Bugün “emeğin, çalışmanın itibarsızlaştırılması yönünde top-yekûn bir toplumsal hareket var”. Bu yaklaşım emekle birlikte emekçinin değerini de aşındıran bir yaklaşım. Artık üretimin değil yönetimin önemli olduğu söylemi ne yapsa yaranamaz bir ruh hali içerisindeki çalışanın üzerinde yoğun bir iç rekabet baskısı da uyandırıyor, kendi iş arkadaşlarıyla girmeye zorlandığı bir rekabetin baskısı. Bu ise işyerinde olması gerekli haksızlığa karşı direniş birliğini dağıtıyor.
Performans değerlendirme adı altında yapılan sahte ve subjektif değerlendirmeler karşısında da çalışanın herhangi bir savunma olanağı bulunmuyor. Böylece emek değerindeki kayıp beher üretim çıktısındaki değeri de azaltarak kendisini kanıtlayabilmek yani performans değerlendirmeleri sonunda işini koruyabilmek isteyen çalışanı üretimin miktarını yani çalışmayı arttırmaya zorluyor. Bilhassa imalat sektörü dışındaki alanlarda yani imalat/saat denkleminin kurulamadığı ve emeğin tamamen subjektif kriterlerle değerlendirildiği sektörlerde çalışanların “fark edilmek” için yapabildiği tek şey işinin başından ayrılmamak oluyor.
Tüm bu oyun oynanırken izlenen davranış kalıpları neredeyse hep aynı; yönetici, motivasyon toplantıları adı altında çalışanlarına daha çok çaba göstermelerini salık veren amfetaminli konuşmalar yaptıktan sonra ilan panosuna ayın elemanı çizelgesini asıyor, tehdit eder gibi. Ve çalışan, o ana kadar edindiği tüm değerlerine hilafen yaşadığı bu ızdıraba, işini kaybetme korkusu yüzünden katlanmak zorunda hissederken tüm bu yakınlık gösterisi ona sahte bir dayanak işlevi görüyor. İşte böylece suç ortaklığına itilirken (çünkü tüm bu oyun işi asıl yapanın, üretenin, çarkı döndürenin rızası olmadan oynanamaz) kaybettiği kendi onuru, kendi hayatı oluyor. Aşağıdaki yazı Express dergisinin son sayısında yayınlanan Christophe Dejours söyleşisinden:
Bugün... tehdit, yönetmenin temel ilkesi haline geldi. Ne adına? Ekonomik kriz adına, rekabet adına...
Sistem korku üzerinden işliyor. Yeni çalışma organizasyonlarıyla, neoliberal dönüşümle, 1980'lerin başından itibaren, çalışma hayatına korku hâkim oldu. O dönemden beri, finansal faaliyetler serpildi, borsa yükselişe geçti ve bir daha da düşmedi. Burada devlet çok temel bir rol oynadı ve oynuyor.
.....
‘80'lerden beri çalışma dünyasının temel yapısını oluşturan unsur korku, işten çıkarılma tehdidi, prekaryalaşma endişesi. Şirketlerde, hatta kamu işletmelerinde beyaz yakalılar böyle yetiştiriliyor.
Bundan tamamen bağımsız olmayan ama daha farklı bir korku daha var, o da tutunamama, tutturamama korkusu; performansı tutturamama, ritmi, hedefleri tutturamama, uyum sağlayamama, teknolojik gelişmelere ayak uyduramama korkusu...
Çünkü tehdit ve güvencesizleştirme sistemi ölçüm sistemiyle içice. Ölçümün başlıca işlevi çalışanlara korku salması. Her şeyin ölçüye tâbi tutulması büyük tehdit. Ölçüm, değerlendirme denen şeyse tamamen keyfî, rastlantısal. İnsanlar kendilerinin ölçülmesi için gerekli verileri kendileri üretiyorlar, bunları enformasyon haline getiriyorlar, bilgisayarlara yüklüyorlar... Sonra bu, başka birileri tarafından ölçülüp değerlendiriliyor... Ölçülenlerin tartışma, müzakere etme hakkı yok. Herkes bir üstü tarafından, gizlice değerlendiriliyor...
Tehdit boyutu bir yana, emek ölçülemez. Emeğin ölçülmesi büyük bir çalışma hakkı ihlâlidir, suçtur. Emeğin, işin sonuçları ölçülebilir ancak, ki o da her zaman değil...
...Çalışmanın, emeğin ölçülmesi utanç verici bir durum. Bu sahte bir bilim, alenen yalan. Bütün bunların gerisinde, işbirliği yapan koca bir bilimciler ordusu var: Her şeyi ölçebileceklerini, sayıya vurabileceklerini iddia eden yığınla psikolog, sosyolog, mühendis! Ve üstelik bir de artık emek diye bir şeyin kalmadığını söylüyorlar...
Sözde-ölçümleri yapmak için yığınla insan lâzım. İşten çıkarmakla tehdit etmek için yığınla insan lâzım. "Daha fazla gayret etmezsen işinden olursun" demek için yığınla insan lâzım. Çok fazla insanın işbirliği yapması, coşkularını, enerjilerini, heveslerini sisteme katması lâzım.
.....
Neoliberalizmi analiz ederken keşfedilen bu ara halka (sistemle işbirliği a.ç.), çok temel. Totaliter sistemlerin işleyişinde daha önce teşhis edilemeyen bir süreçti bu. Totaliter bir sistemin işlemesi için de insanların şevki gerekir. Milyonlarca kişinin iştiraki olmasa Naziler ölüm trenlerini kaldıramazdı. Bugüne kadar totaliter sistemlerde işbirliğinin, kötünün öğrenilmesinde çalışmanın temel rolü tam olarak anlaşılamamıştı. Genel olarak totaliter sistemlerin temel ara halkasını neoliberal sistem üzerine çalışırken keşfediyoruz.
Bu sistemde mümkün olan iki mantık var: Tehdide dayalı yönetim ve ödüllendirmeye dayalı yönetim. Bunların ikisi de sürekli artışı gerektirir... İki mantık arasındaki fark, tehdidin sınırı vardır ama ödüllendirmenin sınırı yoktur...
Zenginlikler hızla artmaya devam ediyor ama gittikçe daha fazla yoksul var, daha da artacak. Ekonomik refah arttıkça yoksullar da artacak. Zenginleşen insanlar ve yükselen borsa karşısında düzenleyicilik rolünü eskiden devlet üstleniyordu. Ama devlet geri çekiliyor, zenginlik arttıkça paylaşımdaki eşitsizlik de artıyor. Bu sistem yıkıma götürür. Bununla birlikte, her şeyi yıkması için çalışacak hiç kimsenin kalmaması gerekiyor, o noktada değiliz. Daha çok uzun süre böyle devam edebilir. Bir kere daha vurguluyorum, bu sistem çoğumuzun, çoğunluğun işbirliği ve iştirakiyle işliyor, başka türlü işleyemez. Bireysel düzeyde ama asıl önemlisi kolektif olarak bunun üzerine düşünmeliyiz.(Sİ/BB)
röportajı derleyen: Siren İdemen
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder