Aşağıdaki yazı Sait Çetinoğlu'nun "Çalışma Etiği yada Alçaklığın Evrensel Tarihinin Bir Klasiği – Arbeit Macht Frei" başlıklı çalışmasından alıntıdır ve http://ecotopianetwork.wordpress.com/category/ezilenler/, http://bizdnyannyerlileri.blogspot.com/2009/02/calsma-etigi-ya-da-alcaklgn-evrensel.html, http://www.peyamaazadi.org/modules.php?name=News&file=print&sid=2174 linklerinde de yayınlanmıştır. Burada bir kez daha yayınlanmasındaki kaygı, yazının bu naçizane abak içerisinde de ayrı okuma olanakları kazanabileceğine dair umuttan kaynaklıdır.
İnsanların ahlak kurallarından bahsettiğini her duyduğunuzda emin olabilirsiniz ki, bir yerlerdeki birileri diğerlerinin davranış biçiminden hoşnut değildir ve farklı biçimde davranmış olmalarını istemektedir. Bu öğüt hemen hemen hiçbir zaman çalışma etiğinde olduğundan daha anlaşılır olmamıştır[1]
Çalışma etiği nedir?
Çalışma etiği, çalışanlar ya da bu emeği harcayanlar tarafından çalışmaya, kendi başına bir olgu olarak değer verilmesini, toplumsal baskılar ve teşvik primleriyle, işverenlerin çalışanlardan azami çıktıyı elde etmek amacıyla geliştirdikleri ve başka araçların sağlayabileceğinden daha fazla çaba harcamasının özendirilmesini anlatan bir kavramdır. Bu kavram Batı Avrupa kültürünün eşsiz ürünlerinden biridir.[2]
Çalışma etiği, kısaca iki açık önermeden ve iki dolaylı varsayımdan oluşan bir emirdir. Birinci açık önerme, kişinin canlı kalmak ve mutlu olmak için başkalarının değerli bulduğu ve karşılığını ödemeye değer gördüğü bir şeyi yapması gerektiğidir, karşılıksız hiçbir şey yoktur, her zaman almak için önce vermemiz gerekir – karşılıksız verme armağan, potlaç artık unutulmuştur-. İkinci açık önerme, kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin ve böylece daha fazla yerine daha aza razı olmasının yanlış, aptalca ve ahlaki açıdan zararlı olduğudur, kişinin tatmin olduğunda kendini aşırı derecede yormayı ve germeyi bırakmasının değersiz ve mantıksız olduğudur, daha fazla çalışmak için güç toplamak şartıyla değilse, dinlenmenin yakışık almayan bir davranış olduğudur. Bir diğer deyişle çalışmak, başlı başına bir değer, asil ve asalet verici bir faaliyettir- ancak ne hikmetse aristokrasi çalışmayı hala aşağılamaktadır, vahabi mezhebi mensuplarının da çalışmayı aşağılık bir eylem olarak gördüklerini de ekleyelim-.Hemen ardından emir gelir, Sahip olmadığın veya ihtiyacın olduğunu düşünmediğin, neler getireceğini görmesen bile çalışmaya devam etmelisin. Çalışmak iyidir çalışmamak kötüdür. Bu önermelerin ve bu emrin bu kadar açık olmasını sağlayan dolaylı varsayım ise, çoğu insanın çalışma yeteneğini satmak zorunda olduğu ve gerçekte hayatlarını bu yeteneği satarak ve karşılığında hak ettiklerini alarak kazandıklarıdır-başka bir seçeneği yok, hayatta kalması karşılığında çalışma zorunluluğu-, onların sahip oldukları şey geçmiş çalışmaları ve çalışmaya devam etme hevesleri karşılığında aldıkları ödüldür. Çalışmak tüm insanların normal durumudur, çalışmamak anormaldir. Diğer dolaylı varsayım ise, sadece böyle bir emeğin, maaşa ya da ücrete layık olan, satılan ve satın alınması muhtemel olan bu emeğin başkaları tarafından kabul gördüğü, çalışma etiğinin takdir ettiği ahlaki değere sahip olduğudur.[3]
Çalışma etiği üretim araçlarının sahibi olan sınıfların, mülksüz sınıflara boyun eğdirebilmesi için empoze ettiği bir vaazdır ki, bu vaaz sayesinde mülksüz sınıflar seferber edilerek fabrikalara doldurulmuş, saat ve makine tarafından ayarlanan yaşam ritmine uygun uslu uslu ve direnme göstermeden itaat etmesini sağlamıştır. “Boş duranı Allah sevmez”, “Allah tembel kulunu sevmez”, “Çalışmak fazilettir”, “İşleyen demir pas tutmaz” özdeyişleri hep çalışmayı kutsamaya ve yüceltmeye yönelik ifadelerdir. Çalışma etiği mülksüz sınıflara, üretim araçlarını mülkiyetinde bulunduran sınıflarca dinsel ve ahlaki yükümlülük olarak içselleştirilmiştir.
Ancak bu özdeyişler çalışmanın semeresinin kime gittiğinin açıklamazlar, çalışma üretime yönelik olduğuna göre, çalışmanın türü üretimin kime gittiğine göre belirlenir. Eğer ürün çalışana gidiyorsa, çalışma dönüşümlüdür. Buna karşılık eğer ürün çalışandan başkasına gidiyorsa, çalışma dönüşümsüzdür[4]. Çalışmanın yüceltilmesine yönelik bütün bu özdeyişler çalışmanın dönüşümsüzlüğünü ve sömürüyü gizlemeye yöneliktir.
Çalışma etiğinin işlevi
Okumuş adamın bilgeliği boş zaman fırsatıyla gelir, ve işi az olandır ki, bilge olacaktır. Pulluk süren ve üvendireyle mutlu olan ve öküzleri yeden ve onların işleriyle uğraşan ve konuştuğu onların tosunları üzerine olan Nasıl bilgelik sahibi olabilir ki?**
Çalışma etiğinin, kamusal tartışmaya konu olduğundan beri mücadele etmeye ve yok etmeye çalıştığı hastalıklı ve iğrenç alışkanlığın kökü, kişinin ihtiyaçlarının verili olduğunu kabul etme ve bunları tatminden fazlasının arzulanmaması şeklinde geleneksel insani eğilimdir. Artık aylaklığa prim verilmeyecektir. Kapitalizm yeni bir önerme vazetmiştir: Kişinin ihtiyaçları sonsuzdur, bu ihtiyaçlarını tatmin için de biteviye çalışmalıdır. Prekapitalist dönemin uygarlıklarında [ çalışanlar] işçiler her zamanki ihtiyaçları bir kez karşılandıktan sonra çalışmaya devam etmekte ya da daha fazla para kazanmakta mantık veya anlam görmüyorlardı; niçin görsünler ki? İnsanın sabahtan akşama kadar para peşinde koştuğunda gözden kaçırabileceği ya da ihmal edebileceği ilginç ve tatminkar bir yığın şey vardı[5]. Kökü kazınmak istenen iğrenç alışkanlık, fabrika istihdamının sözüm ona nimetlerinden mümkünse sakınmaya ve ustabaşı, saat ve makine tarafından ayarlanan yaşam ritmine uslu uslu itaate direnmeye yönelik yaygın eğilimdir. Ancak kapitalizm çalışma etiği sayesindedir ki, mülksüz sınıfları daha mutlu yarınlar havucu ile seferber ederek fabrika cehenneminin koşullarını kabul ettirebilmiştir. Onları ergenlikten emekliliğe kadar geçen yirmi dört saatlik döngüler içinde değişmeyen hızın, vakit nakittirin, şeflere itaatin, sıkıntının, yorgunluğun tek düzelikleriyle birbirini takip eden hafta içi cehennemi ve hafta sonunun zavallı cennetinin arasına sıkıştırması çalışma etiği sayesinde gerçekleştirilmiştir.
Çalışma kelimesinin etimolojik kökenine baktığımızda da çalışmanın, işin çok matah bir şey olmadığını anlıyoruz; Çünkü kelimenin anlamı, işkence. Fransızca travailler (çalışmak) kelimesi işkence anlamından yola çıkarak xvı. Yüzyılda eski Fransızca iki kelimenin yerine geçmiştir, bunlardan biri labourer (daha çok toprak işlemek) diğeri de ourver (daha çok iş yapmak, giderek kadın işlerini kapsar hale gelecektir). Fransızcadaki travailler (çalışmak) kelimesinin kökeni, Latince tripaliare, üç çatallı (palium) tripalium ile işkence yapmaktan gelmektedir.Tripalium bir işkence aletidir.latince labor (emek) sözcüğü ‘acı çekme’ anlamına gelir. Çalışma kelimesi, xvıı. Yüzyılda, hemde iyi yazarlar tarafından hala zahmet anlamında kullanılmaktadır****.‘Travailler ’ ve ‘labour’ sözcüklerinin bu kökenini unutmamız[6] çalışma etiğini özümsemeden mümkün olmayacaktı. Çalışma hakkının köle olma hakkı anlamına geldiğini unutmamız çalışma etiğinin özümlenmesi sayesindedir. “Türkçe ‘çalışma’ kelimesinin ‘çal’ kökünden geldiği iddia edilmiştir. Bu iddia doğruysa, kadim Türkler, ya kadim Yunanlılar ve Romalılar gibi ticareti, vb. bir çeşit çalıp çırpma olarak görüyor, yahut çalışmayı talana ve yağmaya çıkmak olarak anlıyorlardı”[7].
Çalışma etiğinin içselleştirilmesiyle, sefaletin bir cezası olarak Tanrı’nın “yaptırım”ları arasında olan çalışmaya, “gelecekteki kurtuluşu da belirlediği için böylesi bir cezaya”[8] Kapitalizm, bir nimet yüklemi de büründürülebilmiştir – Öteki dünyadaki havuç’un yeryüzündeki bir versiyonu olarak-.Çalışma etiğiyle, tarihsel bellek dumura uğratılarak tarih galipler tarafından yeniden yazılmıştır. “Çalışma yaşamın bir parçası değildir, olsa olsa yaşamın feda edilmesidir”[9]. Çalışma etiği sayesinde kapitalizm nöbeti çalışma diktatörlüğüne devredebilmiştir. Çalışma diktatörlüğünün misyonu, halkın büyük çoğunluğunu biyolojik olarak zayıflatmak, toplumu hadım etmek, alıklaştırmak ve böylece onları yalanın tarihinde asla görülmemiş en korkakça, en anlamdan yoksun, en içi geçmiş ideolojilerine açık hale getirmiştir. Çalışma saatlerinin uzunluğu burada anahtar konumundadır.
Kapitalizmde, acıma, merhamet ve sorumluluk gibi ilkelere yer yoktur. Yada daha kestirme bir değişle, kapitalizm amoraldir. Değişimin hızına ayak uyduramayanlara acımak merhamet duymak artık düşünülemezdir. Değişimin hızını kesen ilerlemeyi yavaşlatan, durduran şeyler artık ahlaki değildir. Bunlar yok edilmelidir. Bu düşünceyle aylaklık yasaklanarak, çalışamayacak durumda olanlar yok edilmek üzere düşkünler evine kapatıldılar, “eğer yoksullar sefil duruma düşürülürse büyük ölçüde azalacaklardır. Tüm fare avcıları şu sırrı bilir: Tahıl ambarının deliklerini tıkayın, devamlı miyavlamalar, panik ve patlayan tuzaklarla başlarına bela olun, suçlanabilir emekçiler’imiz ortadan kaybolacaklar ve binayı terk edeceklerdir.Aksi takdirde caiz olan, daha kısa, belki de daha az sorun çıkaran metod arseniktir… Gereken tek şey, yoksullar ve talihsizlerin sadece yok edilmesi gereken bir bela olduğunu farzederek onlara bir fareler gibi davranma kararlılığı”[10][dır]. Yoksullara düşkünler evinde ve hastanelerde, cezaevlerinde fareler gibi davranılması ve yok edilmeye çalışılmasıyla, düşkünler evinin koşullarının kötülüğü ve buradan yükselen feryatlar, yoksulları fabrika cehenneminin şartlarını kabule zorlayarak, onları fabrika çarkının uslu dişlilerine dönüştürdü. Bu konuda İngiltere’deki Yoksulluk Yasası eşsiz bir olanak sunmuştur.
Aylaklığa ve dilenciliğe (eskiden [pre-kapitalist dönemde] zenginin kapısını çalan bir dilenci tanrı tarafından gönderilmişti ki, İsa bu görünüşte ortaya çıkmış olabilirdi[11]) karşı sert tedbirler alınarak, “serserilik [aylaklık] sonunda bizatihi bir suç olarak kabul edilecektir. Tutuklanan serseri [aylak] cellat tarafından arabaya bağlanıp sopayla dövülmektedir; kafası kazınmakta veya demirle dağlanmaktadır, eğer israr ederse sorgusuz sualsiz asılacağı tehdidi savrulmaktadır, veya forsa yapılacaktır – bal gibi de yapılmaktadır-… İngiliz Parlamentosu 1547’de serserilerin eksiksiz [kolonilerde] köle yapılmalarına karar vermiştir [karar kölelerin mülkiyeti özel kişilere mi yoksa devlete mi ait olacağına karar verilemediğinden iki yıl ertelenmiştir]… Ve sonunda… Serseriler [aylaklar] her yerde kilit altına konulmuşlardır, İtalya’da alberghi dei poveri’de , İngiltere’de workhouses’da, Cenevre’de La Disipline’de [Calvinizm aylaklığa karşı acımasızdır, Calvin’in kendisi de Cenevre’ye gelir gelmez terziler loncasına kaydolmuştur] , Almanya’da Zuchthauser’de; Paris’te zorla tutuldukları evlerde: 1662’de fakirleri kapatmak için kurulan Grand-Hospital, Bastille, Vincennes Şatosu, Saint –Lazare, Bictre, Charenton, La madeleine, Saint-pelagie. Hastalık ve ölüm de yetkililerin yardımına gelmektedir… Cenova’da nisan 1710’da cesetlerin yığıldığı yardım kuruluşunu kapatmak gerekmiştir, hayatta kalanlar lazaret’ye getirilmiş karantinadan hiçbir hasta çıkamamıştır”.[12]Bu zorunlu kapatılma yerleri aylakları çalışmaya zorlayan en önemli etken olmuş, onları fabrikanın dişlileri haline getirmiştir.
Aziz Malthus’un şu sözleri de çalışma etiğinin acımasızlığının dolaysız ifadeleridir; “Yoksunluk ortamında doğan biri, ailesinden yaşaması için gerekli olanı elde edemiyorsa ve eğer toplum da onun çalışmasına ihtiyaç duymuyorsa, azıcık yiyecek talep etme hakkı yoktur; Zira o fazlalıktır. Doğanın büyük sofrasında onun için boş tabak yoktur. Ona sofrayı terk etmesini emreder ve emri kendisinin uygulamasını ister”.[13]
Yoksulların, ölüm ve çalışma ikilemi arasında özgürce çalışmayı tercih etmelerinden başka seçenekleri yoktur (çalışmazsan mahvolursun). Artık “burjuvazi, sözcüğün en geniş anlamıyla tüm yaşam araçlarının tekelini eline geçirmiş”[14], eski insani değerler unutturulmuş, kapitalist toplumda işçi sınıfının statüsü, ücretli kölelik konumuna denk düşürülmüştür. Bunun anlamı, bir bütün olarak işçi sınıfının her zaman kapitalist sınıfın kullanımına hazır olması demektir. Fakat, klasik kölelik’ ten farklı olarak, kapitalistler artık işçi sınıfının durumuyla ilgili hiç bir sorumluluk almazlar.[15]Engels, “işçi, ister yasal, isterse fiili olarak olsun varlıklı sınıfın kölesidir. Herhangi bir mal gibi alınıp satılır durumda olan bir köle. Fiyatı da bir malın fiyatı gibi yükselir veya düşer… Buna karşılık bu sistemde burjuvazi antik sistemdekine göre çok rahattır, zira, hiçbir sermaye yatırmadığı bu insanları istediğinde kovabilir, üstelik emeklerinden tatlı kar ederek”.[16] Engels devamla; “Burjuvazinin kendine sunduğu koşulları kabullenmekten; ya da aç kalmak, soğuktan donma, orman hayvanlarıyla birlikte çıplak yatmaktan başka hiçbir seçim hakkı olmayan proletarya… Burjuvazinin önerilerini kabul etmektense açlıktan ölecek kadar aptalsa, yerine başka biri kolaylıkla bulunabilir; yeryüzünde yeterince proleter vardır ve hepside ölmeyi yaşamaya tercih edecek kadar deli değillerdir. Burada, işçiler arasında rekabeti görüyoruz. Eğer tüm proleterler burjuvazi için çalışmaktansa aç kalmaya kararlı olduklarını belirtirlerse, burjuvazi tekelinden vazgeçmek zorunda kalır. Ama durum böyle değildir… ve bunun için de burjuvazi yaşamını hala sürdürmektedir”[17].
Çalışmaya tutsaklık yada Çalışma/Toplama kampında mıyız
Şeytan’ın bir yaramazlık yaptığıHala boş eli olmaklığından***
Çalışma etiği maskesi altında bir disiplin ve ödev etiği geliştirmek kolay olmuştur, gururu veya onuru, anlamı ya da amacı boş verin, kendinizi harcamakta bir mantık bulamasanız da niçin zorladığınıza bir anlam veremeseniz de tüm gücünüzle, her gün ve her saat çalışın! -çalışmalarının başkalarının aylakça dolaşmasına destek olsa bile- Bu ödev anlayışı sayesinde mülksüzler çalışıp durmanın kendi yükümlülükleri olduklarına inandılar, bu ödev anlayışı, iktidarı elinde bulunduranların, kişileri kendi çıkarları için değil de efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiğine inandırma aracıdır. Dini metinler de bu ödev anlayışını desteklemektedir.
Çalışma etiğinin içselleştirilmesiyle, “Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur. Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar, bu akıl sapıncına karşı çıkacak yerde, çalışmayı kutsallaştırmışlardır”[18]. Bu uzman ve ahlakçılar, büyüklerin günde 15 saat, çocukların günde 12 saat sağlıksız koşullarda çalışmalarını kutsayarak, “çalışma sayesinde büyüklerin kendilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söyle[mek]”[19]iki yüzlülüğünden de utanmamışlardır. “Tatil yapmak neyine yoksulların? Çalışmaları gerek” yargısı bu anlayışın ifadesidir.
Marx; “Zaman insan gelişiminin alanıdır. Boş zamanı olamayan kişi, tüm yaşamı uyku, yemek, ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler dışında kapitalist için çalışmakla geçen kişi yük hayvanından bile aşağıdır. Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinedir yalnızca… Gerçekten de, günümüzde özgürlük alanı, gereklilik ve dünyaya ilişkin kaygıların belirlediği çalışmanın son bulduğu yerde başlar”[20]
Çalışma etiğinin içselleştirilmesinde günahı bütünüyle iktisatçılara, dini otoritelere ahlakçılara yüklemek haksızlık olur, düzen içi mücadelenin aktörleri olarak sendikaları ve düzenin iç muhalifleri olarak da sendikacıları da bu vaaz korosuna eklemeliyiz. İşçilerin sendika ve toplu sözleşme hakkı elde edip ücretleri belirler hale gelmeleri “İşçi sınıfı için bir başarı sayılması gereken bu durum, çelişik olarak, kazanımları kayba dönüştürecekti. Bu, bir tür kazandıkça kaybetmek gibi bir şeydi, zira kazanımlara paralel olarak işçi sınıfı hareketi düzenle bütünleşti ve giderek burjuva düzeninin bir unsuru, bir bileşeni haline geldi. Sendika ve konfederasyonlar bürokratlaştı, işçi sınıfına yabancılaşıp, yozlaştılar. Kapitalizmi aşma perspektifinden uzaklaştılar”.[21] “Satın alma gücünün sağladığı sözde tatminle (yabancılaşmış emeğin sözde yeniden kendine dönmesi) insanların kendi kararlarını vermekten ve aktif politikadan alıkonulmasında, pasif tüketiciler haline dönüşmesinde, sendikaların meta toplumuna entegre olmasının payı büyüktür”[22]. Bir örnek olsun; Lafargue,”kapitalist toplumda çalışma, her çeşit düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir”[23]derken, düzenin bir iç muhalifi Devrimci İşçi Sendikaları Konferedasyonu Genel Başkanı Rıdvan Budak; “Bir insan düşünün, maddi refaha sahip. Çalışmadan yaşar durumdaki insan sonuçta bunalıma girer. Çalıştığı ve kazandığıyla yaşayabilen, sosyal devletin, hukuk devletinin içinde yaşayan insan çok daha mutludur. Çalışmak bir insanın yaşamındaki en önemli öğelerden biridir. Çalışmamak, işsiz olmak insanı moral bozukluğuna düşürür… Benim sendikacı olarak çalışanlar adına daha iyi haklar alabilmem için o işyerindeki üretimin ve kazancın yüksek olması gerek… çalışma toplumsal sorumluluktur, insanlığın mutluluğuna yöneliktir… Çalışmak, insanlığın en temel görevidir”[24]sözleri ile sevimli kapitalist Sakıp Sabancı’nın zenginlik ve başarısının sırrını çalışmak, çalışmak, çalışmak ile açıklaması ve bunu herkese öğütlemesi arasındaki benzemezlik(!) şaşırtıcıdır. Dünyayı bir çalışma kampına çevirmek başka nasıl ifade edilirdi.
