsemese de sermaye cephesi bu grubun önemini çok iyi bilir... emek tarihçilerinin, sendikacıların, işçi sınıfı adına siyaset yapanların görmediği bu alan, sermayenin ve onun adına araştırma yapan sosyologların, psikologların, yönetim bilimcilerin üzerinde en çok çalıştığı alandır... denilebilir ki Hawthorne Araştırmalarından (Western Electric şirketinin Chicago fabrikasıdır, burada Elton Mayo’nun yaptığı ve psikolojik, ekonomik ve fizyolojik kriterlerin işçi performanslarında ve örgütlenme biçimlerindeki yansımalarını inceleyen araştırmaları daha sonra yönetişim alanındaki bir çok çalışma ve araştırmaya ilham kaynağı olmuştur, a.ç.) Toplam Kalite Yönetimi’ne kadarki yaklaşık yüz yıllık arayışlar, işçilerin iş yerlerinde bazen bilinçli olarak, bazen kendiliğinden ama farkında olmadan oluşturdukları bu enformel örgütlenmenin temelini oluşturan grupları, direnç merkezlerini “çökertmektir”. Kuşkusuz buradaki temel amaç işletme hedefleri ile tüm çalışanların hedeflerini örtüştürmektir, bir başka ifade ile işçilere işletmenin hedeflerini kabul ettirip, çalışmalarını da bu amaca ulaşmak için yoğunlaştırmaktır. Verimliliği, üretimi artırmak adı verilen bu süreç, kuşkusuz işçiler açısından, sömürüyü artırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır... Farkında olarak ya da olmayarak bu bu enformel örgütler/gruplar kapitalist çalışma tarzına, emek ve üretim süreçlerine karşı koyarlar...
Taylorizmde işçinin kimliğine, kişiliğine önem verilmez, o üretim sürecinin mekanik bir parçası olarak algılanır... Taylor’a göre işçiler, az çalışma ve tembellik eğilimi içindedir. Ancak az çalışma ve tembellik eğilimi içinde olan işçiler, şayet standartlaştırılmış iş yöntemleri, ehliyet, yetenek ve kapasitelere göre iş dağıtımı gibi, kısaca işlerin yönetimin belirlediği çerçevesinde yapılmasını benimserlerse iş verimliliği artacaktır...
Enformel grup/örgüt, Hawthorne araştırmalarının “tel bağlama gözlem odası”ndaki “deney”de kendisini ele vermişti! Buradaki işçiler, gözlemciye rağmen, şirketin uygun görmediği davranışlarda bulunmaktan çekinmiyor, açık bir şekilde üretim sınırlamaya girişiyor, yüksek ücret önerilmesine rağmen üretimi kendilerince uygun bir düzeyde tutup, artırmıyorlardı...
15-16 Haziran isyanı (1970 senesinde yürürlüğe konmaya çalışılan ve sendikal hakları engelleyen yasaya karşı İstanbul’da düzenlenen büyük yürüyüş ve çatışmalardır. 16 Haziran’da sıkı yönetim ilan edilerek sustururlur, a.ç.) büyük ölçüde bu enformel gruplara dayanır. DİSK’in birkaç gün sonra yapmak istediği mitingden önce fabrika fabrika eylemlerin başlaması, akın akın yola çıkılması basit bir sendikal örgütlenme vs.’nin ürünü değildir...
Aselsan’da tam da psikologların, işletmecilerin, davranış bilimcilerin tanımladığı anlamda, iki üç kişilik bir grup bir yerde “büyük bir yemek boykotu olacak” diye kendi aralarında, olmayan bir şeyden söz ederler, şaka olarak. Bu iki üç kişilik “enformel grubun/örgütün” olmasını diledikleri bir eyleme yönelik dilekleri, o konuşmaya şahit olan işçilerce fabrikaya yayılır. İzleyen günlerde artık bir yemek boykotu yapmak kaçınılmazdır. Kuşkusuz görev de “söylentiyi” çıkaran gruba düşer. Umulmadık bir şekilde herkes bu boykota katılır...
LC Waikiki’ye taşeronluk yapan MEHA’nın işçilerinin görkemli eyleminin (4 Mart 2009 tarihinde kriz nedeniyle şirketin yaptığı usulsüz toplu işten çıkarmalar sonrasında başlayan ve 75 gün süren eylemler, a.ç.) arkasında da bu enformel grup vardır... Saliha (Saliha Gümüş), herkesin korktuğu, işini kaybetmemek için çabaladığı bu işyerinde çalışma koşullarına, düşük ücretlere, geç ücret ödemelere karşı ilk eylem girişimlerinde yalnız bırakıldığını dile getirdikten sonra, bir sonraki eylemde onlar makinaları durdurmadıkça kendisinin de durdurmayacağını söyleyerek bir enformel grup çağrısı yapar. Bu çağrı yankı bulur ve birbirlerine güvenen işçiler aralarında grupları oluşturmaya başlar. Aslında kimse de bu oluşumdan haberdar değildir! Ama ikili, üçlü, dörtlü vs. Gruplar oluşmaya başlar ve ortak eylem örgütlenir. Sonuç, enformel grupların başlattığı ve başarı ile sürdürdüğü bir eylem olur..."
Yüksel Akkaya, "Örgütlenmenin Kayıtdışısı", Birikim, sayı 246.
İşçi konseylerinin/komitelerinin fetiş hale getirilmesi, enformel grubun yok sayılmasına, sınıfın kendi içinde yarattığı örgütlenmenin önemsenmemesine yol açmıştır. Konsey/komite gibi yapıların emir-komuta zinciri içinde oluşturulacağını düşünen bu tarz, ne yazık ki genellikle hüsrana uğramıştır...
Gramsci’nin, sezgisel olarak fark ettiği ama açıkça dillendiremediği enformel gruptan mayalanan işçi konseyleri, tam anlaşılamamış, militan bir mücadele veren bu konseylerin arkasındaki grubun yaratıcılığı görülemediği için de konseyler fetişleştirilirken, asıl maya tutan çekirdek grup yok sayılmış, sonra da emir komuta zinciri içinde konsey/komite oluşturulabileceği düşünülmüştür...
Sınıf adına hareket eden siyasal yapılar/özneler bu enformel grupları önemsemese de sermaye cephesi bu grubun önemini çok iyi bilir... emek tarihçilerinin, sendikacıların, işçi sınıfı adına siyaset yapanların görmediği bu alan, sermayenin ve onun adına araştırma yapan sosyologların, psikologların, yönetim bilimcilerin üzerinde en çok çalıştığı alandır... denilebilir ki Hawthorne Araştırmalarından (Western Electric şirketinin Chicago fabrikasıdır, burada Elton Mayo’nun yaptığı ve psikolojik, ekonomik ve fizyolojik kriterlerin işçi performanslarında ve örgütlenme biçimlerindeki yansımalarını inceleyen araştırmaları daha sonra yönetişim alanındaki bir çok çalışma ve araştırmaya ilham kaynağı olmuştur, a.ç.) Toplam Kalite Yönetimi’ne kadarki yaklaşık yüz yıllık arayışlar, işçilerin iş yerlerinde bazen bilinçli olarak, bazen kendiliğinden ama farkında olmadan oluşturdukları bu enformel örgütlenmenin temelini oluşturan grupları, direnç merkezlerini “çökertmektir”. Kuşkusuz buradaki temel amaç işletme hedefleri ile tüm çalışanların hedeflerini örtüştürmektir, bir başka ifade ile işçilere işletmenin hedeflerini kabul ettirip, çalışmalarını da bu amaca ulaşmak için yoğunlaştırmaktır. Verimliliği, üretimi artırmak adı verilen bu süreç, kuşkusuz işçiler açısından, sömürüyü artırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır... Farkında olarak ya da olmayarak bu bu enformel örgütler/gruplar kapitalist çalışma tarzına, emek ve üretim süreçlerine karşı koyarlar...
Taylorizmde işçinin kimliğine, kişiliğine önem verilmez, o üretim sürecinin mekanik bir parçası olarak algılanır... Taylor’a göre işçiler, az çalışma ve tembellik eğilimi içindedir. Ancak az çalışma ve tembellik eğilimi içinde olan işçiler, şayet standartlaştırılmış iş yöntemleri, ehliyet, yetenek ve kapasitelere göre iş dağıtımı gibi, kısaca işlerin yönetimin belirlediği çerçevesinde yapılmasını benimserlerse iş verimliliği artacaktır...
Enformel grup/örgüt, Hawthorne araştırmalarının “tel bağlama gözlem odası”ndaki “deney”de kendisini ele vermişti! Buradaki işçiler, gözlemciye rağmen, şirketin uygun görmediği davranışlarda bulunmaktan çekinmiyor, açık bir şekilde üretim sınırlamaya girişiyor, yüksek ücret önerilmesine rağmen üretimi kendilerince uygun bir düzeyde tutup, artırmıyorlardı...
