27 Ocak 2010 Çarşamba

Aylakça bir yazı

"1800’lü yıllarda İngiltere’nin dokuma atölyelerinde 12 saat çalıştırılıyordu çocuklar. Bu ağır çalışma koşulları yüzünden işçi çocuklar arasında ölüm olaylarının görülmesi, o günlerin İngiltere’sinde büyük tartışmalar yaratmıştı. Uzun süren mücadeleler sonucunda, 1848’de çalışma saati ancak 10 saate indirilebilmişti. Ama işverenler, bilim adamlarına hazırlattıkları raporlarla, çocukların fabrikaların sıcak ve temiz moral havası içinde bulunmalarının, dışarıda bulunmalarından daha iyi olacağını, bu sayede aylaklığın getireceği kötü alışkanlıklardan korunacaklarını söyleyerek, çalışma saatindeki indirime şiddetle karşı çıkmışlardı. Hatta bazı çocukların anne-babalarına dilekçe yazdırarak, çocuklar için çalışmanın değil de aylaklığın tehlikeli olduğu yönünde propaganda yapmışlardı. Aslında tüm amaç, daha fazla kâr ve sömürüydü.

Günümüzde 12 saat civarında çalışan insan sayısının azımsanmayacak düzeyde olduğunu biliyoruz. Sendikalar ve diğer siyasi oluşumların yeterince gündemini işgal etmeyen bu konuya, edebiyatçıların ilgisi daha çok ahlaki ve kültürel değer yargılarıyla yüceltilmiş çalışma kavramının sorgulanması yönünde olmuştur. Toplumun sanatçılara yönelik “aylaklar” yakıştırması da, aslında sanatın ve bilimin aylak kalabilme imkanını yakalamış kişilerce yapılabiliyor olmasından dolayı anlamlıdır. Çünkü yıllar süren bir uğraşla roman yazmak ya da sonu gelmeyen bilimsel deneyler yapmak, gerçekten de zorunlu çalışmanın mümkün olduğunca boyunduruğundan kurtulabilmek sayesinde olabilecek şeylerdir. Ece Ayhan’ın kaymakamlıktan istifa edip kendisini bütünüyle şiire vermesinin başka bir anlamı yoktur. Herkes bu cesareti ya da imkanı bulamayabilir. Ama bu imkanın önündeki siyasi ve kültürel engellerin neler olduğu ve ne tür siyasi tercihler yapılırsa, çalışma hayatına yönelik nasıl bir eleştirel düşünce geliştirilse, insanların kendilerine ayıracakları vakit çoğalır diye düşünmekten de vazgeçilmemelidir.

Latin Amerika’da anarko-sendikalist çalışmalar yürüten birisiyle, Türkiye’de gerçekleşen bir sendika kurultayını izlemiştik. Çıkışta bana çok şaşırdığını, konuşmacıların tümünün emeğin ve çalışmanın kutsallığından bahsettiğini, kimsenin çalışma saatlerinin azaltılması yönünde bir talebinin olmadığını söylemişti. Avrupa’da insanlar 19.yy’daki gibi çalışma hakkı için sokaklara dökülmüyordu artık. Günümüzde işsizlik hakkı, çalışma saatinin azaltılması, herkesin eğlenmeye, dinlenmeye hakkı olduğu gerçeği ile politikalar üretilmeye çalışılıyor.
Yani aylaklık istiyor insanlar. Sömürenler daha rahat aylaklık yapsın diye çalışmaktan bıkan bir kuşağın, küreselleşme karşıtı hareketi yarattığı bir zamandayız.

eli poşetliler

Oğuz Atay’ın eli poşetliler diye bahsettiği, zorunlu çalışmanın kıskacında bulunanlar için, bazen tatiller de vardır. Mesela bu yaz mevsiminde çalışanların bir kısmı tatile, daha doğru bir ifadeyle “izin”e çıkmış ya da ayrılmış durumda. Buradaki “izin” kelimesinin traji-komik ağırlığı, hiyerarşi ve zorunluluğun göstergesi olmasından kaynaklanıyor. İzin verildiği için serbest kalan, yıllık iznini memleketinde, evinde ya da bir tatil yöresinde geçirecek olanlar… Bu izine ya da tatile çıkan çalışanların arasında, yarın işe gitmeyecekleri için sevinenler ya da üzülenler olacaktır. Sevinirler, çünkü diledikleri kadar uyuyabilecekler; üzülürler, çünkü işe gideceği saatte yataktan kalkıp o günü işe gitmeden nasıl geçirecekleri kaygısı içlerini ezer... Bir de gerçekten çalışma bağımlısı olan insanlar da var. Yaşlı bir adam görmüştüm, kalaycılık yapan. “Ben çalışmazsam kafayı yerim” demişti. “Neden?” diye sorduğum zaman, “Çocukluğumdan beri buna alışmışım. Aylak aylak oturunca içim daralıyor, kendimi değersiz, işe yaramaz biri gibi görüyorum. Akşam yatağıma yorgun yatmalıyım. Yorgun yatmazsam uyuyamam.” demişti. Alışkanlıkların gücü, tüm iktidarların kullanmaktan zevk aldığı, işlevsel bir güçtür. “Alışmış kudurmuştan beterdir” atasözü, alışkanlığın gücünü gösteren iyi bir örnek. Çocukluktan beri çalışmaya alıştırılan, okulda, evde sürekli olarak çalışmanın erdeminden bahsedilen, dinler ve ideolojiler tarafından aylaklığın ayıp, günah ve suç olduğu işlenen birisinin, tatili sadece çalışmasının bir ödülü olarak değerlendirmesi, aylak ve işsiz olmaktan korkması çok doğaldır.