İnsanlar, hayatta kalmaları garantiye alındığında, ya da ekonomik açıdan tatmin edildiğinde mutlu ve özgür olmazlar. İnsanlar ancak kendi hayatları üzerinde hiçbir iktidarın baskı yoksa ve kendileri iktidarı sahibi iseler, özgür ve mutlu olabilirler. Hayatta kalma karşılığında hiyerarşiyi özümseyerek özgürlüklerinden vazgeçmeleri insanlığa bir şey kazandırmamıştır. Özgürlükten vazgeçiş insanlıktan feragat demektir. “Hiyerarşi dediğimiz kötülük medeniyet sayesinde edindiğimiz bütün olağanüstü kazanımları lekelemiştir”.[25]
Bu konuda Batıdaki Protestan Ahlakı gibi İslami düşünce de çalışma etiğinin imdadına yetişmektedir İslami düşünce de çalışma etiğinin en önemli dayanaklardan biridir: “Anadolu’da ilk defa Selçuklular döneminde Kayseri bölgesinde esnaf teşkilatı olarak örgütlenen Ahi Evran, Anadolu topraklarında ilk defa İslam’ın ekonomik kurgusunu ortaya koymuştu. İslamiyet, esnaf teşkilatı içinde bir çalışma ahlakı haline gelmişti. Bir cihat ideolojisinden çok bir çalışma etiği olarak öne çıkıyordu. Bu sistem, Osmanlı döneminde de Ahilik adıyla devam etti. Yüzlerce meslek grubu bu sistem içinde yerleşerek İslam’ın çalışma ruhuyla üretimde bulundu. İslam esnaflığın, üretimin, örgütlemedeki ilişkilerin ve üretim amacının anlamlandırılmasında temel bir rol oynadı. İşe girişte, yükselmede, ustalaşmada ve üretimin başlama ve bitiminde yapılan belli dinsel törenler (ritüeller) bunu pekiştirici bir işlev gördü. (İlginçtir; Kütahya Şeker Fabrikası üretime başlarken, hala devlet erkanı bir din adamıyla beraber dua ederek açılış yapar.) İslamiyetin sağladığı çalışma etiği, hem ekonominin ürettiği yabancılaşmayı gideriyor, hem de çalışmanın güdüsel boyutunu meydana getiriyor”[26]. Vaazı dinsel düşüncenin nasıl sömürünün payandası olduğunun ifadesidir.
“Çalışmayla ilgili erdemler kataloğuna, burjuva toplumunun her yerinde rastlarız, Bunlardan kurtulmak mümkün değildir; basitçe uzaklaşıp görevlerin çalışmanın olmadığı bir yere gitmekle de kendimizi bundan sıyıramayız. Çünkü bu ahlak, beynimize zor yoluyla öylesine katı, öylesine sürekli ve tutarlı olarak sokulmuştur ki, çoğumuz onu bir kaya gibi içselleştirmişizdir. Kendimizi kurtarmayı istesek bile, içimizdeki bekçi derhal bize eziyete başlayacaktır.”[27]Kuşatılmışlık burjuva toplumunun her yerindedir (fabrika, işyeri, okul, askerlik, hapishane, aile, siyasi partiler, sendikalar… ) ve insanlığın sürüleştirilmesi tarihin hiçbir döneminde bu kadar gönüllü bir düzeyde gerçekleştirilmemiştir.
Kapitalizm nasıl ki üretim için üretimdir, üretim için ihtiyaç unsurunu ortadan kaldırmıştır, bunun önemli bir yüzünü de çalışma etiğinde görüyoruz; çalışmak için çalışmak. “Son derece ölçülü, akla dayalı bir örgütlenme kurulduğunda, sıradan bir ücretlinin günde dört sat çalışması herkese yettiği gibi, işsizlik de ortadan kalkar. Hali vakti yerinde kişiler böyle bir düşünce karşısında dehşete kapılırlar, yoksulların bu kadar boş zamanı ne yapıp edeceklerini bilmediği görüşündedirler… Doğrusu geniş kitlenin böylesi bir yoksunluk yaşaması için bir neden yok ki artık; günümüzde hiç de gerekmediği halde, aşırı derecede çalışma gerektiği konusunda bir tek, genelde günahkar olduğu kadar salakça da bir çilekeşlik ayak direyebilir ancak”[28]. Fazladan çalıştırma ya da iş günü süresinin uzunluğu aynı zamanda kitlelerin bir denetim mekanizmasıdır. “1938’de yayımlanan istatistikler en modern teknolojinin kullanılmasıyla zorunlu işgününün üç saate indirilebileceğini gösterdi. Yedi saat çalışmamızla iş bitmiyor, burjuvazi (ve onun Sovyet versiyonu) bu gün Taksit taksit satılan bir mutluluk vaat ederek işçi kuşaklarını tükettikten sonra fabrika dışında da insanı yok etmeye devam ediyor”[29].Zorunlu çalışmanın uzunluğu salt düzenin sürdürülmesi için gerekli olan barbarca uygulamalardan,biridir, iktidar, bu sayede yayımladığı koşulsuz emirlerin özümsenmesi için yorgunluk dozunu da imal etmektedir.
Marx, Bu fazladan çalıştırma ve yedek işgücünün kapitalizm için gerekliliği konusunda; “Ama fazladan emekçi nüfus, birikimin ya da zenginliğin kapitalist temelde gelişiminin zorunlu ürünüyse, bunun tersi de doğrudur, bu artık nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı, yani, kapitalist üretim tarzının varoluşunun bir koşulu haline gelir. İhtiyaca göre göreve çağırılıp sonra terhis edilebilen bir yedek sanayi ordusu oluşturur ve bu ordu, sanki masraflarını kendi cebinden karşılayarak kendisini oluşturmuş gibi, sermayeye aittir.”[30]
Çalışma etiğinin Bir sonraki zinciri de düzenli ve çılgın tüketici yurttaş olma erdemidir. Ücretliler düzenli tüketiciler haline dönüştürülerek yoksunlar üzerindeki fetih tamamlanmıştır.
Ve Özgürlük…
Acaba hiç kimse ilkel halkların çalışmaya yaklaşımlarını, oyun ve yaratıcılığın önemini, modern teknojinin yüz kere daha etkili hale getirebileceği yöntemlerle sağlanacak inanılmaz verimi araştırma zahmetine katlanmış mıdır?[31]
“Daha dün çok değil değil on bin yıl kadar önceleri, insanlar ancak acıkınca inlerinden çıkarlardı (sözgelimi). Hepsi aynı saatlerde uyanıp, aynı saatlerde inlerinden fırlamaları, olacak şey değildi. Bu gün bir de bunu her gün yaptıklarını düşününce, aklım durdu. Akıllı hayvan bunu yapar mıydı? Gereksinimi (örneğin açlığı)ona batmaya başlayınca ava ya da toplamaya çıkardı.Günümüzde insanların, yılın hemen hergünü ava çıkmaları, sekizden beşe iş talim etmeleri akıllı bir iş mi? Özgür insan, yaşamı tutsaklığa çevirecek kadar akılsız mıydı?… İnsanın hep böyle yaşamadığını anımsadım. Dolayısıyla ileride böyle yaşamayabileceğini düşünerek umutlandım. Bu devletle gelen, devletin getirdiği bir yaşam biçimi (ya da biçimsiz bir yaşam) idi.”[32]
Çalışmanın ya da hayatta kalmanın bir angarya veya sömürüye dönüştürülmesi tarihsel koşulların, sınıflı toplumların ürünüdür, sınıflı toplumun ve onun ürünlerinin ortadan kalkmasıyla, çalışma diktatörlüğü ortadan kalkacak, çalışmak için çalışma, ihtiyaç için çalışma esasına göre, bir angarya ve sömürü aracı olan işin bir keyfe dönüşmesi, emeğin dönüşümlü olması mümkün olacaktır. Sınıfsız ve hiyerarşinin ortadan kaldırıldığı akla dayalı bu örgütlenmede, Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinelikten ve çalışma diktatörlüğünden kurtulan insan, kendini ve insanlığı geliştirmek için sonsuz fırsatlara kavuşacaktır. Ancak bunun gerçekleşmesi ihtimali burjuvazi için bir karabasandır; bir eşitsizlik ve hiyerarşik düzen olan kapitalizm için bunlar kabul edilemezdir, “tüm servetlerin eşit olduğunu düşünün, her türlü zenginliğin ve yoksulluğun ortadan kalktığını farzedin, o zaman kimsenin verecek bir şeyi kalmaz… Ve insanlığın en yumuşak, en güzel, en iyiliksever etkinliğini yok etmiş olursunuz. Düzeltme isterken tanrının eserini bozan zavallı reformcu durumuna düşersiniz”[33] vaazı, burjuvazinin (kapitalizmin) sistem içi reformlara dahi tahammül edemeyeceğini açıkça anlatmaktadır. Bu sözler, kapitalizmin sıkışmışlığını ve burjuvazinin eşitlik düşüncesi karşısındaki korkusunu ifade ederken, eşitsizliğin ebediliğine, değişmez ilahi yasaları referans vermesi, mezarlıktan geçerken korkudan ıslık çalmasına benzemektedir.