15-16 Haziran isyanı (1970 senesinde yürürlüğe konmaya çalışılan ve sendikal hakları engelleyen yasaya karşı İstanbul’da düzenlenen büyük yürüyüş ve çatışmalardır. 16 Haziran’da sıkı yönetim ilan edilerek sustururlur, a.ç.) büyük ölçüde bu enformel gruplara dayanır. DİSK’in birkaç gün sonra yapmak istediği mitingden önce fabrika fabrika eylemlerin başlaması, akın akın yola çıkılması basit bir sendikal örgütlenme vs.’nin ürünü değildir...
Aselsan’da tam da psikologların, işletmecilerin, davranış bilimcilerin tanımladığı anlamda, iki üç kişilik bir grup bir yerde “büyük bir yemek boykotu olacak” diye kendi aralarında, olmayan bir şeyden söz ederler, şaka olarak. Bu iki üç kişilik “enformel grubun/örgütün” olmasını diledikleri bir eyleme yönelik dilekleri, o konuşmaya şahit olan işçilerce fabrikaya yayılır. İzleyen günlerde artık bir yemek boykotu yapmak kaçınılmazdır. Kuşkusuz görev de “söylentiyi” çıkaran gruba düşer. Umulmadık bir şekilde herkes bu boykota katılır...
LC Waikiki’ye taşeronluk yapan MEHA’nın işçilerinin görkemli eyleminin (4 Mart 2009 tarihinde kriz nedeniyle şirketin yaptığı usulsüz toplu işten çıkarmalar sonrasında başlayan ve 75 gün süren eylemler, a.ç.) arkasında da bu enformel grup vardır... Saliha (Saliha Gümüş), herkesin korktuğu, işini kaybetmemek için çabaladığı bu işyerinde çalışma koşullarına, düşük ücretlere, geç ücret ödemelere karşı ilk eylem girişimlerinde yalnız bırakıldığını dile getirdikten sonra, bir sonraki eylemde onlar makinaları durdurmadıkça kendisinin de durdurmayacağını söyleyerek bir enformel grup çağrısı yapar. Bu çağrı yankı bulur ve birbirlerine güvenen işçiler aralarında grupları oluşturmaya başlar. Aslında kimse de bu oluşumdan haberdar değildir! Ama ikili, üçlü, dörtlü vs. Gruplar oluşmaya başlar ve ortak eylem örgütlenir. Sonuç, enformel grupların başlattığı ve başarı ile sürdürdüğü bir eylem olur..."
Yüksel Akkaya, "Örgütlenmenin Kayıtdışısı", Birikim, sayı 246.
5 Ekim 2009 Pazartesi
Kadınlar daha çok çalışıp daha az kazanıyor
İstanbul Bilgi üniversitesinde düzenlenen "IMF-DB: Eleştirel Yaklaşımlar" sempozyumunda kadınların daha çok çalışıp daha az kazandığı biyolojik ayrımcı sistemi tartışılmış, Bianet'teki haber şu şekilde:
İstanbul Bilgi Üniversitesi'ndeki "IMF-DB: Eleştirel Yaklaşımlar" sempozyumunda konuşan araştırmacı-yazar Christia Wichterich, "Kapitalizmin yarattığı son finans krizinin yapılan maskülen müdahaleler nedeniyle büyüdüğünü" söyledi.
Doç. Dr. İpek İlkkaracan da her şeyin metalaştığı piyasa ekonomisinde büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bakım emeğinin metalaşmaması hakkında bilgiler verdi.
"Ekonomik krizin, ekonomik ve toplumsal krizlerle ilişkisine daha bütüncül yaklaşımlar. Yaşanan krizin içinden geleceğe bakış" başlıklı panelin kolaylaştırıcılığını Heinrich Böll Stiftung Derneği'nden Dr. Ulrike Dufner yaptı.
ilk konuşmacı Wichterich, "Yaşanan bütün krizlerde olduğu gibi son finans krizinde de bir çeşit sosyal bağımlılar haline getirilen kadınların daha çok çalışmaya başladıklarını, buna rağmen paralarını alamadıklarını" söyledi.
Krize neden olan maskülen sorunların şimdi insanlara çözüm olarak sunulduğunu kaydeden Wichterich, "bu kocaman bir yalan" dedi. "IMF'nin krizin yoğun olarak yaşandığı ülkelere 'çözüm' için verdiği paraların o ülkelerin bakım, sosyal güvenlik ve çocuk yardımı gibi alanların azalmasından başka hiçbir işe yaramadığını" belirtti.
"Dışsal çözümler yerine içeriden çözümler üretmek ve bağımlı ekonomiler yaratmamak gerektiğini" ifade eden Wichterich, "çözümlerin tutarlı, anlaşılır, sosyal ve çevresel olmadığı taktirde işe yaramayacağını" anlattı.
Panelin diğer konuşmacısı İlkkaracan ise "Şu an üzerinde durulan finansal kriz. Çevre ve gıda krizleri ise her nesil tarafından konuşulmadan bir sonraki nesle aktarılarak büyüyor" dedi.
İş gücünün yeniden üretilmesi gerektiği bakım emeğinin piyasanın dışında tutularak cinsiyet eşitsizliği doğurduğunu kaydeden İlkkaracan, "yaratılan piyasa içi ve dışı ekonomilerin şehirleşme, gelişme, büyüme gibi nedenlerle birbirinden kopuk alanlar haline gelmesinin bu eşitsizliğin doğmasına neden olduğunu" söyledi.
"Marksist feminizme göre hane halkı iki ayrı alanda uzmanlaşıyor. Erkekler piyasada işçi, kadınlar da ev emekçileri oluyorlar. Kapitalizm ve ataerkil sistem birbirlerini çıkarları nedeniyle destekliyor. Biyolojik tarihsel materyalizm bu durumu kapitalizm yeniden ortaya çıktığında kadınların biyolojik olarak doğurganlığının olması nedeniyle eve yönlendirdiği şeklinde yorumluyor. Anaakım iktisat teorisi ise kadınlar ve erkeklerin daha üretken oldukları alanlarda uzmanlaşmalarının normal olduğu görüşünde. Olması gerek bu diyor."
"İş gücüne katılmanın karar alma mekanizmalarında da yer almak anlamına geldiğini" belirten İlkkaracan, "evde çalışan kadınların uzak kaldığı bu alanda karar alanlar erkekler oluyor. Bu durum kamusal alanda da dışlanmayı getiriyor ve kamusal alanda hiyerarşi doğuyor. Bunun nedeni de artık tek güç sayılan paranın erkeklerde olması" dedi.
"Kadın sadece evden sorumludur" algısının bilinçli bir şekilde yaratıldığını vurgulayan İlkkaracan konuşmasını şöyle bitirdi:
"Cinsiyet ayrımcılığına olanak veren işgücü piyasası yaratıldı kadınlar yaratılan piramidin en altında kaldılar. Daha az para alıp daha çok çalıştırılarak belli alanlara atılıyorlar. Kadınların ev içi ve dışı mesaileri ev işleri, çocuk ve yaşlı bakımı ile dışarıdaki işleri olmak üzere üçe katlanırken erkeklerin mesailerinde hiçbir artış olmuyor."
haber: Bawer Çakır
İstanbul Bilgi Üniversitesi'ndeki "IMF-DB: Eleştirel Yaklaşımlar" sempozyumunda konuşan araştırmacı-yazar Christia Wichterich, "Kapitalizmin yarattığı son finans krizinin yapılan maskülen müdahaleler nedeniyle büyüdüğünü" söyledi.
Doç. Dr. İpek İlkkaracan da her şeyin metalaştığı piyasa ekonomisinde büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bakım emeğinin metalaşmaması hakkında bilgiler verdi.
"Ekonomik krizin, ekonomik ve toplumsal krizlerle ilişkisine daha bütüncül yaklaşımlar. Yaşanan krizin içinden geleceğe bakış" başlıklı panelin kolaylaştırıcılığını Heinrich Böll Stiftung Derneği'nden Dr. Ulrike Dufner yaptı.
ilk konuşmacı Wichterich, "Yaşanan bütün krizlerde olduğu gibi son finans krizinde de bir çeşit sosyal bağımlılar haline getirilen kadınların daha çok çalışmaya başladıklarını, buna rağmen paralarını alamadıklarını" söyledi.
Krize neden olan maskülen sorunların şimdi insanlara çözüm olarak sunulduğunu kaydeden Wichterich, "bu kocaman bir yalan" dedi. "IMF'nin krizin yoğun olarak yaşandığı ülkelere 'çözüm' için verdiği paraların o ülkelerin bakım, sosyal güvenlik ve çocuk yardımı gibi alanların azalmasından başka hiçbir işe yaramadığını" belirtti.