aylaklar ayaklanır

Eskiden sol gruplarda Freud veya varoluşçu filozoflara ait kitapların okunmasına pek iyi gözle bakılmazdı. Birisi âşık olunca da ona tedirgin biçimde yaklaşılırdı. Acaba bir şeyleri sorgulamaya başlar, davadan uzaklaşıp kendisiyle meşgul olur mu diye. Aylaklığın da benzer bir etkisi var. Aylak bir adamın soru sormaya ve dilediği şeyi düşünmeye, çalışan birisine göre daha fazla vakti vardır her zaman. Bu yüzden hiyerarşik yapıların gözükmeye başladığı zamanlardan bu yana, aylaklardan her zaman korkulmuştur. Korkulmasının haklı sebepleri de vardır üstelik. Russel, “Aylaklığa Övgü” isimli çalışmasında, birçok bilimsel ve sanatsal yeniliğin aylaklar sayesinde gerçekleştiğini, devrimlerin nasıl olacağına kafa yoranların ve çalışanları harekete geçirenlerin yine aylaklar olduğundan bahseder. Marx ya da Bakunin’in düzenli bir işi yoktur örneğin. Bütün zamanlarını okuyarak, yazarak, örgütleyip isyanlar çıkartarak geçiren pek çok tarihsel kişilikten bahsedilebilir. Felsefe ve sanatta büyük gelişmelere neden olmuş Antik Yunan’da da benzer bir durum vardır. Aylaklık, bir ayrıcalıktır ve çalışmak sadece kölelere mahsus bir şeydir. Eğer o ‘site’lerde onca aylak olmasaydı, felsefe ve sanatta bu denli etkili büyük yapıtlar ve şahsiyetler ortaya çıkabilir miydi?...

tüketici aylaklar tüketirken tükenir

Bir de tüketim toplumunun yarattığı aylaklar var. Kapitalizmin ve devletin istediği çok verimli bir aylaklık türü. Walter Benjamin’in Pasajlar adlı yapıtında flaneur olarak bahsettiği, modern zamanın aylak kişisinin tam tersi bir tiplemedir tüketim toplumunun aylak kişisi. Flaneur, bir şey almak için çıkmaz sokağa, ama bir tüketici aylak sadece bir şey almak için sokağa çıkar. Flaneur, yürüyerek gider her yere ve her şeyi izler, düşünür, araştırır. Tüketici aylak ise, kira ya da faiz gibi bir gelirin olanaklarına göre yaşayan, hangi markayı tercih edeceği ya da vaktini hangi eğlenceli şey için harcayacağını hesaplamak dışında bir şey düşünmeyi gereksiz bulan biridir. Etrafı ‘şey’lerle çevrilidir ve o ‘şey’lere göre yaşayarak şeyleşmenin güzergahındadır. Bir flaneur olmak, yalnızlığı kabullenmek ve kalabalık içindeki bu yalnızlığın melankolisini, kendisine ve hayata katlanarak kabullenmek zorunda kalırken, tüketici aylak her zaman için kendisini unutturacak tüketim araçlarının güdümünde kalır ve hep neşeli olmanın yollarını arar. Kendisiyle uğraşması kilolarıyla uğraşmanın ötesine pek geçmez. Tüketici aylakların tüketim çılgınlığını karşılamak için çalışan kesimin daha fazla üretim yapması, yani daha fazla çalışması gerekir...

yolunacak ottan çok ne var

Aylaklığın bu çoklu görünümü, yaşadığı çağa, kültüre, en önemlisi tercihlere bağlı bir görüntü çizer. Ama tüketici aylaklık dışındaki tüm diğer aylaklık türlerinden korkar iktidarlar. Her anne baba, çocuğunun aylak olması ihtimalinden çekinir. Eğer çocuğu aylak olursa, hayalci ve toplum dışı bir hayat sürmek zorunda kalıp pek çok belayı üzerine çeker, kendisine bir şey yapar, hiç olmadı delirir diye korkar ebeveynler. Aman çocuğumuz aylak olmasın da ne olursa olsun diye düşünürler. Okumuyorsa hemen bir ustanın yanına verilip işe sokulur. Bu düşüncenin kökü, tüm iktidarların ortak bir aylaklık anlayışında yatar. Askerlik yapanlar bilir ki, komutanlar boşta gezen asker görmekten nefret ederler. Askerleri boş bırakmamak için sürekli olarak işler icat edilir. Mesela bir bölük askere ot yolma işi verildiğini görmüştüm. Sabahtan akşama kadar kocaman bir alanın otunu yolmuştu askerler. Bunun neden yapıldığı ortadaydı. Nöbetçi subay, birliğinde olay çıksın istemiyordu. Eğer böyle bir iş vermezse, askerlerin birbirleriyle kavga etmesi, intihara yönelmesi, birlikten kaçabilmesi, içki içmek gibi düzeni bozacak eğlencelere yönelmesi güçlü bir ihtimaldi. Cezaevlerinde bulunan siyasi tutuklular da bağlı oldukları örgütün günlük programına göre yaşar ve aylaklığın etkilerinden bu şekilde korunmuş olur. Aylaklığın bir militanı örgütten uzaklaştırması her zaman için bir ihtimaldir. Halbuki bir mahkumun ya da savaşmayan bir askerin ne çok vakti vardır diye düşünür pek çok kişi...