*Çalışma İnsanı Özgürleştirir!, Toplama kamplarının girişinde yazılan Nazi sloganı
[1] Bauman Zygmunt, Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Çev. Ümit Öktem Sarmal Y.1999 s.14
[2] Marshall Gordon Sosyoloji Sözlüğü, Çev Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Y. 1999 s 110
[3] Bauman Z. Çalışma… s 14
[4] Önder İzzettin, Tembellik Hakkı, Cogito sayı 12 s 74
**Kitabı Mukaddes, Sirak Kitabı 38:24
[5] Bauman Z. Çalışma… s 15
[6] Vaneigem Raoul, Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı-Gündelik Hayatta Devrim, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Y. s, Febre Lucien, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler Çev Mehmet AliKılıçbay, İmge Y. 1995 s 109-110
***IssacWats İngiliz ilahiyatçı
****Calamus, bir ata binmişti… ama çalışmayı sevmediği için, tahtırevana geçti”. Veya Bosuet’de, “Kilise, ölenler karşısında duyduğu mümin çalışmayla”. Buradaki anlam kaygı ve üzüntüdür. Akt. Lucien Febre Uygarlık, Kapitalizm… s110
[7] Güllap Recai , 212.154.21.40/pazarek/sayi088/sayfalar/besir.htm
[8] Vaneigem R. Gençler İçin… s 61
[9] Marx Karl,Boş Zaman Üzerine Seçmeler , Cogito Sayı 12 1997 s 23
[10] Bauman Z, Çalışma… s 23
[11] Braudel, Fernand, Maddi Uygarlık, Mübadele oyunları, cilt II, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Y.1993 s 453
[12] Braudel, Fernand Maddi Uygarlık c II, s 453
[13] Beaud Michel, Kapitalizmin Tarihi, Çev. Fikret Başkaya Dost Y.2003, s 100
[14] Engels Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev Oktay Emre,Gözlem Y. 1974, s 154
[15] Başkaya Fikret, Burjuva Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Sendikalar,www.ozguruniversite.org
[16] Beaud Michel, Kapitalizmin Tarihi… s 114
[17] Engels Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların … s. 155
[18] Lafargue Paul, Tembellik Hakkından Seçmeler, Cogito, sayı 12 1997 s 12
[19] Russel Bertand,Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12 1997 s 65
[20] Marx Karl Boş zaman Üzerine Seçmeler Cogito sayı 12 1997 s 27
[21] Başkaya Fikret, Burjuva Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Sendikalar,www.ozguruniversite.org
[22] Haug Wolfgang, Emeğin Yeniden Yapılanması-Yeni Bir Sınıf Savaşının teorisinin ronesansı mı? Anarşınin Bugünü, Der. Hans-Jürgen Degen. Çev. Neşe Ozan Aykırı Y. s 66
[23] Aktaran Zeki Coşkun, Rıdvan Budak’la Söyleşi Cogito sayı 12 1997 s 85
[24] Coşkun Zeki, Rıdvan… s. 84-85
[25] Bookchin Murray, Toplumu yeniden Kurmak, çev. Kaya Şahin Metis Y. 1999 s 89
[26] Yıldırım Ergun, Serbest Piyasa Ahi Evranları: Anadoluda Yükselen Kalkınma Ahlakı,www.bilgi.hikmet.com
[27] Duhm Diether, Kapitalizmde Korku, Çev. Şargut Şölçün, Ayraç Yayınları, s 106
[28] Russel Bertand, Aylaklığa Övgü, Cogito Sayı 12 s 66
[29] Vaneiggem Raoul , Gençler İçin Hayat Bilgisi… s 63
[30] Marx, Karl, Kapital, I. Cilt
[31] Vaneigem Raoul, Gençler için Hayat Bilgisi… s 64
[32] Şenel Alaeddin, Çalışma, Baban Gibi, Köle Olma, Cogito Sayı 12, s 90
[33] Beaud ,Michel kapitalizmin Tarihi s. 129
2 Kasım 2010 Salı
23 Ekim 2010 Cumartesi
Fransa Düşüyor mu?
Sarkozy hükümeti haziran ayından bu yana altı kez grevle uyarılmasına rağmen emeklilik yaşını yükselten yasayı dünkü meclis oylamasıyla 153 hayır oyuna karşın 177 evet oyuyla geçirmeye hazırlanıyor. Her ne kadar değişiklik önergeleri görüşülüp nihai oylama Çarşamba günü yapılacaksa da önergenin yasalaşacağı kesin gibi.
Çalışma Bakanı Eric Woerth'un parlamentoya sunduğu düzenlemeye göre Fransız vatandaşlarının emeklilik yaşı 60'tan 62'ye yükseltiliyor, ödenecek pirim günü sayısı 40.5 yıldan 41.5 yıla çıkarılıyor ve emekli aylığı bağlanma yaşı da 65'ten 67'ye yükseltiliyor. Sarkozy, yasanın kabul edilmesiyle 70 milyar euro tasarruf edileceğini, Fransa'nın Avrupa ülkeleri arasında en düşük emeklilik yaşına sahip olduğunu ve bunun kesinlikle değişmesi gerektiğini savunuyor.
Durum sadece Fransa’ya özgü de değil, bilindiği üzere 2008 yılında yapılmaya çalışılan ancak sendika tepkilerinin de etkisi ile ertelenen düzenleme ile Türkiye’de de emeklilik yaşı 65 yaşına çıkarılmak istenmişti. İspanya hükümeti 65 olan emeklilik yaşının 67’e yükseltilmesine çalışıyor, Yunanistan’da da durum farklı değil, şubat ayından bu yana emeklilik yaşını 65’ten 67’e çıkarmaya çalışan ve tasarıyı temmuz ayında parlamentodan geçirmeyi başaran bir hükümetleri var. Elbette bu iş bununla da sınırlı kalmayacak zira Avrupa Birliğinin Raporuna göre 2060 senesine kadar kademeli olarak emeklilik yaşının 70’e kadar tırmandırılması prensip olarak kabul görmüş gibi hatta İngiltere 2046’a kadar kadın ve erkeklerin emeklilik yaşını 68’e kadar yükseltmeyi planlıyor. Peki bu düzenlemeler ne için yapılıyor?