"Dışsal çözümler yerine içeriden çözümler üretmek ve bağımlı ekonomiler yaratmamak gerektiğini" ifade eden Wichterich, "çözümlerin tutarlı, anlaşılır, sosyal ve çevresel olmadığı taktirde işe yaramayacağını" anlattı.
Panelin diğer konuşmacısı İlkkaracan ise "Şu an üzerinde durulan finansal kriz. Çevre ve gıda krizleri ise her nesil tarafından konuşulmadan bir sonraki nesle aktarılarak büyüyor" dedi.
İş gücünün yeniden üretilmesi gerektiği bakım emeğinin piyasanın dışında tutularak cinsiyet eşitsizliği doğurduğunu kaydeden İlkkaracan, "yaratılan piyasa içi ve dışı ekonomilerin şehirleşme, gelişme, büyüme gibi nedenlerle birbirinden kopuk alanlar haline gelmesinin bu eşitsizliğin doğmasına neden olduğunu" söyledi.
"Marksist feminizme göre hane halkı iki ayrı alanda uzmanlaşıyor. Erkekler piyasada işçi, kadınlar da ev emekçileri oluyorlar. Kapitalizm ve ataerkil sistem birbirlerini çıkarları nedeniyle destekliyor. Biyolojik tarihsel materyalizm bu durumu kapitalizm yeniden ortaya çıktığında kadınların biyolojik olarak doğurganlığının olması nedeniyle eve yönlendirdiği şeklinde yorumluyor. Anaakım iktisat teorisi ise kadınlar ve erkeklerin daha üretken oldukları alanlarda uzmanlaşmalarının normal olduğu görüşünde. Olması gerek bu diyor."
"İş gücüne katılmanın karar alma mekanizmalarında da yer almak anlamına geldiğini" belirten İlkkaracan, "evde çalışan kadınların uzak kaldığı bu alanda karar alanlar erkekler oluyor. Bu durum kamusal alanda da dışlanmayı getiriyor ve kamusal alanda hiyerarşi doğuyor. Bunun nedeni de artık tek güç sayılan paranın erkeklerde olması" dedi.
"Kadın sadece evden sorumludur" algısının bilinçli bir şekilde yaratıldığını vurgulayan İlkkaracan konuşmasını şöyle bitirdi:
"Cinsiyet ayrımcılığına olanak veren işgücü piyasası yaratıldı kadınlar yaratılan piramidin en altında kaldılar. Daha az para alıp daha çok çalıştırılarak belli alanlara atılıyorlar. Kadınların ev içi ve dışı mesaileri ev işleri, çocuk ve yaşlı bakımı ile dışarıdaki işleri olmak üzere üçe katlanırken erkeklerin mesailerinde hiçbir artış olmuyor."
haber: Bawer Çakır
17 Eylül 2009 Perşembe
En yüce değer emek değil serbest zaman!
Teknolojinin mevcut düzeyiyle çalışma saatlerini dört saate kadar düşürebilmek hiç de hayal değil
Geçtiğimiz günlerde uzun zamandır görüşmediğim bir dostum, telefonda mesajla 'Zaman ne demektir' diye sordu. Düşündüm. Bir fizikçinin vermesi gereken çok cevap olabilir bu soruya, skaler bir büyüklüktür, 'big bang' den ve 'Zamanın Kısa Tarihi' kitabından alıntılar yapabilirdim. En iyi cevabın Einstein ın verdiği cevap olduğunu düşünüp, "Uzamsız var olmayandır" deyiverdim.
Arkadaşım demek istediğimi anladı mı bilmiyorum. Dünya fizik yılı olarak kutladığımız! 2005 yılı, 100 yıl öncesinde yani 1905'te genel relativite teorisiyle, uzamsız var olmayandır cevabının teorik temelleri atılmıştı. Aynı sözü ilkçağ filozoflarından birinin ifade ettiği, "Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz" aforizmasıyla da örtüştürebiliriz. Kısaca özetlemek gerekirse zaman kavramı üzerine oldukça düşünülmüş ve tartılmış bir kavram olmaya devam ediyor.
Bilimlerin temel problemlerinden biri
Zaman kavramı temel bilimlerin konusu olduğu kadar toplum bilimlerinin de, özellikle de ekonomi-politiğin temel problemlerinden biri. Üretimin örgütlenmesinde ve artı değerin üretiminde Marx, belirleyici faktör olarak emek-gücü zamanının temel ölçüt olduğunu göstermişti. Bir malın değeri onun için harcanan emek gücü zamanı ile doğru orantılıdır diyordu. (Gerekli emek ve artı emek detayına girmiyorum.) Bilimsel gelişmelerin tekniğe uygulanması ile emeğin niteliğine ve metayı elde etmek için gerekli olan zamana duyulan ihtiyacın giderek azalması, teorik olarak dönemin burjuva iktisatçılarının da görüşüydü. Sosyalistler çalışma saatlerinin düşürülmesi için mücadeleyi zaten veriyorlardı. Böylece işçiler daha az çalışarak aynı ücreti alabileceklerdi. Kapitalizm yine devrimci ve hümaniter misyonunu oynamış olacaktı!
Üretim araçlarındaki mükemmelleşme ile önceden 10 saatte üretilen bir malı şimdi iki saatte bilgisayarlı üretime geçişle çok daha kısa bir zamanda üretmek mümkün olmaktadır, oluyor. Tabii o zamanın bu doğru teorik görüşü her zaman olduğu gibi kapitalizmin mutlak genel yasasına takıldı, pratik öyle olmadı. Kapitalizmde, üretimin amacı kârdır. Üretim araçlarının gelişmesi, üretimin olağanüstü düzeyde hızlı organizasyonu ile bir malın üretimi için gerekli zamanın azalması çalışma saatlerini düşürmeyip, artmasına yol açtı. 1800'lü yılların başından itibaren büyük mücadelelerle 16-18 saatlerden, önce 14, ardından 12, 10 ve nihayet sekiz saate düşen çalışma saatleri belki de burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki savaşta (Ekim Devrimi'ni saymazsak) burjuvazinin en büyük mağlubiyetiydi.
Oysa günümüzde patronlar hem bir malın üretim süresinin düşmesinden dolayı ciddi bir artı emeği kendi hanesine yazıyor, hem de hiçbir ciddi mücadeleye girmeden çalışma saatlerini istisnasız her ülkede ve her iş kolunda giderek artırarak bu artı değeri daha da çoğaltıyorlar. Türkiye de ve dünyada, büyük küçük ayrımı yapmadan özel sektörde neredeyse tüm işletmeler 12 saat çalışmayı kanunlarda olmamasına rağmen zorunluluk haline getirmiş durumdalar.
Özellikle 90'ların başından sonra hız kazanan esnek üretim ve üretimin parçalanarak dünya nın bütün coğrafyalarına yayılışı, başka bir ifadeyle fordist üretimin terk edilişi sekiz saatlik işgünü temel kazanımının da altını iyice oydu.
Oysa teknolojinin bugünkü gelişmişliğiyle günlük çalışma saatlerinin kimi araştırmacılara göre beş kimilerine göre 4 saate kadar düşmesi mümkündür. Sovyetler Birliği'nde birinci beş yıllık planın sonunda çalışma saatlerinin günlük, altı buçuk saate düştüğü göz önüne alındığında bugün için günlük dört saat çalışma süresi hiç de hayal değildir.
Ama Türkiye işçi sınıfı şu an, ki içinde artık memurlar ve hizmet sektöründe çalışanlar da dahildir, bırakalım dört saat lik çalışma sürelerini sekiz saatlik çalışma süresi için bile 1800'lerin başında yeni olgunlaşan sanayi proletaryasının direşkenliğiyle mücadele etmek zorundadır. Bu mücadeleyi yaparken de çok yanlış bir sloganın peşinden artık gitmemelidir. "Emek en yüce değerdir". Hayır, "Zaman, serbest zaman en yüce değerdir." Herhangi bir sendikadan böyle bir slogan duydunuz mu?
Haşim Cem Çelik: Celal Bayar Üniversitesi öğretim görevlisi
Geçtiğimiz günlerde uzun zamandır görüşmediğim bir dostum, telefonda mesajla 'Zaman ne demektir' diye sordu. Düşündüm. Bir fizikçinin vermesi gereken çok cevap olabilir bu soruya, skaler bir büyüklüktür, 'big bang' den ve 'Zamanın Kısa Tarihi' kitabından alıntılar yapabilirdim. En iyi cevabın Einstein ın verdiği cevap olduğunu düşünüp, "Uzamsız var olmayandır" deyiverdim.
Arkadaşım demek istediğimi anladı mı bilmiyorum. Dünya fizik yılı olarak kutladığımız! 2005 yılı, 100 yıl öncesinde yani 1905'te genel relativite teorisiyle, uzamsız var olmayandır cevabının teorik temelleri atılmıştı. Aynı sözü ilkçağ filozoflarından birinin ifade ettiği, "Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz" aforizmasıyla da örtüştürebiliriz. Kısaca özetlemek gerekirse zaman kavramı üzerine oldukça düşünülmüş ve tartılmış bir kavram olmaya devam ediyor.