ayaklanmalar aylaklık içindir

...Hayatta kalmak, çalışmanın ilk çıkış noktası olmuştur. Çünkü insanların zorunlu çalışmasının birinci koşulu hayatta kalacak imkanları yaratmak üzerinedir. Gıda, barınma gibi temel ihtiyaçlar çalışmaksızın karşılanamaz. Breton, ilk ve tek romanı Nadja’da bu isyanı dile getirir ve insanın çalışmaya mahkum olmasının trajedisi ve nedenleri üzerine kafa yorar. İnsanlığın zorunlu çalışmanın döngüsünden kurtulamadığı sürece, kölelikten de kurtulamayacağını haykırır. Ne yapıp edip insan bu zorunluluktan sıyrılmalı ve siyaset yapma amacını bu yönde kullanmalıdır. İnsanlar avcı-toplayıcı olarak yaşarken de çalışıyordu ama bu çalışma, ihtiyaçların giderilmesi ile sona eren bir uğraştı. Bugün ihtiyaçların karmaşıklaşması ile birlikte, çalışmanın yükü ve zamanı insanlar arasında eşitsiz bir biçimde, hiyerarşik yapının kademeleri ve tüketim nesnelerinin cazibesine göre belirlenen bir şeye dönüşmüştür. Hep daha fazla çalışmanın ülke ekonomisini kalkındıracağı, refahın artacağı, o refaha ulaşınca daha az çalışmanın mümkün olacağı söyleniyor. Ama kapitalist anlamda ekonomi büyüdükçe, o büyüklüğü korumak ya da arttırmak için daha fazla çalışmanın istendiği de bir gerçek. Bir makalede ABD’de çalışma saatinin Avrupa’dan yüksek olduğu ve bu yüzden Avrupa ülkelerinin ABD’nin gerisinde kaldığı anlatılıyordu uzun uzun. Yani ekonomik büyümenin ve daha fazla çalışmanın sonu yok. Bu arada bir sürü insanın çalışma hayatının çarkları arasında sönüp gittiğini, dans etmek, sevişmek, uyumak, güzel yemeklerin tadına bakmak gibi şeylerden uzak ya da sınırlı bir biçimde faydalandığını düşünmek ve tüm bu olumsuzlukların kapitalizmin çalışma ahlakının sonucu olduğunu bilmek, küreselleşme karşıtı hareketin daha az çalışmayı istemesinin nedenlerini anlamaya götürüyor bizi...

avunmamak hür insan olmanın koşuludur

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı (romanda aylak adamın adı yoktur ve yazar ondan “C.” olarak bahseder, Kafka’nın Bay K.’sı gibi) işte bu yüzden karşıdır çalışmaya. Babasının ona tavsiye ettiği “iş avutur” anlayışına karşı çıkan bir hayat sürer...

Kapitalizmin dayattığı “gösterişçi” ya da “tüketici” diyebileceğimiz aylaklık türüne karşı, hür insan olma azmindeki aylakçılığın erdemi, Kafka’nın tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü aylaklıkla tüm erdemlerin tacı olarak gördüğü aylaklığın karşı karşıya gelmesi gibidir. Biri insanı köleliğe, diğeri özgürlüğe götürür.

Minimum çalış! Maksimum eğlen!"

Bülent Usta http://www.anarkotopya.com/yazi/aylakca-bir-yazi---bulent-usta

19 Ocak 2010 Salı

Sömürüye rıza yaratmak

Bugün “emeğin, çalışmanın itibarsızlaştırılması yönünde top-yekûn bir toplumsal hareket var”. Bu yaklaşım emekle birlikte emekçinin değerini de aşındıran bir yaklaşım. Artık üretimin değil yönetimin önemli olduğu söylemi ne yapsa yaranamaz bir ruh hali içerisindeki çalışanın üzerinde yoğun bir iç rekabet baskısı da uyandırıyor, kendi iş arkadaşlarıyla girmeye zorlandığı bir rekabetin baskısı. Bu ise işyerinde olması gerekli haksızlığa karşı direniş birliğini dağıtıyor.

Performans değerlendirme adı altında yapılan sahte ve subjektif değerlendirmeler karşısında da çalışanın herhangi bir savunma olanağı bulunmuyor. Böylece emek değerindeki kayıp beher üretim çıktısındaki değeri de azaltarak kendisini kanıtlayabilmek yani performans değerlendirmeleri sonunda işini koruyabilmek isteyen çalışanı üretimin miktarını yani çalışmayı arttırmaya zorluyor. Bilhassa imalat sektörü dışındaki alanlarda yani imalat/saat denkleminin kurulamadığı ve emeğin tamamen subjektif kriterlerle değerlendirildiği sektörlerde çalışanların “fark edilmek” için yapabildiği tek şey işinin başından ayrılmamak oluyor.

Tüm bu oyun oynanırken izlenen davranış kalıpları neredeyse hep aynı; yönetici, motivasyon toplantıları adı altında çalışanlarına daha çok çaba göstermelerini salık veren amfetaminli konuşmalar yaptıktan sonra ilan panosuna ayın elemanı çizelgesini asıyor, tehdit eder gibi. Ve çalışan, o ana kadar edindiği tüm değerlerine hilafen yaşadığı bu ızdıraba, işini kaybetme korkusu yüzünden katlanmak zorunda hissederken tüm bu yakınlık gösterisi ona sahte bir dayanak işlevi görüyor. İşte böylece suç ortaklığına itilirken (çünkü tüm bu oyun işi asıl yapanın, üretenin, çarkı döndürenin rızası olmadan oynanamaz) kaybettiği kendi onuru, kendi hayatı oluyor. Aşağıdaki yazı Express dergisinin son sayısında yayınlanan Christophe Dejours söyleşisinden:

Bugün... tehdit, yönetmenin temel ilkesi haline geldi. Ne adına? Ekonomik kriz adına, rekabet adına...

Sistem korku üzerinden işliyor. Yeni çalışma organizasyonlarıyla, neoliberal dönüşümle, 1980'lerin başından itibaren, çalışma hayatına korku hâkim oldu. O dönemden beri, finansal faaliyetler serpildi, borsa yükselişe geçti ve bir daha da düşmedi. Burada devlet çok temel bir rol oynadı ve oynuyor.

.....

‘80'lerden beri çalışma dünyasının temel yapısını oluşturan unsur korku, işten çıkarılma tehdidi, prekaryalaşma endişesi. Şirketlerde, hatta kamu işletmelerinde beyaz yakalılar böyle yetiştiriliyor.

Bundan tamamen bağımsız olmayan ama daha farklı bir korku daha var, o da tutunamama, tutturamama korkusu; performansı tutturamama, ritmi, hedefleri tutturamama, uyum sağlayamama, teknolojik gelişmelere ayak uyduramama korkusu...