1950 yılında 7 çalışana 1 emeklinin düştüğü OECD ülkelerinde bugün 4 çalışana 1 emekli düşüyor. Bu oranın 2050 yılında 2'ye 1 olması bekleniyor. Bu durumun açıklaması olarak gösterilen azalan doğum sayıları ve artan yaşam süreleri. Fakat konu çalışma sürelerinin yeniden düzenlenerek istihdam ve yaşam kalitesi arttırılması konusuna geldiğinde bu istatistikler sadece birer bahane olarak kalıyor. Asıl problem, bir sonraki kuşağın bir önceki kuşağın emekli maaşını ödediği bu sistemin azalan nüfus artışıyla birlikte durgunluğa girmesi. Bir de buna emeklilik yaşını 2 sene kadar ileriye ötelemekten kazanılacak bekletilen tazminat ve aylıkları da ekleyince kapital krizinin işçilerin paralarıyla bertaraf edilmesi gibi bir fırsat da doğuyor ki bu da tam anlamıyla bir soyguna dönüşmüş oluyor.
Aslında bu durumu bir de şuradan okuduğumuzda neler döndüğünü daha net görme olasılığımız da var: Fransa örneğinden gidersek; prim ödeme gün sayısındaki artış (40.5’ten 41.5’e) %2.5 mertebesinde bir artışa tekabül ediyor. 1970’lerde 44.7 olan ortalama haftalık süresi bu yasadan önce 35 saate kadar inmişti. Yeni düzenleme ile bu süre 35.9 saate yaklaşıyor. Yani işçilerin her hafta yaklaşık 0.9, senede ise 10.5 saati çalınmış oluyor. Dondurulmuş ücretlere (hatta Yunanistan’da olduğu gibi ödenmeyen) tahvil ettiğimizde ise işçi aylıklarında %3.5’lik bir kesinti de yapılmış oluyor.
Önümüzdeki günlerde Fransa’da yeni gösteri ve grevler beklenebilir ancak asıl beklenmesi gerekli şey küresel bazdaki bu saldırıya karşı topyekün bir farkındalıktır.
Çalışma Bakanı Eric Woerth'un parlamentoya sunduğu düzenlemeye göre Fransız vatandaşlarının emeklilik yaşı 60'tan 62'ye yükseltiliyor, ödenecek pirim günü sayısı 40.5 yıldan 41.5 yıla çıkarılıyor ve emekli aylığı bağlanma yaşı da 65'ten 67'ye yükseltiliyor. Sarkozy, yasanın kabul edilmesiyle 70 milyar euro tasarruf edileceğini, Fransa'nın Avrupa ülkeleri arasında en düşük emeklilik yaşına sahip olduğunu ve bunun kesinlikle değişmesi gerektiğini savunuyor.
Durum sadece Fransa’ya özgü de değil, bilindiği üzere 2008 yılında yapılmaya çalışılan ancak sendika tepkilerinin de etkisi ile ertelenen düzenleme ile Türkiye’de de emeklilik yaşı 65 yaşına çıkarılmak istenmişti. İspanya hükümeti 65 olan emeklilik yaşının 67’e yükseltilmesine çalışıyor, Yunanistan’da da durum farklı değil, şubat ayından bu yana emeklilik yaşını 65’ten 67’e çıkarmaya çalışan ve tasarıyı temmuz ayında parlamentodan geçirmeyi başaran bir hükümetleri var. Elbette bu iş bununla da sınırlı kalmayacak zira Avrupa Birliğinin Raporuna göre 2060 senesine kadar kademeli olarak emeklilik yaşının 70’e kadar tırmandırılması prensip olarak kabul görmüş gibi hatta İngiltere 2046’a kadar kadın ve erkeklerin emeklilik yaşını 68’e kadar yükseltmeyi planlıyor. Peki bu düzenlemeler ne için yapılıyor?
1950 yılında 7 çalışana 1 emeklinin düştüğü OECD ülkelerinde bugün 4 çalışana 1 emekli düşüyor. Bu oranın 2050 yılında 2'ye 1 olması bekleniyor. Bu durumun açıklaması olarak gösterilen azalan doğum sayıları ve artan yaşam süreleri. Fakat konu çalışma sürelerinin yeniden düzenlenerek istihdam ve yaşam kalitesi arttırılması konusuna geldiğinde bu istatistikler sadece birer bahane olarak kalıyor. Asıl problem, bir sonraki kuşağın bir önceki kuşağın emekli maaşını ödediği bu sistemin azalan nüfus artışıyla birlikte durgunluğa girmesi. Bir de buna emeklilik yaşını 2 sene kadar ileriye ötelemekten kazanılacak bekletilen tazminat ve aylıkları da ekleyince kapital krizinin işçilerin paralarıyla bertaraf edilmesi gibi bir fırsat da doğuyor ki bu da tam anlamıyla bir soyguna dönüşmüş oluyor.
Aslında bu durumu bir de şuradan okuduğumuzda neler döndüğünü daha net görme olasılığımız da var: Fransa örneğinden gidersek; prim ödeme gün sayısındaki artış (40.5’ten 41.5’e) %2.5 mertebesinde bir artışa tekabül ediyor. 1970’lerde 44.7 olan ortalama haftalık süresi bu yasadan önce 35 saate kadar inmişti. Yeni düzenleme ile bu süre 35.9 saate yaklaşıyor. Yani işçilerin her hafta yaklaşık 0.9, senede ise 10.5 saati çalınmış oluyor. Dondurulmuş ücretlere (hatta Yunanistan’da olduğu gibi ödenmeyen) tahvil ettiğimizde ise işçi aylıklarında %3.5’lik bir kesinti de yapılmış oluyor.
Önümüzdeki günlerde Fransa’da yeni gösteri ve grevler beklenebilir ancak asıl beklenmesi gerekli şey küresel bazdaki bu saldırıya karşı topyekün bir farkındalıktır.
11 Ağustos 2010 Çarşamba
Yönelim Bozuklukları (Gorz Okumaları -3-)
Çalışma artık ne temel toplumsal bağ, ne toplumsallaşmanın temel unsuru, ne herkesin temel uğraşı, ne temel zenginlik ve refah kaynağı, ne de hayatlarımızın anlamı ve merkezidir. Çalışma uygarlığından çıkıyoruz ama geri geri çıkıyoruz ve boş zaman uygarlığına geri geri giriyoruz; bu uygarlığı görme ve isteme yeteneğinden yoksun olarak, dolayısıyla payımıza düşen boş zamanı uygarlaştırma yeteneğinden yoksun olarak, bir serbest zaman kültürü ve olayın geçtiği sahneye egemen olan teknik ve profesyonel kültürleri tamamlamak ve bunların yerine geçmek için seçilmiş bir faaliyetler kültürü oluşturma yeteneğinden yoksun olarak giriyoruz. Söylevimizdeki herşey verimlilik, verim, azami performans kaygısı, yani asgari zamanda, asgari çalışma ile mümkün en büyük sonucu elde etme kaygısı gibi kavramların egemenliği altında tutuluyor. (s.37)
“Hayat çalışma değildir!”... ne kadar bildik ve hatta hamasi geliyor kulağa aslında ama hayatımızın “çalışma hayatı”na oranına bakıldığında bu biliş hali ne de hazin.