Bilimlerin temel problemlerinden biri
Zaman kavramı temel bilimlerin konusu olduğu kadar toplum bilimlerinin de, özellikle de ekonomi-politiğin temel problemlerinden biri. Üretimin örgütlenmesinde ve artı değerin üretiminde Marx, belirleyici faktör olarak emek-gücü zamanının temel ölçüt olduğunu göstermişti. Bir malın değeri onun için harcanan emek gücü zamanı ile doğru orantılıdır diyordu. (Gerekli emek ve artı emek detayına girmiyorum.) Bilimsel gelişmelerin tekniğe uygulanması ile emeğin niteliğine ve metayı elde etmek için gerekli olan zamana duyulan ihtiyacın giderek azalması, teorik olarak dönemin burjuva iktisatçılarının da görüşüydü. Sosyalistler çalışma saatlerinin düşürülmesi için mücadeleyi zaten veriyorlardı. Böylece işçiler daha az çalışarak aynı ücreti alabileceklerdi. Kapitalizm yine devrimci ve hümaniter misyonunu oynamış olacaktı!
Üretim araçlarındaki mükemmelleşme ile önceden 10 saatte üretilen bir malı şimdi iki saatte bilgisayarlı üretime geçişle çok daha kısa bir zamanda üretmek mümkün olmaktadır, oluyor. Tabii o zamanın bu doğru teorik görüşü her zaman olduğu gibi kapitalizmin mutlak genel yasasına takıldı, pratik öyle olmadı. Kapitalizmde, üretimin amacı kârdır. Üretim araçlarının gelişmesi, üretimin olağanüstü düzeyde hızlı organizasyonu ile bir malın üretimi için gerekli zamanın azalması çalışma saatlerini düşürmeyip, artmasına yol açtı. 1800'lü yılların başından itibaren büyük mücadelelerle 16-18 saatlerden, önce 14, ardından 12, 10 ve nihayet sekiz saate düşen çalışma saatleri belki de burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki savaşta (Ekim Devrimi'ni saymazsak) burjuvazinin en büyük mağlubiyetiydi.
Oysa günümüzde patronlar hem bir malın üretim süresinin düşmesinden dolayı ciddi bir artı emeği kendi hanesine yazıyor, hem de hiçbir ciddi mücadeleye girmeden çalışma saatlerini istisnasız her ülkede ve her iş kolunda giderek artırarak bu artı değeri daha da çoğaltıyorlar. Türkiye de ve dünyada, büyük küçük ayrımı yapmadan özel sektörde neredeyse tüm işletmeler 12 saat çalışmayı kanunlarda olmamasına rağmen zorunluluk haline getirmiş durumdalar.
Özellikle 90'ların başından sonra hız kazanan esnek üretim ve üretimin parçalanarak dünya nın bütün coğrafyalarına yayılışı, başka bir ifadeyle fordist üretimin terk edilişi sekiz saatlik işgünü temel kazanımının da altını iyice oydu.
Oysa teknolojinin bugünkü gelişmişliğiyle günlük çalışma saatlerinin kimi araştırmacılara göre beş kimilerine göre 4 saate kadar düşmesi mümkündür. Sovyetler Birliği'nde birinci beş yıllık planın sonunda çalışma saatlerinin günlük, altı buçuk saate düştüğü göz önüne alındığında bugün için günlük dört saat çalışma süresi hiç de hayal değildir.
Ama Türkiye işçi sınıfı şu an, ki içinde artık memurlar ve hizmet sektöründe çalışanlar da dahildir, bırakalım dört saat lik çalışma sürelerini sekiz saatlik çalışma süresi için bile 1800'lerin başında yeni olgunlaşan sanayi proletaryasının direşkenliğiyle mücadele etmek zorundadır. Bu mücadeleyi yaparken de çok yanlış bir sloganın peşinden artık gitmemelidir. "Emek en yüce değerdir". Hayır, "Zaman, serbest zaman en yüce değerdir." Herhangi bir sendikadan böyle bir slogan duydunuz mu?
Haşim Cem Çelik: Celal Bayar Üniversitesi öğretim görevlisi
7 Eylül 2009 Pazartesi
Çalış! Senin de Olur?
Yaptığımız işten bir adım uzaklaşıp bakalım... Biz eylem* mi yapıyoruz? Bir şirkette ya da fabrikadaymış gibi çalışıyor muyuz? “Çalış... Senin de olur!” diyorlar, ama sadece çok çalışarak çok özgür olamıyoruz. Çünkü genellikle yaptığımız politika değil: çalışmak.. “çalışma, insanları birbirinden farklılaştıran değil, aynılaştıran, onları sadece türün bir üyesi olarak bırakan, türsel ihtiyaçların doyurulmasına tekabül eden ve zorunluluk kategorisine bağlı olan bir etkinliktir; bu nedenle, insansal özgürlüğün ifadesi olamaz”(3). Norman O. Brown, tam da bu nedenle çalışma yerine “iş” kavramını kullanıyor (4). İktisadi aklın her türden yoksunluğa dayalı bir kültür olduğunu savunan Bernard Suits ise, zorundalık çağrıştıran “çalışma” yerine zevk alınırsa yapılan “oyun”u öneriyor: “’oynamak’ yerine yapmak istediğin için yaptığın şeyleri yapmak, ‘çalışma’ yerine de başka birşey için yaptığın şeyleri yapmak ifadelerini kullanabiliriz” diyor (5).
Pınar Selek, “Politika Hayattır”, Amargi, Sayı 11
* Bireyselliğin inşasını tamamlayamadan dünya üzerinde kendimiz olabileceğimiz, kendimizi ifade edebileceğimiz herhangi bir yer bulmamız çok güç. Selek burada eylem derken bu ifade ihtiyacına ve bu ihtiyacın varoluşsal gerekliliğine gönderme yapıyor.
Notlar:
3) Nilgün Toker, “Hannah Arendt Neden Feminist Olamadı”, Amargi, Sayı 1
4) Norman Brown, Ölüme Karşı Hayat, Ayrıntı yay., 96
5) Bernard Suits, Çekirge, Ayrıntı yay., 95
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Saatler
Olmadıkları zamanlardan öncesi ile sonrasını en keskin şekilde işaretleyen ve sayan ayraçları yaşamımızın.
Makineleşme ve ardından kapitalizmin, emek ve işgücü sayaçları.
İnsan yaşamını paraya çevirme ve hayata borçlandırılmalarımızın araçları.
Düzenli darbeleri ile üstüne indiği eti, küçük kuşbaşı parçalara ayırdığı gibi, yaşamı da birbirine eşit, ölçülebilir parçalara bölerek indirgeyen keskin satır.
Herşeyin ölçülebilirliğinin, standartlığının kurnaz tescilleyicisi.
Aynı anda biryerde ve tümdünyada olabilen, tanrıdan daha yaygın teşkilat sahibi, birörnekleştirmenin dahiyane mikro ve makro aracı.
Zamanlarını, farklı kıtalardaki, farklı kültürlerdeki insanların, birbirine bağlayan borsası tahtası.
Sesli uyarıları ile başlamamız gerektiğini hatırlatan bize, emeğimizi dökeceğimiz işlere ve günlere, uyandırıcılar, uyarıcılar. - geç kalma.
Emeğin başlangıç ve bitişini, aralarını yönlendiren düzenleyici, bölücü; parasal karşılığının hassas ölçüm cihazları.
Gizli düzenleyicisi günlük hayatın.
Dışımızdaki saatlerden sonra kaybettiğimiz kaunos - ruhi ve biyolojik, doğal saatlerimiz. Bire karşı üç.
Kaunos’u kollarının arkasındaki tiktaklara gömen, kardeş katili.
Doğumdan mezara en yakın takipçimiz.
Kendini unutturmama kaprisi ile heryerde, alakalı alakasız her cihazda gözümüze batmak için yerini alan şımarık ve yüzsüz illet.
çık hayatımdan, ölçme beni.
Olmadıkları zamanlardan öncesi ile sonrasını en keskin şekilde işaretleyen ve sayan ayraçları yaşamımızın.
Makineleşme ve ardından kapitalizmin, emek ve işgücü sayaçları.
İnsan yaşamını paraya çevirme ve hayata borçlandırılmalarımızın araçları.
Düzenli darbeleri ile üstüne indiği eti, küçük kuşbaşı parçalara ayırdığı gibi, yaşamı da birbirine eşit, ölçülebilir parçalara bölerek indirgeyen keskin satır.
Herşeyin ölçülebilirliğinin, standartlığının kurnaz tescilleyicisi.
Aynı anda biryerde ve tümdünyada olabilen, tanrıdan daha yaygın teşkilat sahibi, birörnekleştirmenin dahiyane mikro ve makro aracı.