Çünkü tehdit ve güvencesizleştirme sistemi ölçüm sistemiyle içice. Ölçümün başlıca işlevi çalışanlara korku salması. Her şeyin ölçüye tâbi tutulması büyük tehdit. Ölçüm, değerlendirme denen şeyse tamamen keyfî, rastlantısal. İnsanlar kendilerinin ölçülmesi için gerekli verileri kendileri üretiyorlar, bunları enformasyon haline getiriyorlar, bilgisayarlara yüklüyorlar... Sonra bu, başka birileri tarafından ölçülüp değerlendiriliyor... Ölçülenlerin tartışma, müzakere etme hakkı yok. Herkes bir üstü tarafından, gizlice değerlendiriliyor...
Tehdit boyutu bir yana, emek ölçülemez. Emeğin ölçülmesi büyük bir çalışma hakkı ihlâlidir, suçtur. Emeğin, işin sonuçları ölçülebilir ancak, ki o da her zaman değil...

...Çalışmanın, emeğin ölçülmesi utanç verici bir durum. Bu sahte bir bilim, alenen yalan. Bütün bunların gerisinde, işbirliği yapan koca bir bilimciler ordusu var: Her şeyi ölçebileceklerini, sayıya vurabileceklerini iddia eden yığınla psikolog, sosyolog, mühendis! Ve üstelik bir de artık emek diye bir şeyin kalmadığını söylüyorlar...

Sözde-ölçümleri yapmak için yığınla insan lâzım. İşten çıkarmakla tehdit etmek için yığınla insan lâzım. "Daha fazla gayret etmezsen işinden olursun" demek için yığınla insan lâzım. Çok fazla insanın işbirliği yapması, coşkularını, enerjilerini, heveslerini sisteme katması lâzım.

.....

Neoliberalizmi analiz ederken keşfedilen bu ara halka (sistemle işbirliği a.ç.), çok temel. Totaliter sistemlerin işleyişinde daha önce teşhis edilemeyen bir süreçti bu. Totaliter bir sistemin işlemesi için de insanların şevki gerekir. Milyonlarca kişinin iştiraki olmasa Naziler ölüm trenlerini kaldıramazdı. Bugüne kadar totaliter sistemlerde işbirliğinin, kötünün öğrenilmesinde çalışmanın temel rolü tam olarak anlaşılamamıştı. Genel olarak totaliter sistemlerin temel ara halkasını neoliberal sistem üzerine çalışırken keşfediyoruz.

Bu sistemde mümkün olan iki mantık var: Tehdide dayalı yönetim ve ödüllendirmeye dayalı yönetim. Bunların ikisi de sürekli artışı gerektirir... İki mantık arasındaki fark, tehdidin sınırı vardır ama ödüllendirmenin sınırı yoktur...

Zenginlikler hızla artmaya devam ediyor ama gittikçe daha fazla yoksul var, daha da artacak. Ekonomik refah arttıkça yoksullar da artacak. Zenginleşen insanlar ve yükselen borsa karşısında düzenleyicilik rolünü eskiden devlet üstleniyordu. Ama devlet geri çekiliyor, zenginlik arttıkça paylaşımdaki eşitsizlik de artıyor. Bu sistem yıkıma götürür. Bununla birlikte, her şeyi yıkması için çalışacak hiç kimsenin kalmaması gerekiyor, o noktada değiliz. Daha çok uzun süre böyle devam edebilir. Bir kere daha vurguluyorum, bu sistem çoğumuzun, çoğunluğun işbirliği ve iştirakiyle işliyor, başka türlü işleyemez. Bireysel düzeyde ama asıl önemlisi kolektif olarak bunun üzerine düşünmeliyiz.(Sİ/BB)

röportajı derleyen: Siren İdemen

15 Ocak 2010 Cuma

Tam gün mü "tüm gün" mü?

Aslında 70’lerden bu yana konuşulagelen “Tam Gün Yasası” bugünlerde meclisten yasalaşarak geçmek üzere. Konunun sadece hekimler arasında tartışılıyor olması, medyanın dahi konuyla fazla alakadar olmaması konunun önemsizliğinden değil taraf olma ya da karşısında olma gerekçelerinin spesifik bir alana aitmiş gibi yürütülmesinden. Zira hekimlerin çalışma koşullarıyla birlikte tüm sağlık sistemini de etkileyecek bu yasanın, esasında bu topraklarda yaşayan ve parasız, adaletli ve sağlıklı bir sağlık sistemine gereksinim duyan çoğunluğun yaşamında da keskin dönüşümlere neden olması kaçınılmaz.

Konuyla ilgili yapılan tartışmaların sağlık reformu başlığı altındaki diğer ayakları yanında çalışma süreleriyle ilgili boyutu da ileride çokça üzerinde durulabilecek bir vurgu taşıyor. Hali hazırdaki çalışma kanununda bazı özel iş kolları dışında kağıt üzerinde (bkz.) 45 saat olarak görülen haftalık çalışma süresi bu yeni tasarıyla birlikte 40 saate düşürülerek tam gün aynı kurumda çalışma yükümlülüğü getiriyor. Bu durumda hekimler sadece Kamu ya da sadece özel (tek bir özel kurum) sağlık kuruluşlarında çalışabilecek. Sağlık-Sen konuya özlük haklarıın korunması şartıyla sıcak bakarken Türk Tabibler Birliği bunun sağlığın tümüyle özelleşmesi anlamına geldiği konusunda ısrarlı. Birliğe göre kamudaki döner sermaye havuzuna göre belirlenecek ücretler kamu hastanelerinin de özel hastanelerle rekabet içerisine girerek bir ticari forma bürüneceğini ve nihayetinde de bunun tüm hastanelerin özele devriyle sonuçlanarak sağlığın tamamen özelleşmesine neden olacağını savunuyor.