Çalışan nüfusun ne kadarı kendi kimliğini hala çalışmasından ve çalışa hayatından yola çıkarak tanımlamayı düşünmektedir? Çalışma kaç kişi için hala hayatın merkezindedir? ...Batı Almanya’da yayımlanan en yeni anketin sonuçlarını aktarıyorum: Soru sorulan kişilerin sadece %15’i (yönetici kadronun %35’i) için mesleki hayat kişisel hayata göre önceliklidir. Büyük çoğunluk için çalışma, artık hayat demek değildir. Hayat, çalışmada değildir. Ne nitelik olarak, ne nicelik olarak.
Niceliksel açıdan, insan çalışma hayatına daha geç başlıyor, daha erken terk ediyor, daha sıklıkla ara veriyor; aynı zamanda, yıllık tm gün çalışma süresi 1960’ta 2150 saatten 1990’da 1650 saate indi, üstelik hastalık nedeniyle meydana gelen yıllık 150 saatlik süreyi de bundan çıkarmak gerekir. Öyleyse, otuz yılda, yıllık bireysel tam gün çalışma süresindeki düşüş %23’tür. Oysa, bu otuz yıl boyunca. (tekrar Alman rakamlarına başvuruyorum) yıllık çalışma hacmi (yani bütün aktif nüfusun çalıştığı toplam saat) %28 oranında azaldı; bu dönemde, çalışma saati başına üretim üç misli arttı ve işsizlik –ya da daha doğrusu, “hayatını kazanma” olanaksızlığı- endişe verici boyutlara ulaştı.
Bu koşullarda, sol bir perspektif ne anlama gelmektedir? Bu koşullarda, “sosyalist olmak” ne demektir? Eğer bu, çalışanların özgürlüğü için savaşmak ise, o zaman sosyalistler, kendilerini hala, her şeyden önce çalışmalarıyla tanımlayan, kendilerini her şeyden önce çalışan olarak hisseden ve çalışmalarını, en azından potansiyel olarak geliştirici ve yaratıcı bir faaliyet olarak yaşayan bu %15’in ideolojik ve elitist sözcüleridir. Bu durumda, sosyalizmin özellikle her türlü çalışmayı yaratıcı ve geliştirici bir faaliyete dönüştürmesi gerektiğinden mi söz edilecektir? Bunu kabul edebilirim; ama bir koşulla: Çalışma-istihdamın yani ücretlendirilmiş üretici çalışmanın zamanımızda hızla azalan bir oran (uyanık geçen zamanımızın beşte biri) olduğunun unutulmaması ve zorunlu ya da özgürce seçilmiş, özel ya da toplumsal bütün ücretlendirilmemiş faaliyetlerin, işçi sınıfına ait olmanın ve çalışan olarak, sermayeninkine karşıt çıkarlara sahip olmanın bilincini oluşturan bu “çalışma”ya dahil edilmemesi gerekir. Her çalışma, kelimenin aynı anlamındaki çalışma değildir. Her çalışma, bir toplumsal kimlik ya da bir sınıfa ait olmanın kaynağı değildir. (s.8-9)
Gorz 8. bölümde, mücadelenin güncel içeriğini belirleyen acil hedefleri sıralarken yukarıdaki konulara tekrar dönüyor:
“Sosyalizm”den sadece ekonominin toplumun ihtiyaç ve değerlerine tabi olmasını anlamamak gerekir; aynı zamanda, giderek yayılan öz-belirlenmiş etkinliklerin gönüllü ve kendi kendine örgütlenen işbirliği içindeki büyüyen bir komüniter ortaklığı çerçevesinde giderek azalan ve esnek çalışma süreleri sayesinde yaratıcılığ ortaya çıkması anlamına da gelmektedir. Ekonomik sistem için gerekli çalışma hacminin azalmasının işsizlik, toplumların bütünlüklerinin bozulması ve güney afrikalılaşması ile sonuçlanması ancak bu yolla engellenebilir.
Çalışma süresindeki indirime ilişkin böyle bir politikanın ücret amacıyla gerçekleşen çalışmayı ve beslenme, bakım ve eğitimle ilgili ev içi çalışmayı yeniden paylaştırabilmesi için toplam gelirin çalışma süresinin gelişimine ve bu sürenin kendisine bağımlı olmaktan çıkması gerekir. Aktif nüfusun büyüyen bir oranı, çalışma verimliliğinin ölçülemediği alanlarda şimdiden çalışıyorsa ve aktif nüfusun daha önemli bir bölümü için düznli ya da tam gün iş yoksa, bu serbeslik, hiç kuşkusuz, kendini daha fazla dayatır. Gelirinden olmadan çalışma hayatını kesintiye uğratma hakkı, “seçilmiş zaman” ve çalışma zamanının öz önetimi hakkı, bundan böyle gerçekleşebilecek özgürleşme taleplerine denk düşer.
Çalışma süresinden ayrılmış bir gelir hakkının, ev işlerinin özel alanında gerçekleşen faaliyetlerin sözde “toplumsal yarar”ı tarafından doğrulanması gerekmemektedir. Özel alandaki (özellikle ailedeki) “yeniden-üretim” çalışması ya da faaliyetleri denen işlerin, toplum açısıdnan, en azından üretim çalışmasına eşit bir yararlılığı olduğu tezi, çalışma ideolojisini ve sanayileşmiş toplumlara özgü yararcılığı kurtarma kaygısını gizler. Oysa, teknik gelişmeler kullanılabilir zaman hazmini arttırdığında bu yararcılık geçerliliğini ve temelini kaybeder. Sorun, bu kullanılabilir zamandan herkesin nasıl ve ne biçimde yararlanabileceğini bilmektir; ve hayatın anlamının da sorusu olan bu sorun, bütün yararlılık hesaplarını ve ölçütlerini aşar: “Bu, neye yaramaktadır?” Bir faaliyet kendisinden başka ne için yararlıdır?
Buna karşılık, gerekli çalışmalardan özgürleşmiş kullanılabilir zaman ancak kendini yaymaktan başka amacı olmayan faaliyetlerde anlamını bulur; bu faaliyetler, hayatın zamanıdır ve hayatın kendisinin yayılımıdır. (s.27-28)
Andre Gorz, Kapitalizm Sosyalizm Ekoloji, Ayrıntı yay., çev. Işık Ergüden
“Hayat çalışma değildir!”... ne kadar bildik ve hatta hamasi geliyor kulağa aslında ama hayatımızın “çalışma hayatı”na oranına bakıldığında bu biliş hali ne de hazin.
Çalışan nüfusun ne kadarı kendi kimliğini hala çalışmasından ve çalışa hayatından yola çıkarak tanımlamayı düşünmektedir? Çalışma kaç kişi için hala hayatın merkezindedir? ...Batı Almanya’da yayımlanan en yeni anketin sonuçlarını aktarıyorum: Soru sorulan kişilerin sadece %15’i (yönetici kadronun %35’i) için mesleki hayat kişisel hayata göre önceliklidir. Büyük çoğunluk için çalışma, artık hayat demek değildir. Hayat, çalışmada değildir. Ne nitelik olarak, ne nicelik olarak.