Zamanlarını, farklı kıtalardaki, farklı kültürlerdeki insanların, birbirine bağlayan borsası tahtası.
Sesli uyarıları ile başlamamız gerektiğini hatırlatan bize, emeğimizi dökeceğimiz işlere ve günlere, uyandırıcılar, uyarıcılar. - geç kalma.
Emeğin başlangıç ve bitişini, aralarını yönlendiren düzenleyici, bölücü; parasal karşılığının hassas ölçüm cihazları.
Gizli düzenleyicisi günlük hayatın.
Dışımızdaki saatlerden sonra kaybettiğimiz kaunos - ruhi ve biyolojik, doğal saatlerimiz. Bire karşı üç.
Kaunos’u kollarının arkasındaki tiktaklara gömen, kardeş katili.
Doğumdan mezara en yakın takipçimiz.
Kendini unutturmama kaprisi ile heryerde, alakalı alakasız her cihazda gözümüze batmak için yerini alan şımarık ve yüzsüz illet.
çık hayatımdan, ölçme beni.
Dünyanın Bütün İşçileri, Felsefe Yapın!
Ranciere, Platonik düşünce çizgisinde gelişen batı felsefesi geleneğinin, emek dökmek zorunda olduğu için boş zamanı olmayan kişilerin varlığına dayanan bir toplum düzenini temellendirmesini ve bu düzenin emekçinin düşünceye cüret etmemesini onun için bir erdem olarak nitelendirmesini ele alıyor. Platon’la başladığı bu okumanın farklı durakları var. Platon’da böyle bir izlek bulmak şaşırtıcı olmazken, bu okuma bağlamında Marx’ın farklı bir perspektiften benzer bir anlayışı üretmesini görmek şaşırtıcı oluyor. Ranciere, diğer okuma duraklarında, Sartre ve orta sınıf yaşamının ve yaşam değerlerinin hegemonyasının eleştirmeni Bourdieu’nun da eleştirel olsa bile aynı felsefe geleneğinden çıkamamasını sorunsallaştırıyor. Ranciere, “filozofa ve zanaatçıya kendi paylarına dağıtılan, zaman ve uğraş bölüşümünü kendi kökensel kuramsal çekirdeği içinde kavramaya ve modern bilimsel söylemlerin çoğunun –ilerici ve devrimci olsalar bile- tohumdaki özünü koruduklarını göstermeye çalışıyor”. (s.258)
Emekten kopuş ve özgürlük zamanı
Ranciere, emek, özgürlük ve düşünce ekseninin yeniden ele alınması ve Ortodoks düşüncenin eleştirilmesi anlamında, Foucault, Arendt ve Agamben çizgisine yerleşiyor. Foucault, Arendt ve Agamben, kapitalist modernliğin tarihini, insanı emeğe, üretime ve verimliliğe zincirleyen bir bakış açısının tedricen ve çoğu zaman da felaketlerle yerleşmesi olarak nitelendirdi. “İnsanın sahip olduğu en yüce değer olarak emek” anlayışı, aslında, üretimin, izolasyonun, “insan kaynaklarının” anlayışıydı. Emeğin doğal kaynağı olarak insan “kaynağı”. Oysa hiç kimse sadece emekçi olmasın! Bu düşünürlerin yaklaşımlarını “emek karşıtlığı” ya da “emek düşmanlığı” olarak nitelendirmek doğru olmaz. Yaşamda emek dökmek ve yaşamın zorunlulukları içinde debelenmek zorunda kalan insanları –ki hangimiz değiliz- yücelten değil de, kaybolan özgürlük ufkunun yeniden düşünülmesine ve ele alınmasına cüret eden yaklaşımlarıdır bunlar. Ranciere, işçi sınıfının özgürleşmesinin, işçilere özgü değerlerin olumlanması değil, “bu değerleri temellendiren düzenden kopuş, düşünce ayrıcalığını kimilerine, üretim görevini başkalarına veren geleneksel pay dağılımın kesintiye uğraması” olduğunu söylüyor. İşçiyi işçi yapan düzenin topyekun yıkılması! Sürekli ve kesintisiz devrim! Yaratıcı olan, şiirler yazan emekçilerin ürünlerini “işçi kültürü” olarak nitelendiren yaklaşıma karşı, yaratıcılığa ve düşünmeye cüret eden işçilerin yalnızca filozoflara ve sanatçılara tahsis edilmiş düşünce lüksüne “yekten” bir saldırısı olarak okumak. Bu düşünce lüksü ancak işçinin işçi kalmasıyla mümkünse, herkesi işçi yaparak düşünceyi yok etmek değil, kimsenin işçi olmadığı, emek dökmek zahmetinin ortak paylaşıldığı ve herkesin kendini gerçekleştirebileceği kişiler arası alanda varolabilmesi; yani özgürlüğe eşit olan eylem. Ya da, “özgürlük zamandır”.
Platon ve “ascholia”
Kölelerin köleliği hak ettiğini, çünkü köle olmaktansa ölmeyi tercih edecek kadar “onurlu” olmadıklarını söyleyen filozofların tiranı Platon, bir kölenin düşünmeye cüret edebileceğini tahayyül bile etmek istemezdi. Fakat Platon’un felsefesi sadece köleleri değil, özgür zanaatçıları da düşünceden dışlıyordu. Platon, iş bölümü kesinleşmiş şehirde, “herkes kendi işini yapsın ve kendi durumuna özgü erdemi geliştirsin” (s.258) diyordu. Zanaatçının erdemi, ancak boş zaman yokluğuyla biçimleniyordu: “ascholia”, boş zamanın yokluğu. “Ama bu ‘zaman yokluğu’ da zaman ve mekanın simgesel bir bölümlenmesiydi yalnızca. Platon, zanaatçıyı salt üretme ve yeniden üretme yazgısından ayıran boş zamanı ve boş mekanı dışlamıştı” (s.264) Başlarını yaptıkları işten kaldırmama ve itaati erdeme dönüştüren zanaatçı ahlakının şehir devleti tarafından biçimlendirilmesi...
... Özgür vatandaş, bedenin ve şehrin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda değildir, yani çalışmaktan özgürleşmiştir. Vatandaşın erdemi, boş zamana –scholia- sahip olarak biçimlenir. Vatandaşlık ancak boş zaman sahibi olarak mümkündür ve ancak boş zaman bir insanı vatandaş yapabilir.
“1844 El Yazmaları”nda komünist işçilerin bir araya gelmesinde, işçi sosyalleşmesinde işçiliği aşan birşeyler görür Marx: “Komünist işçilerin bir araya gelmekteki amaçları öncelikle öğreti ve propaganda. Ama bu yolla yeni bir ihtiyacı da –sosyalleşme ihtiyacını- kendilerine mal etmiş oluyorlar ve böylelike araç gibi görünen şey amaç oluyor. Amacı sosyalleşmek olan meclis, dernek, sohbet onlara kafi geliyor; insanlığın kardeşliği onlar için boş değil, hakikattir ve alın terinin çizgilerini sertleştirdiği bu çehrelerde insanlığın soyluluğu parıldar”. Amaç, yani Antik Yunan’ın vatandaşının özgürlüğünün kırıntıları, 19.yüzyıl sosyalleşmesidir. Amaç, işçinin diğer işçilerle birlikte işçi vasfını aşmasıdır.
Fakat Marx, emeğin ve işçilik durumunun yüceltilmesindeki sorunun farkındadır. “Gotha Programının Eleştirisi”nde, emeğin tek zenginlik ve bütün kültürün kaynağı olmasını kıyasıya eleştirir. “Burjuvaların yanlış olarak emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri pek iyi temellere sahiptir, çünkü salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek gücünden başka bir şeye sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında emeğin maddi koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu ortaya çıkar. Bu insan, ancak onların izniyle çalışabilir ve yaşayabilir”. Yararlı emeğin toplum içinde üretildiğini söylemek, “birey olarak işçiye emeğin koşulu olan toplumun varlığını sürdürmesi”ni öğütler. Yararlı emeği yüceltmek mevcut toplumu yüceltmek olur ama Marx, işçiye mevcut toplumsal düzen yıkılana kadar şiiri yasaklar, çünkü bunun burjuva şiiri olacağını ve işçiye sahte bir yaratıcılık hissi vereceğini düşünür.
Ranciere, eleştirel düşüncede bile korunan bu Platonik nüvelere dikkat çekerken bir sloganı ters-yüz ediyor –bunun tüm tehlikeleriyle birlikte: Dünyanın Bütün İşçileri, Felsefe Yapın!
Express Dergisi 2009/08 sayısında Jacques Ranciere’in Filozof ve Yoksulları kitabını “Emeğin Metafiziği” başlıklı yazısında inceleyen Göksun Yazıcı’dan alıntıdır.