Sağlık Bakanının bu yeni düzenleme ile hekimlerin ve diğer sağlık emekçilerinin ücretlerinin de artacağı yönündeki ifadeleri ise hiç inandırıcı bulunmuyor zira bakanın bahsettiği ücretlere erişebilmek için günde 13-14 saate varan mesailer yapmak kaçınılmaz. Zaten bakan da bunu yalanlamıyor ve bu yeni düzenlemenin isteyen hekimin daha çok çalışarak daha çok kazanabileceği bir yapı sunduğunu da rahatlıkla söyleyebiliyor. Böylece hayati önem taşıyan 40 saatlik haftalık çalışma süresi anlam sapmasına uğruyor; 40 saat mesainin daha az çalışmak manasına gelmesi gerekirken ücretlerin kesintisiyle birlikte sunulması paradoksal bir biçimde daha çok çalışmayı adres gösteriyor.

Daha fazla gelir elde etmek için daha fazla çalışmak formülü ise özünde keyfiyete bağlı ya da hekimin para hırsına kalmış bir opsiyon gibi sunulmaya çalışılsa da, mevcut kazançlarının 40 saatle birlikte düşmesinden ötürü zaten madur olan hekimlere bir de hastaneye hasta çekmeleri için pazarlamacı görevi yüklenmiş oluyor. Daha uzun mesailerde ve daha çok hastaya bakarak geçen her günün sonunda hekim kendi sosyal yaşantısından koparken hasta da yıpranmış ve gergin bir hekimin olası dikkatsizliğinin yol açacağı tehlikelerle karşı karşıya.

Geçtiğimiz yıllarda Türkiyedeki doktor açığının yurt dışından getirilecek doktorlar ile karşılanacağı yönündeki beyanatların saçmalığı karşısında geri adım atan hükümet bu yeni düzenleme ile hekim açığını kapatabileceğini iddia ediyor, ancak ödenmesi gereken paha, hekimin deliler gibi çalışması!

Çözüm elbette ki çok yönlü bir yaklaşımını gereksiniyor. Öncelikle sağlık sisteminin hastanın müşteri, hekimin pazarlamacı olduğu bir sistemden tamamen korunması şart. Bu şartın sağlanmasıyla birlikte doğal olarak tesis olacak olan parasız ve adil bir sağlık hizmetine erişim hakkının hekimlerin üzerindeki “performans” baskısını yani hasta/zaman denklemindeki sıkışmışlığını da kaldırması ve asıl yapmaları gereken işe yoğunlaşmaları mümkün olacaktır. Unutmamak için tekrar etmekte fayda var: Önce “İnsan”!

12 Ocak 2010 Salı

6 Ocak 2010 Çarşamba

Thirty-hour day! No cut in pay!


Çalışma sürelerinin kısalması meselesi birçok cesur işçinin uğrunda hayatını feda ettiği bir ölüm kalım meselesi olarak bir asırdan fazladır işçi hareketinin en önemli taleplerinden biri oldu. 1825’in hemen başlarında Boston’daki marangozlar 10 saatlik işgünü için direnişteydi; 10 yıl sonra da New Jersey’deki Paterson’un çocuk işçileri
de 11 saatlik işgünü için. 1877’de beş Haymarket kahramanı bir sene önceki sekiz saatlik işgünü direnişinde komploya uğramış ve gösterilerde işlenen cinayetten dolayı suçlu bulunarak Chicago’da idam edilmişti.1 Mayıs işte bu tarihi çatışmayı yad eder. (a.g.y.)


General Motors’un Michigan’da bulunan karoser ve yedek parça fabrikası Flint’in işçi hareketi için önemli bir yeri vardır. Fisher-1 atölyesinde işçilerin kendilerini fabrikaya kilitleyerek giriştikleri ilk fabrika işgali olan Flint eylemi, işverenin grev süresince üretim araçlarını başka bir imalathaneye kaydırmasını engellemeye dayanan etkili bir direniş. Sendikal haklar için verilen bu mücadele sonucunda daha önce meşruiyeti resmen tanınmayan UAW (Birleşik Otomotiv İşçileri) sendikası üye sayısını 30.000’den 500.000’e yükseltebilmiştir. Aşağıdaki yazı bu efsanevi direnişin kısa hikayesini anlatıyor:

Flint İşgalinden 70 sene sonra

1937’deki Flint işgali sekiz anahtar talep etrafında organize edildi. İçlerinden biri tanındı: sendika hakkı. Kıdem hakları ve saatlik ücretler gibi diğer talepler ise bugünün otomotiv işçilerince kabul ettirildi.

Ancak aradan geçen 70 yıla rağmen Amerika’daki hiçbir sendikanın elde edemediği bir talep kaldı: altı saatlik gün!

1922’nin hemen başlarında, kömür madencilerinin genel grevi ile birlikte 30 saatlik iş haftası mefhumu doğdu. 1932’de, Büyük Buhranın ortasında bir anlamda milyonlarca işsizin işine geri dönmesi için hazırlanan Black-Connery yasa önergesi (işsizlik problemine karşı çalışma süresini haftalık 30 saate çekmeyi öneren yasa (a.ç.)) Amerikan Senatosuna sunuldu. Önerge çalışanlara 30 saatin üzerindeki mesailer için ödeme yapılmasını öneriyordu; ayrıca bir asgari ücret tespitini ve çocuk işçi istihdamının kısıtlanmasını da.

Amerikan İşçi Federasyonunun tutucu yöneticisi William Green bile önerge hakkında yoğun baskıda bulundu. Başkan Franklin Roosevelt’in öncülü Herbert Hoover’a göre umudunu yitirmeye başlayan işçiler, çalışma sürelerinin kısılması meselesinin gözardı edilemez hale geldiğini gösteriyordu.

Black-Connery önergesi Roosevelt’in desteğiyle senatodan geçti, ancak sonradan iş çevrelerinin baskıları karşısında desteğini geri çekti. Önerge, ince hesapların sonucunda mecliste reddedildi.

