27 Ocak 2010 Çarşamba

Aylakça bir yazı

"1800’lü yıllarda İngiltere’nin dokuma atölyelerinde 12 saat çalıştırılıyordu çocuklar. Bu ağır çalışma koşulları yüzünden işçi çocuklar arasında ölüm olaylarının görülmesi, o günlerin İngiltere’sinde büyük tartışmalar yaratmıştı. Uzun süren mücadeleler sonucunda, 1848’de çalışma saati ancak 10 saate indirilebilmişti. Ama işverenler, bilim adamlarına hazırlattıkları raporlarla, çocukların fabrikaların sıcak ve temiz moral havası içinde bulunmalarının, dışarıda bulunmalarından daha iyi olacağını, bu sayede aylaklığın getireceği kötü alışkanlıklardan korunacaklarını söyleyerek, çalışma saatindeki indirime şiddetle karşı çıkmışlardı. Hatta bazı çocukların anne-babalarına dilekçe yazdırarak, çocuklar için çalışmanın değil de aylaklığın tehlikeli olduğu yönünde propaganda yapmışlardı. Aslında tüm amaç, daha fazla kâr ve sömürüydü.

Günümüzde 12 saat civarında çalışan insan sayısının azımsanmayacak düzeyde olduğunu biliyoruz. Sendikalar ve diğer siyasi oluşumların yeterince gündemini işgal etmeyen bu konuya, edebiyatçıların ilgisi daha çok ahlaki ve kültürel değer yargılarıyla yüceltilmiş çalışma kavramının sorgulanması yönünde olmuştur. Toplumun sanatçılara yönelik “aylaklar” yakıştırması da, aslında sanatın ve bilimin aylak kalabilme imkanını yakalamış kişilerce yapılabiliyor olmasından dolayı anlamlıdır. Çünkü yıllar süren bir uğraşla roman yazmak ya da sonu gelmeyen bilimsel deneyler yapmak, gerçekten de zorunlu çalışmanın mümkün olduğunca boyunduruğundan kurtulabilmek sayesinde olabilecek şeylerdir. Ece Ayhan’ın kaymakamlıktan istifa edip kendisini bütünüyle şiire vermesinin başka bir anlamı yoktur. Herkes bu cesareti ya da imkanı bulamayabilir. Ama bu imkanın önündeki siyasi ve kültürel engellerin neler olduğu ve ne tür siyasi tercihler yapılırsa, çalışma hayatına yönelik nasıl bir eleştirel düşünce geliştirilse, insanların kendilerine ayıracakları vakit çoğalır diye düşünmekten de vazgeçilmemelidir.

Latin Amerika’da anarko-sendikalist çalışmalar yürüten birisiyle, Türkiye’de gerçekleşen bir sendika kurultayını izlemiştik. Çıkışta bana çok şaşırdığını, konuşmacıların tümünün emeğin ve çalışmanın kutsallığından bahsettiğini, kimsenin çalışma saatlerinin azaltılması yönünde bir talebinin olmadığını söylemişti. Avrupa’da insanlar 19.yy’daki gibi çalışma hakkı için sokaklara dökülmüyordu artık. Günümüzde işsizlik hakkı, çalışma saatinin azaltılması, herkesin eğlenmeye, dinlenmeye hakkı olduğu gerçeği ile politikalar üretilmeye çalışılıyor.
Yani aylaklık istiyor insanlar. Sömürenler daha rahat aylaklık yapsın diye çalışmaktan bıkan bir kuşağın, küreselleşme karşıtı hareketi yarattığı bir zamandayız.

eli poşetliler

Oğuz Atay’ın eli poşetliler diye bahsettiği, zorunlu çalışmanın kıskacında bulunanlar için, bazen tatiller de vardır. Mesela bu yaz mevsiminde çalışanların bir kısmı tatile, daha doğru bir ifadeyle “izin”e çıkmış ya da ayrılmış durumda. Buradaki “izin” kelimesinin traji-komik ağırlığı, hiyerarşi ve zorunluluğun göstergesi olmasından kaynaklanıyor. İzin verildiği için serbest kalan, yıllık iznini memleketinde, evinde ya da bir tatil yöresinde geçirecek olanlar… Bu izine ya da tatile çıkan çalışanların arasında, yarın işe gitmeyecekleri için sevinenler ya da üzülenler olacaktır. Sevinirler, çünkü diledikleri kadar uyuyabilecekler; üzülürler, çünkü işe gideceği saatte yataktan kalkıp o günü işe gitmeden nasıl geçirecekleri kaygısı içlerini ezer... Bir de gerçekten çalışma bağımlısı olan insanlar da var. Yaşlı bir adam görmüştüm, kalaycılık yapan. “Ben çalışmazsam kafayı yerim” demişti. “Neden?” diye sorduğum zaman, “Çocukluğumdan beri buna alışmışım. Aylak aylak oturunca içim daralıyor, kendimi değersiz, işe yaramaz biri gibi görüyorum. Akşam yatağıma yorgun yatmalıyım. Yorgun yatmazsam uyuyamam.” demişti. Alışkanlıkların gücü, tüm iktidarların kullanmaktan zevk aldığı, işlevsel bir güçtür. “Alışmış kudurmuştan beterdir” atasözü, alışkanlığın gücünü gösteren iyi bir örnek. Çocukluktan beri çalışmaya alıştırılan, okulda, evde sürekli olarak çalışmanın erdeminden bahsedilen, dinler ve ideolojiler tarafından aylaklığın ayıp, günah ve suç olduğu işlenen birisinin, tatili sadece çalışmasının bir ödülü olarak değerlendirmesi, aylak ve işsiz olmaktan korkması çok doğaldır.