Emekten kopuş ve özgürlük zamanı
Ranciere, emek, özgürlük ve düşünce ekseninin yeniden ele alınması ve Ortodoks düşüncenin eleştirilmesi anlamında, Foucault, Arendt ve Agamben çizgisine yerleşiyor. Foucault, Arendt ve Agamben, kapitalist modernliğin tarihini, insanı emeğe, üretime ve verimliliğe zincirleyen bir bakış açısının tedricen ve çoğu zaman da felaketlerle yerleşmesi olarak nitelendirdi. “İnsanın sahip olduğu en yüce değer olarak emek” anlayışı, aslında, üretimin, izolasyonun, “insan kaynaklarının” anlayışıydı. Emeğin doğal kaynağı olarak insan “kaynağı”. Oysa hiç kimse sadece emekçi olmasın! Bu düşünürlerin yaklaşımlarını “emek karşıtlığı” ya da “emek düşmanlığı” olarak nitelendirmek doğru olmaz. Yaşamda emek dökmek ve yaşamın zorunlulukları içinde debelenmek zorunda kalan insanları –ki hangimiz değiliz- yücelten değil de, kaybolan özgürlük ufkunun yeniden düşünülmesine ve ele alınmasına cüret eden yaklaşımlarıdır bunlar. Ranciere, işçi sınıfının özgürleşmesinin, işçilere özgü değerlerin olumlanması değil, “bu değerleri temellendiren düzenden kopuş, düşünce ayrıcalığını kimilerine, üretim görevini başkalarına veren geleneksel pay dağılımın kesintiye uğraması” olduğunu söylüyor. İşçiyi işçi yapan düzenin topyekun yıkılması! Sürekli ve kesintisiz devrim! Yaratıcı olan, şiirler yazan emekçilerin ürünlerini “işçi kültürü” olarak nitelendiren yaklaşıma karşı, yaratıcılığa ve düşünmeye cüret eden işçilerin yalnızca filozoflara ve sanatçılara tahsis edilmiş düşünce lüksüne “yekten” bir saldırısı olarak okumak. Bu düşünce lüksü ancak işçinin işçi kalmasıyla mümkünse, herkesi işçi yaparak düşünceyi yok etmek değil, kimsenin işçi olmadığı, emek dökmek zahmetinin ortak paylaşıldığı ve herkesin kendini gerçekleştirebileceği kişiler arası alanda varolabilmesi; yani özgürlüğe eşit olan eylem. Ya da, “özgürlük zamandır”.
Platon ve “ascholia”
Kölelerin köleliği hak ettiğini, çünkü köle olmaktansa ölmeyi tercih edecek kadar “onurlu” olmadıklarını söyleyen filozofların tiranı Platon, bir kölenin düşünmeye cüret edebileceğini tahayyül bile etmek istemezdi. Fakat Platon’un felsefesi sadece köleleri değil, özgür zanaatçıları da düşünceden dışlıyordu. Platon, iş bölümü kesinleşmiş şehirde, “herkes kendi işini yapsın ve kendi durumuna özgü erdemi geliştirsin” (s.258) diyordu. Zanaatçının erdemi, ancak boş zaman yokluğuyla biçimleniyordu: “ascholia”, boş zamanın yokluğu. “Ama bu ‘zaman yokluğu’ da zaman ve mekanın simgesel bir bölümlenmesiydi yalnızca. Platon, zanaatçıyı salt üretme ve yeniden üretme yazgısından ayıran boş zamanı ve boş mekanı dışlamıştı” (s.264) Başlarını yaptıkları işten kaldırmama ve itaati erdeme dönüştüren zanaatçı ahlakının şehir devleti tarafından biçimlendirilmesi...
... Özgür vatandaş, bedenin ve şehrin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda değildir, yani çalışmaktan özgürleşmiştir. Vatandaşın erdemi, boş zamana –scholia- sahip olarak biçimlenir. Vatandaşlık ancak boş zaman sahibi olarak mümkündür ve ancak boş zaman bir insanı vatandaş yapabilir.
“1844 El Yazmaları”nda komünist işçilerin bir araya gelmesinde, işçi sosyalleşmesinde işçiliği aşan birşeyler görür Marx: “Komünist işçilerin bir araya gelmekteki amaçları öncelikle öğreti ve propaganda. Ama bu yolla yeni bir ihtiyacı da –sosyalleşme ihtiyacını- kendilerine mal etmiş oluyorlar ve böylelike araç gibi görünen şey amaç oluyor. Amacı sosyalleşmek olan meclis, dernek, sohbet onlara kafi geliyor; insanlığın kardeşliği onlar için boş değil, hakikattir ve alın terinin çizgilerini sertleştirdiği bu çehrelerde insanlığın soyluluğu parıldar”. Amaç, yani Antik Yunan’ın vatandaşının özgürlüğünün kırıntıları, 19.yüzyıl sosyalleşmesidir. Amaç, işçinin diğer işçilerle birlikte işçi vasfını aşmasıdır.
Fakat Marx, emeğin ve işçilik durumunun yüceltilmesindeki sorunun farkındadır. “Gotha Programının Eleştirisi”nde, emeğin tek zenginlik ve bütün kültürün kaynağı olmasını kıyasıya eleştirir. “Burjuvaların yanlış olarak emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri pek iyi temellere sahiptir, çünkü salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek gücünden başka bir şeye sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında emeğin maddi koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu ortaya çıkar. Bu insan, ancak onların izniyle çalışabilir ve yaşayabilir”. Yararlı emeğin toplum içinde üretildiğini söylemek, “birey olarak işçiye emeğin koşulu olan toplumun varlığını sürdürmesi”ni öğütler. Yararlı emeği yüceltmek mevcut toplumu yüceltmek olur ama Marx, işçiye mevcut toplumsal düzen yıkılana kadar şiiri yasaklar, çünkü bunun burjuva şiiri olacağını ve işçiye sahte bir yaratıcılık hissi vereceğini düşünür.
Ranciere, eleştirel düşüncede bile korunan bu Platonik nüvelere dikkat çekerken bir sloganı ters-yüz ediyor –bunun tüm tehlikeleriyle birlikte: Dünyanın Bütün İşçileri, Felsefe Yapın!
Express Dergisi 2009/08 sayısında Jacques Ranciere’in Filozof ve Yoksulları kitabını “Emeğin Metafiziği” başlıklı yazısında inceleyen Göksun Yazıcı’dan alıntıdır.
6 Ağustos 2009 Perşembe
Karakter Aşınması
Kültürel muhafazakarlık aslında yaşamda yokluğu hissedilen tutarlılık duygusunun ifadesinden ibaret. Çünkü sürekli parçalanıp duran, hiç durmadan bozunan kurumlarda kişi kendi kimliğini ve yaşam öyküsünü oluşturamaz ve bu durum da sıklıkla tezahürünü muhafazakarlıkta bulur. Bu sürekli gerilim karşısıda kişinin dünyaya karşı tavırlarını içeren karakteri de aşınmaya uğrar. Sennett, uzun bir makale olarak kurgulanan kitabında bu karakter aşınmasını konu eder:
“Eski ingilizce kullananların, hatta antikçağ yazarlarının “karakter” kelimesinin anlamı konusunda hiçbir şüphesi yoktu: Karakter, kendi arzualrımıza ve diğer insanlarla aramızdaki ilişkilere yüklediğimiz etik değerdir. Horatius bir insanın karakterinin, onun dünyayla oaln bağlantılarıyla ilintili olduunu yazar. Bu anlamda “karakter”, insanın içinde beslediği ancek kimse tarafından gözlemlenemeyen arzu ve duyarlılıkları ifade eden “kişilik” adlı modern türevinden daha kapsayıcı bir terimdir.
Karakter, asıl olarak duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli boyutu üzerine odaklanır. Karakter kendini, sadakat ve karşılıklı bağlılık, uzun vadeli bir hedef için çaba sarf etme ya da gelecekteki bir amaç uğruna bugünk kimi mükafatları erteleme şeklinde gösterir. Her birimiz, belirli bir anda yaşadığımız duygu karmaşasının içinden bazı duyguları seçer ve içimizde yaşatırız; yaşattığımız bu duygulara karakterimizi oluşturur. Karakter kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimizdir.
Sabırsız, mevcut ana odaklanan bir toplumda, hangi özelliğimizin kalıcı değer taşıdığına nasıl karar verebiliriz? Kısa vadeye kilitlenmiş bir ekonomide nasıl uzun vadeli hedeflere sahip olabiliriz? Her an parçalanan veya sürekli olarak yeniden şekillendirilen kurumlarda, karşılıklı sadakat ve bağlılık nasıl sürdürülebilir? Bunlar yeni, esnek kapitalizmin karakter konusunda karşımıza çıkardığı sorunlardır. (s.10-11)”
Yaşantının, dedelerimizin yapabildiği gibi gelecek kuşaklara aktarılabilecek ve mesellerle dolu bir anlatıya artık dönüşemiyor olmasının nedeni ve zamanda kırılma:
“Yeni kapitalizmin zaman boyutu, insanın karakteri ile bu karakterin süregiden bir anlatıya dönüşmesini engelleyen çılgın zaman deneyimi arasıdna bir çatışma yarattı.