Tasarı bir kere işçilerin ufkunu genişletmişti ve bu haktan kolay kolay vazgeçmeyeceklerdi. 1934’te hem San Francisco kıyı işçilerinin grevi hem de genel tekstil grevi haftada 30 saatlik çalışma süresi talebinin sürdüğünü gösteriyordu. Diğer sektörlerdeki işçilerin 35 saat grevi 1930’lar boyunca sürdü. Akron lastik işçileri işlerinin gereği ve ağır çalışma şartları nedeniyle sadece altı saatlik vardiyalarla çalışıyorlardı. 1936’nın başında işgal eylemine başladıklarında, sekiz saatin üzerindeki çalışmaya karşı protestolara onlar da katılmış oldu.

1937’e gelindiğinde çoğu otomotiv işçisi yılın yaklaşık yarısını işsiz geçirmişti. Çalışmaya başladıklarında ise üretim bandındaki artan hız yüzünden fiziki ve mental olarak dayanılmaz hale gelen sekiz saatlik bir mesai yapıyorlardı. Yani şimdi fantastik görünen 30 saatlik hafta talebi o günün şartları dahilinde GM’in maaşlı köleleri için gayet doğaldı.
.....

Nihayetinde 1938’de, işveren tarafından fazla mesai için saatlik ücretin yarısı kadar ödeme yapmak kaydı düşülen ve 30 değil ancak 40 saatlik haftalık çalışma süresini tanıyan Adaletli Çalışma Standartları Kanunu meclisten geçti. Black-Connery’nin 1938 versiyonu öylesine sulandırılmıştı ki, o sırada hayatta olmayan William Connery’nin kardeşi tarafından, senatörün isminin önergeden çıkarılması istenmişti.
.....

Tüketimin Kutsal Kitabı

Şirket yöneticileri, işçilerin devasa şekilde popülerleşen kanaatlerini unutturmak için bir plan yapmak zorundaydı. 1927’de ekonomist Edward Cowdrick “yeni ekonominin ve tüketimin kutsal kitabı”nı öne sürdü. Fikir 1930’larda, 30 saatlik çalışma haftasına karşı bir denge ağırlığı olarak kuvvet kazandı. Plan piyasayı tüketim mallarına boğmak, metalara yapay ihtiyaçlar yaratarak onları elde etmek üzere uzun mesai sürelerine rıza oluşturmaktı. GM’den Charles Kettering “ekonomik refahın anahtarı tatminsizliğin yaratımını kurgulamaktadır” diyordu.

Cowdrick’in ilan ettiği “kutsal kitap”dan bu yana geçen seksen senede yüksek teknoloji devrimi üretim araçlarının hızını hayal edilemeyecek seviyede arttırmıştır. Bir otomobili üretmek için gerekli emek-zaman, işgal eylemlerine katılan bir bölümün (Fischer-1 otomobil yürüyen aksamına dair hiçbir üretim yapmamaktaydı ve bu da bir otomobilin üretim süresinin en az yarısı demekti a.ç.) yaptığı üretimin süresine kadar gerilemiştir. Otomasyon ve robotlaşma işgücünü 1970’lerin 1.5 milyonluk pik noktasının yarısının altına düşürmüştür.

Daha fazla boş vakit, otomasyonun boş vaadiydi. Aynen senatonun bir alt komitesinin hazırladığı 1965 projeksiyonlarına göre 20 yıl içerisinde 22 saat, 21.yy’da ise 14 saat olacak haftalık çalışma süresi gibi.
.....

Endişeli bir tıbbi kuruluşa göre işin sağlıkla ilgili boyutu da dikkat çekici. 1987 ile 2000 yıllarını kapsayan bir çalışma gösteriyor ki iş kazalarından kaynaklı tüm yaralanmaların yarısı 40 saatin üzerindeki mesailerde ortaya çıkmaktadır. Keza eve dönüş yolunda otomobil kazası riski de artmıştır. Fazla mesai, hipertansiyon riski 51 saatlik bir çalışma haftasında %29 artmıştır.

Bunun yanı sıra işçilerin sağlıklarının bozulması potansiyel olarak çevreye zarar veriyor: çalışmalar, fast-food tüketmeye olan eğilimin aşırı şekilde geri dönüşümsüz ambalaja yol açtığını gösteriyor.

Nihayetinde fazla çalışmanın zararlı etkilerinin iyi bir şekilde belgelenmesi kısa çalışma sürelerinin ekonomik avantajını tarifliyor. 1990’larda Fransa’da 35 saatlik hafta uygulamasının yerleştirilmesiyle yaklaşık 400.000 iş olanağı yaratıldı. 1988’de yapılan bir UAW (United Auto Workers) araştırması, eğer üç büyük otomotiv üreticisinin basit bir hareketle fazla mesaiye son verip haftalık çalışma süresini 40 saate çekerlerse 88.000 iş olanağı yaratılacağı sonucuna vardı.

1938’den beri çalışma sürelerinin düzenlenmesi konusunda bir tek yasal girişim dahi yapılmamıştır...

çeviri: azcalis

http://www.workers.org/2007/us/flint-0412/

1 Ocak 2010 Cuma

Boş vaktine sahip çık


Aşağıdaki yazarı anonim yazıya, boş vaktin öldürülen vakit (ki vakit öldürmek tembellik değildir kesinlikle, tembellik sanatının hayatı dönüştürücü potansiyeli onda yoktur) olmadığına dair gerçeği gayet samimi şekilde ele aldığı için yer veriyoruz. Yazıdaki ağırlıklı vurgunun boş vaktin değerlendirilmesine yapılması, yazıdan evvel Ünsal Oskay’dan bir alıntıyı önsöz maiyetinde koymayı adeta gerekli kıldı. Bahsi geçen yazı Bruce Brown’ın ileride ele alacağımız kitabı “Gündelik Hayatın Eleştirisi”ne Oskay’ın yazdığı önsözden;

Gelecekteki insan hayatının farklı olabilmesi için, bugünkü hayatımızın ve bizim bu hayat içindeki davranışlarımızın daha bugünden farklılaşmaya başlaması gereklidir. Ama bu farklılık, bizi realiteye tepkimeci yanıtlar vermenin ötesine gidemeyen non-social yaratıklara da dönüştürmemelidir. Bizi mutsuz kılan verili toplumsal sistemler karşısında “toplum dışı” yaratıklara dönüşmemeliyiz. Bugünkü hayatımızı sürdürürken gelecekteki daha insanca hayatı düşlemeli, tasarlamalı ve onun gerçekleşmesi yönünde bu hayatı dönüştürmeye mecbur olan bütün toplumsal kesimlerdeki insanlarla birlikte örgün adımlar atmayı da öğrenmeliyiz.