aylaklar ayaklanır

Eskiden sol gruplarda Freud veya varoluşçu filozoflara ait kitapların okunmasına pek iyi gözle bakılmazdı. Birisi âşık olunca da ona tedirgin biçimde yaklaşılırdı. Acaba bir şeyleri sorgulamaya başlar, davadan uzaklaşıp kendisiyle meşgul olur mu diye. Aylaklığın da benzer bir etkisi var. Aylak bir adamın soru sormaya ve dilediği şeyi düşünmeye, çalışan birisine göre daha fazla vakti vardır her zaman. Bu yüzden hiyerarşik yapıların gözükmeye başladığı zamanlardan bu yana, aylaklardan her zaman korkulmuştur. Korkulmasının haklı sebepleri de vardır üstelik. Russel, “Aylaklığa Övgü” isimli çalışmasında, birçok bilimsel ve sanatsal yeniliğin aylaklar sayesinde gerçekleştiğini, devrimlerin nasıl olacağına kafa yoranların ve çalışanları harekete geçirenlerin yine aylaklar olduğundan bahseder. Marx ya da Bakunin’in düzenli bir işi yoktur örneğin. Bütün zamanlarını okuyarak, yazarak, örgütleyip isyanlar çıkartarak geçiren pek çok tarihsel kişilikten bahsedilebilir. Felsefe ve sanatta büyük gelişmelere neden olmuş Antik Yunan’da da benzer bir durum vardır. Aylaklık, bir ayrıcalıktır ve çalışmak sadece kölelere mahsus bir şeydir. Eğer o ‘site’lerde onca aylak olmasaydı, felsefe ve sanatta bu denli etkili büyük yapıtlar ve şahsiyetler ortaya çıkabilir miydi?...

tüketici aylaklar tüketirken tükenir

Bir de tüketim toplumunun yarattığı aylaklar var. Kapitalizmin ve devletin istediği çok verimli bir aylaklık türü. Walter Benjamin’in Pasajlar adlı yapıtında flaneur olarak bahsettiği, modern zamanın aylak kişisinin tam tersi bir tiplemedir tüketim toplumunun aylak kişisi. Flaneur, bir şey almak için çıkmaz sokağa, ama bir tüketici aylak sadece bir şey almak için sokağa çıkar. Flaneur, yürüyerek gider her yere ve her şeyi izler, düşünür, araştırır. Tüketici aylak ise, kira ya da faiz gibi bir gelirin olanaklarına göre yaşayan, hangi markayı tercih edeceği ya da vaktini hangi eğlenceli şey için harcayacağını hesaplamak dışında bir şey düşünmeyi gereksiz bulan biridir. Etrafı ‘şey’lerle çevrilidir ve o ‘şey’lere göre yaşayarak şeyleşmenin güzergahındadır. Bir flaneur olmak, yalnızlığı kabullenmek ve kalabalık içindeki bu yalnızlığın melankolisini, kendisine ve hayata katlanarak kabullenmek zorunda kalırken, tüketici aylak her zaman için kendisini unutturacak tüketim araçlarının güdümünde kalır ve hep neşeli olmanın yollarını arar. Kendisiyle uğraşması kilolarıyla uğraşmanın ötesine pek geçmez. Tüketici aylakların tüketim çılgınlığını karşılamak için çalışan kesimin daha fazla üretim yapması, yani daha fazla çalışması gerekir...