Ancak bugünkü belirsizliğin garip yönü, bunun hiçbir korkunç tarihi felaket olmadan var olmasıdır (Sennett bir önceki paragrafta savaş veya açlık gibi felaketlerden bahseder a.ç.); belirsizlik güçlü kapitalizmin gündelik işleyişine sinmiştir. İstikrarsızlık normal durumdur. Schumpeter’in girişimci figürü, günümüzün sıradan insanı olarak sunuluyor. Karakterin aşınması belki de kaçınılmaz bir sonuç. “Uzun vade yok” anlayışı uzun vadede kişinin davranışını yolundan saptırıyor, güven ve sadakat bağlarını zayıflatıyor; iradeyle davranışı birbirinden koparıyor. (s.30)”
Rutin sıkıcıdır ancak bellek de zamansal ve mekansal bir kategori:
“Ulusların Zenginliği çok uzun bir kitaptır: Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundular. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hale gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür. Smith, iğne imalatında, işlemleri parçalara bölmenin, iğne işçilerine saatler boyunca tek bir küçük işlem yaptırmak ve onları uyuşturucu ve sıkıcı bir işgününe mahkum etmek olduğunu fark etmişti. Rutin, belirli bir noktada zararlı hale gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın zinen öldüğü anlamına gelir. (s.37)”
Karakter Aşınması, Richard Sennett, Ayrıntı yay.
“Eski ingilizce kullananların, hatta antikçağ yazarlarının “karakter” kelimesinin anlamı konusunda hiçbir şüphesi yoktu: Karakter, kendi arzualrımıza ve diğer insanlarla aramızdaki ilişkilere yüklediğimiz etik değerdir. Horatius bir insanın karakterinin, onun dünyayla oaln bağlantılarıyla ilintili olduunu yazar. Bu anlamda “karakter”, insanın içinde beslediği ancek kimse tarafından gözlemlenemeyen arzu ve duyarlılıkları ifade eden “kişilik” adlı modern türevinden daha kapsayıcı bir terimdir.
Karakter, asıl olarak duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli boyutu üzerine odaklanır. Karakter kendini, sadakat ve karşılıklı bağlılık, uzun vadeli bir hedef için çaba sarf etme ya da gelecekteki bir amaç uğruna bugünk kimi mükafatları erteleme şeklinde gösterir. Her birimiz, belirli bir anda yaşadığımız duygu karmaşasının içinden bazı duyguları seçer ve içimizde yaşatırız; yaşattığımız bu duygulara karakterimizi oluşturur. Karakter kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimizdir.
Sabırsız, mevcut ana odaklanan bir toplumda, hangi özelliğimizin kalıcı değer taşıdığına nasıl karar verebiliriz? Kısa vadeye kilitlenmiş bir ekonomide nasıl uzun vadeli hedeflere sahip olabiliriz? Her an parçalanan veya sürekli olarak yeniden şekillendirilen kurumlarda, karşılıklı sadakat ve bağlılık nasıl sürdürülebilir? Bunlar yeni, esnek kapitalizmin karakter konusunda karşımıza çıkardığı sorunlardır. (s.10-11)”
Yaşantının, dedelerimizin yapabildiği gibi gelecek kuşaklara aktarılabilecek ve mesellerle dolu bir anlatıya artık dönüşemiyor olmasının nedeni ve zamanda kırılma:
“Yeni kapitalizmin zaman boyutu, insanın karakteri ile bu karakterin süregiden bir anlatıya dönüşmesini engelleyen çılgın zaman deneyimi arasıdna bir çatışma yarattı.
Ancak bugünkü belirsizliğin garip yönü, bunun hiçbir korkunç tarihi felaket olmadan var olmasıdır (Sennett bir önceki paragrafta savaş veya açlık gibi felaketlerden bahseder a.ç.); belirsizlik güçlü kapitalizmin gündelik işleyişine sinmiştir. İstikrarsızlık normal durumdur. Schumpeter’in girişimci figürü, günümüzün sıradan insanı olarak sunuluyor. Karakterin aşınması belki de kaçınılmaz bir sonuç. “Uzun vade yok” anlayışı uzun vadede kişinin davranışını yolundan saptırıyor, güven ve sadakat bağlarını zayıflatıyor; iradeyle davranışı birbirinden koparıyor. (s.30)”
Rutin sıkıcıdır ancak bellek de zamansal ve mekansal bir kategori:
“Ulusların Zenginliği çok uzun bir kitaptır: Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundular. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hale gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür. Smith, iğne imalatında, işlemleri parçalara bölmenin, iğne işçilerine saatler boyunca tek bir küçük işlem yaptırmak ve onları uyuşturucu ve sıkıcı bir işgününe mahkum etmek olduğunu fark etmişti. Rutin, belirli bir noktada zararlı hale gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın zinen öldüğü anlamına gelir. (s.37)”
Karakter Aşınması, Richard Sennett, Ayrıntı yay.
30 Temmuz 2009 Perşembe
Çalış ama Alışma
Umur Talu'dan:
"Bu sırrı vermeyecektim ama...
Arabada "Nazar etme ne olur..." gibi yaratıcı sözler bulundurmasam da, çalıştığım odanın bir yerinde, yıllar önce Fransa'dan aldığım bir kart var:
"İnsanoğlu çalışmak için yaratılmamıştır... Öyle olsaydı, yorulmazdı."
Şimdi, "Çalış, övün, güven" denmiş, çalışkanlara iyi not verilen, çalışkanlara prim verilen bir (ve her) memlekette bizimkisi olsa olsa fantezi, küstahlık, şımarıklık sayılır.
Buna zaten sermayedar, bürokrat, siyasetçi, hocalar, büyükler hep kızar da...
Solda veya sosyalist olmayı "Emek övgüsü" ile izah eden, onca "Kapital"in sonunda, onca manifestonun nihayetinde neyin hayal edilmiş olduğunu atlayanlar da öyle yapar muhtemelen.
Oysa...
"Yabancılaşmış emek"in ortadan kaldırılmasına dair hikaye başka bir şey anlatmak ister; çok sayıda insan anlamıştır ama çoğu yanlış anlamıştır.
Neyse...
Zaten "somut durumun tahlili"nden gerçekçi bir hayalin peşine düşen, yanlış biçimde "emek övgüsü" yaptığı sanılıp duran o Marx'ın damadının, Lafargue'ın da "Tembellik hakkı"nın yazarı olması ironidir tabii.
Bodrum'da, öyle sadece kaymağın değil ama her kesimden insanın "gevşeme" çabasına, gayretine ve gerilerek gevşeme telaşına tanık oldum biraz.
Kafamdaki soru şuydu:
İnsanlar başka birisi mi olmak istiyor; yoksa esas aradığı, bulmak istedikleri kendileri midir? (Tabii buna "başka birini bulmak" da dahil!)
Yani esas olan, işteki, ailedeki, memleketteki, kendi her günkü ortamlarındaki halleri midir; yoksa şu arınma, sıyrılma, dinlenme veya çıldırma seferberlikleri mi?
Önünde sonunda süresi belirli, mevsimi kısıtlı, günleri sayılı bir "tatil" kendinden kaçış mıdır, kendine kaçış mı (Başkalarından... daha başka, bambaşka başkalarına kaçış teşebbüsü belki)?
Eğer ikincisiyse, o kısacık zaman diliminde kendine rastlamama, kendini bulamama ihtimali yüksek değil mi ki? Yine hep başkasına öykünme, yine kendini başkalarına beğendirme, bir ötekine benzeme, daha serbest görünse de rutinlere, standartlara, eğlence ve dinlenme kalıplarına uyma endişe, telaş ve kargaşası, çalışma günlerinden de daha uzun ve yoğun bir "tatil çalışkanlığı" kendine kaçmaya fırsat tanıyabilir mi?
"Tatil kalıbı" da bir bakıma "iş"in formatında ise...
Çalıştığın, çalıştırıldığın, alıştırıldığın biçimlerin "öteki yüzü" ise...
Çölde bir vaha illüzyonu ise...
Ey köle...
Biraz nefes al...
Ve tekrar geç yerine!
Duruma uygun olsun diye, iki kitap okuyordum şu ara:
Ne tesadüf!
Biri, Robert Musil'in, 1921'den 1942'de ölümüne kadar üstünde dolaştığı romanı, harika Ahmet Cemal çevirisi, "Niteliksiz Adam" (Yapı Kredi Yayınları):
"İnsanlık gerçekliği kazanırken düş denilen şeyi yitirdi. İnsan artık bir ağacın altına uzanıp ayağının başparmağı ile ikinci parmağı arasından gökyüzünü seyretmiyor, fakat bir şeyler yaratıyor...