İş Ahlakı Nasıl Bir Ahlak?

Hiç merak ettiniz mi, ebeveynleriniz sıra “boş vakit”e geldiğinde neden öyle şaşkın gibi hareket ederler? Neden ufak bir hobiye başlar ve hem sürdürmekte başarısız hem de hastalıklı şekilde takıntılı hale gelirler... üstelik o şeyle yaşamlarına birşey katılamayacağı görülse bile? Belki de bahçeyle uğraşırken ya da basketbol takımlarının zaferlerini takip ederken kaybettiklerini arıyorlardır. Belki de babanız, aldığı o bütün eğlenceli aletleri (her yaştan erkeğin sahibi olduğu) sadece birkaç kez kullanıp sonra bir kenara istifleyiveriyordur ve bir sonraki ay da bir sürü kayak ekipmanı daha alıyordur. Ya da belki de boş vakitlerini karşısında harcadığı geniş ekran televizyonunun borçlarını nasıl ödeyeceğini hesaplamaya çalışarak sadece vakit öldürüyordur.

İşleriyle ilgili olarak size hiç dürüst oldular mı? Ondan hoşlanıyorlar mı? İşleri, kendilerini ifade edebiliyor mu, istedikleri her türlü hedefi gerçekleştirebiliyorlar mı? Kendilerini kahraman gibi hissedebiliyorlar mı ya da hergün eve gururla mı dönüyorlar –yoksa tükenmiş olarak mı? Kapıdan içeri girer girmez geniş ekran televizyonlarının karşısına mı kuruluyorlar yoksa? Başka birşey için enerjileri oluyor mu? Eğer bütün bunlar onlar için iyi olansa, sizin için de öyle mi?

İş neye benzer?

Bugün, işbölümü nedeniyle çoğu meslek çok spesifik işleri tekrar tekrar yapmaktan ibarettir, aralarında çok küçük farklar olan işleri. Eğer bulaşıkçıysanız, bulaşık yıkarsınız: genelde insanlarla iletişim kurmaz ya da çok karmaşık problemlerle uğraşmazsınız ve asla bulaşıkhaneden ayrılıp, güneş altında dolaşmaya çıkamazsınız. Eğer emlakçıysanız, ellerinizi birşey vücuda getirmek için kullanmazsınız ve vaktinizin büyük kısmını piyasalar ve satış incelikleri üzerine düşünerek geçirirsiniz. Haftada ortalama 40 saat çalıştığımız ve en nihayetinde yedi günümüzün beşinde çalıştığımız için, mesleğimiz ne kadar çeşitli alanları içerse de sadece belli şeyleri yapabilir ve uğraşabiliriz. Hayatımızın çoğu iş başında geçiyor. Gündelik hayatımızı işgal eden ilk şey çalışmak ve işyerinden çıkana dek bir an olsun huzura kavuşmak için birşey yapacak fırsatımız olmuyor. Vaktimizin ve enerjimizin çoğunu tek ya da on farklı iş üstünde tüketirken, nihayetinde farklı şekillerde de olsa sıkkın ve umutsuz hissediyoruz... kafamızda bunu canlandırmıyor olsak bile.

Bunun da ötesinde, büyük mesleklerin yaygınlaşması ve buna bağlı olarak serbest mesleklerle küçük işletmelerin azalışı nedeniyle çoğumuz yaptığımız işlerdeki vazifelerimiz hakkında yeterli ipucu edinemez hale geldik. Kendi işinizi kurmak ya da birlikte çalışabilecek bir arkadaş ya da komşu bulabilmek bile çok zor. Genellikle kendi işi üzerindeki kontrolü bizim sahip olduğumuzdan daha fazla olmayan idareciler tarafından verilen talimatları izleyerek işimizi yapmaya çalışmak durumunda kalıyoruz. Ne yapacağımıza karar veremeyince de kendimizi işimize yabancılaşmış hissetmemiz, iş kalitemize karşı kayıtsız kalma olasılığımızı doğuruyor ve üzerinde çalıştığımız projelerin önemsiz görülmesine yol açıyor.

Esasında bu bakışla günümüzde mesleklerin çoğunluğunun önemsiz görülmesi gayet kolay. Kapitalist ekonomide mesleklerin geçerliliği en çok talep edilen üretimlerle bağıntılı ve talep gören ürünlerin geneli (askeri teknoloji, fast food, Pepsi, son moda giysiler) insanları gerçekten mutlu eden ürünler değil. Onca güçlükle üretip sattığın ve bir hiçten başka birşey olmayan ürünler, yaptığın bütün işlerin değersiz olduğunu hissettiriyor. Kaç kişi McDonalds’da yediği o sırılsıklam kızarmış patatesler için gerçekten yanıp tutuşuyor? Arkadaşı tarafından hazırlanmış bir yemeği ya da kendine ait kafesinde pişirdiği yemeği sunan şefinkini yemekten daha mutlu olmasın?

Kısacası, “çalışmak”, bildiğimiz kadarıyla bizleri mutsuz ediyor çünkü onun için çok fazla şeyi feda ediyoruz, çünkü çok biteviye, çünkü yapacağımız şeyi seçemiyoruz ve çünkü genelde yaptıklarımız, insan oluşumuzun en çok gereksindiği şeyler değil.

Boş vakit neye benzer?