yolunacak ottan çok ne var

Aylaklığın bu çoklu görünümü, yaşadığı çağa, kültüre, en önemlisi tercihlere bağlı bir görüntü çizer. Ama tüketici aylaklık dışındaki tüm diğer aylaklık türlerinden korkar iktidarlar. Her anne baba, çocuğunun aylak olması ihtimalinden çekinir. Eğer çocuğu aylak olursa, hayalci ve toplum dışı bir hayat sürmek zorunda kalıp pek çok belayı üzerine çeker, kendisine bir şey yapar, hiç olmadı delirir diye korkar ebeveynler. Aman çocuğumuz aylak olmasın da ne olursa olsun diye düşünürler. Okumuyorsa hemen bir ustanın yanına verilip işe sokulur. Bu düşüncenin kökü, tüm iktidarların ortak bir aylaklık anlayışında yatar. Askerlik yapanlar bilir ki, komutanlar boşta gezen asker görmekten nefret ederler. Askerleri boş bırakmamak için sürekli olarak işler icat edilir. Mesela bir bölük askere ot yolma işi verildiğini görmüştüm. Sabahtan akşama kadar kocaman bir alanın otunu yolmuştu askerler. Bunun neden yapıldığı ortadaydı. Nöbetçi subay, birliğinde olay çıksın istemiyordu. Eğer böyle bir iş vermezse, askerlerin birbirleriyle kavga etmesi, intihara yönelmesi, birlikten kaçabilmesi, içki içmek gibi düzeni bozacak eğlencelere yönelmesi güçlü bir ihtimaldi. Cezaevlerinde bulunan siyasi tutuklular da bağlı oldukları örgütün günlük programına göre yaşar ve aylaklığın etkilerinden bu şekilde korunmuş olur. Aylaklığın bir militanı örgütten uzaklaştırması her zaman için bir ihtimaldir. Halbuki bir mahkumun ya da savaşmayan bir askerin ne çok vakti vardır diye düşünür pek çok kişi...

ayaklanmalar aylaklık içindir

...Hayatta kalmak, çalışmanın ilk çıkış noktası olmuştur. Çünkü insanların zorunlu çalışmasının birinci koşulu hayatta kalacak imkanları yaratmak üzerinedir. Gıda, barınma gibi temel ihtiyaçlar çalışmaksızın karşılanamaz. Breton, ilk ve tek romanı Nadja’da bu isyanı dile getirir ve insanın çalışmaya mahkum olmasının trajedisi ve nedenleri üzerine kafa yorar. İnsanlığın zorunlu çalışmanın döngüsünden kurtulamadığı sürece, kölelikten de kurtulamayacağını haykırır. Ne yapıp edip insan bu zorunluluktan sıyrılmalı ve siyaset yapma amacını bu yönde kullanmalıdır. İnsanlar avcı-toplayıcı olarak yaşarken de çalışıyordu ama bu çalışma, ihtiyaçların giderilmesi ile sona eren bir uğraştı. Bugün ihtiyaçların karmaşıklaşması ile birlikte, çalışmanın yükü ve zamanı insanlar arasında eşitsiz bir biçimde, hiyerarşik yapının kademeleri ve tüketim nesnelerinin cazibesine göre belirlenen bir şeye dönüşmüştür. Hep daha fazla çalışmanın ülke ekonomisini kalkındıracağı, refahın artacağı, o refaha ulaşınca daha az çalışmanın mümkün olacağı söyleniyor. Ama kapitalist anlamda ekonomi büyüdükçe, o büyüklüğü korumak ya da arttırmak için daha fazla çalışmanın istendiği de bir gerçek. Bir makalede ABD’de çalışma saatinin Avrupa’dan yüksek olduğu ve bu yüzden Avrupa ülkelerinin ABD’nin gerisinde kaldığı anlatılıyordu uzun uzun. Yani ekonomik büyümenin ve daha fazla çalışmanın sonu yok. Bu arada bir sürü insanın çalışma hayatının çarkları arasında sönüp gittiğini, dans etmek, sevişmek, uyumak, güzel yemeklerin tadına bakmak gibi şeylerden uzak ya da sınırlı bir biçimde faydalandığını düşünmek ve tüm bu olumsuzlukların kapitalizmin çalışma ahlakının sonucu olduğunu bilmek, küreselleşme karşıtı hareketin daha az çalışmayı istemesinin nedenlerini anlamaya götürüyor bizi...

avunmamak hür insan olmanın koşuludur

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı (romanda aylak adamın adı yoktur ve yazar ondan “C.” olarak bahseder, Kafka’nın Bay K.’sı gibi) işte bu yüzden karşıdır çalışmaya. Babasının ona tavsiye ettiği “iş avutur” anlayışına karşı çıkan bir hayat sürer...

Kapitalizmin dayattığı “gösterişçi” ya da “tüketici” diyebileceğimiz aylaklık türüne karşı, hür insan olma azmindeki aylakçılığın erdemi, Kafka’nın tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü aylaklıkla tüm erdemlerin tacı olarak gördüğü aylaklığın karşı karşıya gelmesi gibidir. Biri insanı köleliğe, diğeri özgürlüğe götürür.

Minimum çalış! Maksimum eğlen!"

Bülent Usta http://www.anarkotopya.com/yazi/aylakca-bir-yazi---bulent-usta

1 yorum:

  1. eli poşetlileri oğuz atay değil yusuf atılgan kullanır aylak adam'da..selamlar..

    YanıtlaSil

Hayatın Mekaniği