Sanki eski, tembel insanlık bir karınca yığınının üstünde uyuyakalmış ve yeni insanlık uyandığında, karıncalar kanına karışmışlar ve sanki insanlık, o zamandan beri, bu hayvanlara özgü berbat çalışkanlık duygusunu üzerinden bir türlü atamadan en büyük hareketleri gerçekleştirmek zorunda...
İnsanoğlunun iç dünyasındaki kuraklık, ayrıntıda kılı kırk yarmaktan, genelde ise umursamazlıktan oluşan o korkunç karışım, insanlığın bir ayrıntılar çölündeki korkunç terkedilmişliği, tedirginliği, kötülüğü, yüreğe değgin eşsiz umursamazlığı, para hırsı, soğukluğu ve zorbalığı..."
Biri böyle işte.
Diğer kitap ise Fransa'da halen üniversitede dersler veren Cezayir doğumlu düşünür Jacques Ranciere'in "Filozof ve Yoksulları" (Metis Yayınları, çeviren: Aziz Ufuk Kılıç) Uzatmayayım.
Bu kitabın özü de şu:
Birileri sadece çalışmalı; birileri ise onlar adına da düşünmeli.
Düzen bu. Birinciler düşünmeye de kalkarsa düzen bozulur.
Esas eşitsizlik bu. Eşitsizliklerin esası bu.
O yüzden de...
Hep çalışma övülür.
Kimler tarafından:
Çalışan, çalıştırılan, alıştırılan çok çok çok sayıda insan adına lüzumlu, önemli, kıymetli her şeyi zaten düşündüklerini kabul ettirenler tarafından.
İnsanın zincirlerini kırması o yüzden aslında emeğe dair bir şey değildir; tam tersine, işten ve ezberden kafasını kaldırıp "Dur yahu, ne oluyoruz" demesine dairdir. Emeği karşısında bile özgürleşebilmesidir.
Öyle işte...
İnsan, çalışmaktan ziyade düşünmek için yaratılmıştır aslında.
Tamam, çalışmak gerekebilir; ama, çalıştıranların istediği biçimde öldürmeyin düşünceyi, kurutmayın düşlerinizi.
İki parmağınız arasından gökyüzüne bakacak ve hiç görmediklerini görecek, hiç düşünmediklerini düşünecek, hiç düşlemediklerini düşleyecek kadar, kendinizden kendinize kaçmayı unutmayın!
Mekan önemli olmayabilir; bu, zamana dair bir şeydir."
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/talu/2009/07/28/calis_ama_alisma
"Bu sırrı vermeyecektim ama...
Arabada "Nazar etme ne olur..." gibi yaratıcı sözler bulundurmasam da, çalıştığım odanın bir yerinde, yıllar önce Fransa'dan aldığım bir kart var:
"İnsanoğlu çalışmak için yaratılmamıştır... Öyle olsaydı, yorulmazdı."
Şimdi, "Çalış, övün, güven" denmiş, çalışkanlara iyi not verilen, çalışkanlara prim verilen bir (ve her) memlekette bizimkisi olsa olsa fantezi, küstahlık, şımarıklık sayılır.
Buna zaten sermayedar, bürokrat, siyasetçi, hocalar, büyükler hep kızar da...
Solda veya sosyalist olmayı "Emek övgüsü" ile izah eden, onca "Kapital"in sonunda, onca manifestonun nihayetinde neyin hayal edilmiş olduğunu atlayanlar da öyle yapar muhtemelen.
Oysa...
"Yabancılaşmış emek"in ortadan kaldırılmasına dair hikaye başka bir şey anlatmak ister; çok sayıda insan anlamıştır ama çoğu yanlış anlamıştır.
Neyse...
Zaten "somut durumun tahlili"nden gerçekçi bir hayalin peşine düşen, yanlış biçimde "emek övgüsü" yaptığı sanılıp duran o Marx'ın damadının, Lafargue'ın da "Tembellik hakkı"nın yazarı olması ironidir tabii.
Bodrum'da, öyle sadece kaymağın değil ama her kesimden insanın "gevşeme" çabasına, gayretine ve gerilerek gevşeme telaşına tanık oldum biraz.
Kafamdaki soru şuydu:
İnsanlar başka birisi mi olmak istiyor; yoksa esas aradığı, bulmak istedikleri kendileri midir? (Tabii buna "başka birini bulmak" da dahil!)
Yani esas olan, işteki, ailedeki, memleketteki, kendi her günkü ortamlarındaki halleri midir; yoksa şu arınma, sıyrılma, dinlenme veya çıldırma seferberlikleri mi?
Önünde sonunda süresi belirli, mevsimi kısıtlı, günleri sayılı bir "tatil" kendinden kaçış mıdır, kendine kaçış mı (Başkalarından... daha başka, bambaşka başkalarına kaçış teşebbüsü belki)?
Eğer ikincisiyse, o kısacık zaman diliminde kendine rastlamama, kendini bulamama ihtimali yüksek değil mi ki? Yine hep başkasına öykünme, yine kendini başkalarına beğendirme, bir ötekine benzeme, daha serbest görünse de rutinlere, standartlara, eğlence ve dinlenme kalıplarına uyma endişe, telaş ve kargaşası, çalışma günlerinden de daha uzun ve yoğun bir "tatil çalışkanlığı" kendine kaçmaya fırsat tanıyabilir mi?
"Tatil kalıbı" da bir bakıma "iş"in formatında ise...
Çalıştığın, çalıştırıldığın, alıştırıldığın biçimlerin "öteki yüzü" ise...
Çölde bir vaha illüzyonu ise...
Ey köle...
Biraz nefes al...
Ve tekrar geç yerine!
Duruma uygun olsun diye, iki kitap okuyordum şu ara:
Ne tesadüf!
Biri, Robert Musil'in, 1921'den 1942'de ölümüne kadar üstünde dolaştığı romanı, harika Ahmet Cemal çevirisi, "Niteliksiz Adam" (Yapı Kredi Yayınları):
"İnsanlık gerçekliği kazanırken düş denilen şeyi yitirdi. İnsan artık bir ağacın altına uzanıp ayağının başparmağı ile ikinci parmağı arasından gökyüzünü seyretmiyor, fakat bir şeyler yaratıyor...
Sanki eski, tembel insanlık bir karınca yığınının üstünde uyuyakalmış ve yeni insanlık uyandığında, karıncalar kanına karışmışlar ve sanki insanlık, o zamandan beri, bu hayvanlara özgü berbat çalışkanlık duygusunu üzerinden bir türlü atamadan en büyük hareketleri gerçekleştirmek zorunda...
İnsanoğlunun iç dünyasındaki kuraklık, ayrıntıda kılı kırk yarmaktan, genelde ise umursamazlıktan oluşan o korkunç karışım, insanlığın bir ayrıntılar çölündeki korkunç terkedilmişliği, tedirginliği, kötülüğü, yüreğe değgin eşsiz umursamazlığı, para hırsı, soğukluğu ve zorbalığı..."
Biri böyle işte.
Diğer kitap ise Fransa'da halen üniversitede dersler veren Cezayir doğumlu düşünür Jacques Ranciere'in "Filozof ve Yoksulları" (Metis Yayınları, çeviren: Aziz Ufuk Kılıç) Uzatmayayım.
Bu kitabın özü de şu:
Birileri sadece çalışmalı; birileri ise onlar adına da düşünmeli.
Düzen bu. Birinciler düşünmeye de kalkarsa düzen bozulur.
Esas eşitsizlik bu. Eşitsizliklerin esası bu.
O yüzden de...
Hep çalışma övülür.
Kimler tarafından:
Çalışan, çalıştırılan, alıştırılan çok çok çok sayıda insan adına lüzumlu, önemli, kıymetli her şeyi zaten düşündüklerini kabul ettirenler tarafından.
İnsanın zincirlerini kırması o yüzden aslında emeğe dair bir şey değildir; tam tersine, işten ve ezberden kafasını kaldırıp "Dur yahu, ne oluyoruz" demesine dairdir. Emeği karşısında bile özgürleşebilmesidir.
Öyle işte...
İnsan, çalışmaktan ziyade düşünmek için yaratılmıştır aslında.
Tamam, çalışmak gerekebilir; ama, çalıştıranların istediği biçimde öldürmeyin düşünceyi, kurutmayın düşlerinizi.
İki parmağınız arasından gökyüzüne bakacak ve hiç görmediklerini görecek, hiç düşünmediklerini düşünecek, hiç düşlemediklerini düşleyecek kadar, kendinizden kendinize kaçmayı unutmayın!
Mekan önemli olmayabilir; bu, zamana dair bir şeydir."
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/talu/2009/07/28/calis_ama_alisma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)