Uğraştığımız projeyi ya da kendimize gelmek için en çok neye ihtiyacımız olduğunu seçme özgürlüğümüzün bile olmadığı işimizin başında tüm enerjimizi tüketerek sonunda eve döneriz. Duygusal ve fiziki olarak yıpranmışızdır ve hiçbir şey, ertesi günün mesaisi için enerji depolamak adına bir süreliğine de olsa öylece sessiz sedasız oturmak ve televizyon seyretmek ya da günlük gazeteleri okumak kadar doğal gelmez. Belki de bir hobiyle meşgul olarak tükenmişliğimizi ve yıpranmışlığımızı geri plana atmayı deneriz; fakat gün boyunca iş yerinde kendi irademizle hareket etmeye alışık olmadığımız için genelde evdeki o boş vaktimizde ne yapmak istediğimizi bilmiyoruz. Şüphesiz bazı şirketler ya da diğerlerinin bizler için yaptığı planların ne olduğunu reklamlardan ve komşulardan görerek anlıyoruz; fakat şirketlerin en temel tatminlerimiz üzerinden canlandırdıkları faydalar şeklindeki olanakların ve minyatür golf oynamanın garip bir şekilde ihtiyacımızı karşılamadığını keşfediyoruz.

Elbette ki benzer şekilde, çalışmaktan arta alan vakit ve enerjimiz, içinde bulunduğumuz durumu gözden geçirmek ya da daha fazla enerji ve vakit gerektiren herhangi bir ödüllendirici aktivite olanağı yaratmak üzere paylaştırmaya yetmiyor. İşimizden ya da yaşantımızdan nasıl zevk alabileceğimizi düşünmekten hoşlanmıyoruz –ayrıca bu depresif bir şey ve bundan hoşlanmıyorsak bile ne yapabiliriz ki? Sanat ya da müzik ya da kitaplardan keyif almak için gerçekten mücadele etmeye enerjimiz kalmıyor; müziğimizin sakinleştirici, sanatımızın iddiasız, kitaplarımızın sadece eğlendirici olmasını istiyoruz.

Aslında eforumuzu arttırmak ve işe dair birşeyler üretmek için yaptıklarımız ortaktır ve rahatlama biçimimiz ve boş zamanımızda hiçbirşey yapmamamız da öyle. Çünkü çoğumuz işimizi sevmeyiz, mutsuzken yapmak için yöneldiklerimiz ortaktır, mutluyken de, artık bildiğimiz kadarıyla da bu... hiçbir şey yapmamaktır. Kendimiz için asla harekete geçmeyiz, çünkü bütün zamanımızı başkaları için bir şey yaparak ve çok iş görmenin ve çalışmanın her zaman mutsuzluğa neden olduğunu düşünerek harcarız. Mutluluktan anladığımız ise asla bir şey yapmamak ve uzun bir tatilde olmaktır.

Ve bu da eninde sonunda neden çoğumuzun mutsuz olduğunu açıklar: çünkü mutluluk hiçbir şey yapmamak demek değildir, mutluluk yaratıcı bir eylemlilikte bulunmaktır, bir şeyler üretmektir, önemsediğiniz şeyler için çok çalışmaktır. Mutluluk, mükemmel bir uzun mesafe koşusuyla, aşık olmakla, önemsediğiniz insanlar için orjinal bir yemek yapmakla, kitaplık kurmakla, şarkı yazmakla birlikte gelir. Yastığınıza gömülüp öylece kalarak mutlu olunmaz, mutluluk, peşine düşmek zorunda olduğumuz bir şeydir. Bir şeyler yaptığımız için mutsuz değiliz, tüm yaptığımız şey önemsemediğimiz şeyler olduğu için mutsuzuz. Ve işimiz bizi tükettiği ve isteklerimizden alıkoyduğu için mutsuzluğumuzun kaynağının çoğunu onlar oluşturur.

Çözüm ne?

O işte çalışmak zorunda olmadığını biliyorsun. Maaşını harcadığın Pepsi’den, pahalı kıyafetlerden, geniş ekran televizyondan ve pahalı mobilyalardan kurtulman mümkün. Önem verdiğin birşeyler yapmayı deneyerek başlayabilirsin ya da semt pazarında gerçekten seveceğin bir iş bulmayı deneyebilirsin (iyi şanslar!)... ve bu sana hayatında yapmak istediğin diğer şeyler için yeterli vakit ve enerji kazandırır. Hayatını düzenlerken en çok dikkat etmen gereken nokta, bir şey yaparken onu istediğin için yapmandır yoksa karlı olacağı için değil –diğer bir deyişle para için mutluluğunu satacaksan ne kadar para yaptığın önemli değildir. Unutma az para kazanman, para yapma önceliğinin vereceği telaşın da az olması demektir... ve o insanlık dışı işleri daha az yapacağın anlamına gelir. Tüm boş vaktini ot gibi yaşamadan ya da eğlencelere para akıtmadan kullanmayı öğren, bir şeyler yarat, bir şeyleri tamamla –kimsenin sana yapman için ödeme yapmadığı ama bir şekilde hayatını (belki de başkalarının hayatını) daha iyiye götüren şeyleri.

Bazıları, eğer herkes çalıştığı işleri bırakıp giderse içinde buluduğumuz sistemin çökeceğini tartışacaktır –daha iyi ya. Yeterince otomobil üretmedik mi, yeterince alışveriş merkezi, yeterince televizyon ve golf klübü, yeterince lanet olası nükleer silah yok mu? Fast-food’u azaltıp ev yapımı yemeklere yönelsek kötü mü etmiş oluruz? Eğer çalan bir şarkı bir üretim bandından daha tatmikar ise, neden bu kadar az müzik grubu çıkıyor da, transistörlü radyo sayısı bu kadar fazla? Şüphesiz “işsiz” bir dünya hayali, gerçekleştiğini bizim göremeyeceğimiz bir hayal; fakat asıl problem bu rüyayı yapabildiğiniz kadar hayatınızın bir parçası haline getirmek –bilinçsiz tüketicilik zincirlerinden kurtulduğunuz ve daha anlamlı olan bir yaşam haline.

http://www.crimethinc.com/texts/atoz/workethic.php

çeviri: azcalis

Hayatın Mekaniği