Niceliksel açıdan, insan çalışma hayatına daha geç başlıyor, daha erken terk ediyor, daha sıklıkla ara veriyor; aynı zamanda, yıllık tm gün çalışma süresi 1960’ta 2150 saatten 1990’da 1650 saate indi, üstelik hastalık nedeniyle meydana gelen yıllık 150 saatlik süreyi de bundan çıkarmak gerekir. Öyleyse, otuz yılda, yıllık bireysel tam gün çalışma süresindeki düşüş %23’tür. Oysa, bu otuz yıl boyunca. (tekrar Alman rakamlarına başvuruyorum) yıllık çalışma hacmi (yani bütün aktif nüfusun çalıştığı toplam saat) %28 oranında azaldı; bu dönemde, çalışma saati başına üretim üç misli arttı ve işsizlik –ya da daha doğrusu, “hayatını kazanma” olanaksızlığı- endişe verici boyutlara ulaştı.
Bu koşullarda, sol bir perspektif ne anlama gelmektedir? Bu koşullarda, “sosyalist olmak” ne demektir? Eğer bu, çalışanların özgürlüğü için savaşmak ise, o zaman sosyalistler, kendilerini hala, her şeyden önce çalışmalarıyla tanımlayan, kendilerini her şeyden önce çalışan olarak hisseden ve çalışmalarını, en azından potansiyel olarak geliştirici ve yaratıcı bir faaliyet olarak yaşayan bu %15’in ideolojik ve elitist sözcüleridir. Bu durumda, sosyalizmin özellikle her türlü çalışmayı yaratıcı ve geliştirici bir faaliyete dönüştürmesi gerektiğinden mi söz edilecektir? Bunu kabul edebilirim; ama bir koşulla: Çalışma-istihdamın yani ücretlendirilmiş üretici çalışmanın zamanımızda hızla azalan bir oran (uyanık geçen zamanımızın beşte biri) olduğunun unutulmaması ve zorunlu ya da özgürce seçilmiş, özel ya da toplumsal bütün ücretlendirilmemiş faaliyetlerin, işçi sınıfına ait olmanın ve çalışan olarak, sermayeninkine karşıt çıkarlara sahip olmanın bilincini oluşturan bu “çalışma”ya dahil edilmemesi gerekir. Her çalışma, kelimenin aynı anlamındaki çalışma değildir. Her çalışma, bir toplumsal kimlik ya da bir sınıfa ait olmanın kaynağı değildir. (s.8-9)
Gorz 8. bölümde, mücadelenin güncel içeriğini belirleyen acil hedefleri sıralarken yukarıdaki konulara tekrar dönüyor:
“Sosyalizm”den sadece ekonominin toplumun ihtiyaç ve değerlerine tabi olmasını anlamamak gerekir; aynı zamanda, giderek yayılan öz-belirlenmiş etkinliklerin gönüllü ve kendi kendine örgütlenen işbirliği içindeki büyüyen bir komüniter ortaklığı çerçevesinde giderek azalan ve esnek çalışma süreleri sayesinde yaratıcılığ ortaya çıkması anlamına da gelmektedir. Ekonomik sistem için gerekli çalışma hacminin azalmasının işsizlik, toplumların bütünlüklerinin bozulması ve güney afrikalılaşması ile sonuçlanması ancak bu yolla engellenebilir.
Çalışma süresindeki indirime ilişkin böyle bir politikanın ücret amacıyla gerçekleşen çalışmayı ve beslenme, bakım ve eğitimle ilgili ev içi çalışmayı yeniden paylaştırabilmesi için toplam gelirin çalışma süresinin gelişimine ve bu sürenin kendisine bağımlı olmaktan çıkması gerekir. Aktif nüfusun büyüyen bir oranı, çalışma verimliliğinin ölçülemediği alanlarda şimdiden çalışıyorsa ve aktif nüfusun daha önemli bir bölümü için düznli ya da tam gün iş yoksa, bu serbeslik, hiç kuşkusuz, kendini daha fazla dayatır. Gelirinden olmadan çalışma hayatını kesintiye uğratma hakkı, “seçilmiş zaman” ve çalışma zamanının öz önetimi hakkı, bundan böyle gerçekleşebilecek özgürleşme taleplerine denk düşer.
Çalışma süresinden ayrılmış bir gelir hakkının, ev işlerinin özel alanında gerçekleşen faaliyetlerin sözde “toplumsal yarar”ı tarafından doğrulanması gerekmemektedir. Özel alandaki (özellikle ailedeki) “yeniden-üretim” çalışması ya da faaliyetleri denen işlerin, toplum açısıdnan, en azından üretim çalışmasına eşit bir yararlılığı olduğu tezi, çalışma ideolojisini ve sanayileşmiş toplumlara özgü yararcılığı kurtarma kaygısını gizler. Oysa, teknik gelişmeler kullanılabilir zaman hazmini arttırdığında bu yararcılık geçerliliğini ve temelini kaybeder. Sorun, bu kullanılabilir zamandan herkesin nasıl ve ne biçimde yararlanabileceğini bilmektir; ve hayatın anlamının da sorusu olan bu sorun, bütün yararlılık hesaplarını ve ölçütlerini aşar: “Bu, neye yaramaktadır?” Bir faaliyet kendisinden başka ne için yararlıdır?
Buna karşılık, gerekli çalışmalardan özgürleşmiş kullanılabilir zaman ancak kendini yaymaktan başka amacı olmayan faaliyetlerde anlamını bulur; bu faaliyetler, hayatın zamanıdır ve hayatın kendisinin yayılımıdır. (s.27-28)
Andre Gorz, Kapitalizm Sosyalizm Ekoloji, Ayrıntı yay., çev. Işık Ergüden
8 Temmuz 2010 Perşembe
Aylak Azınlığı Beslemek
Torstein Veblen Marksist olmadığı gibi Marx'ı öcü gibi gören liberaller arasında tutulan bir ekonomisttir. Ancak aslında Marksist teoride tariflenen burjuva sınıfına açıktan yaptığı eleştirisinde belki de Marksist terminolojiyi kullanmak istememesinden kaynaklı bir hassasiyetle burjuva sınıfı yerine "Aylak Sınıf"ı önerir. Aşağıda okuyacağınız satırlar Veblen'in türkçeye de çevrilmiş olan kitabı "The Theory of the Leisure Class"tan alıntılanmış olup kısaca Aylak Sınıfın kendisini görünür kıldığı Gösterişli Tüketim'in (conspicuous consumption) var olabilmesi için çalışan ve çalışmayı erdem olarak görmeye şartlandırılmış kitlelere ihtiyaç duyduğunu anlatır. Çalışmak zorunda olmayan, daha da ötesinde çalışmayı, emeği aşağılayıcı bulan bu kitle, kendileri yerine işleri yoluna koyacak, üretecek ve sermayelerini büyütecek kitlelere gereksinim duyacaktır. Bu ayrıcalıklı azınlığı beslemek ise insan aktivitelerinin genel tarifi olan eylemekten anlamını alan insan emeği ile değil ama hayatta kalabilmek için uzun mesai saatleri boyunca didinmek zorunda kalan milyonların "çalışması" ile mümkündür.
"Belirli bir aylak sınıfı olmayan toplumlar sosyal yapı ve hayatın işleyişi açısından da bir çok ortak özellik gösterir. Bunlar küçük gruplardır ve arkaik bir yapıya sahiptirler... Bu toplulukları farklı kılan, barışsever insan gruplarından oluşmuş olmalarıdır... Aylak sınıf, barışsever yapıdan savaşçı yapıya geçerken filizlenmeye başlıyor. Aylak sınıfın ortaya çıkması için:
- Yağmacı bir topluluk olması...
- Mesleklerde uzmanlaşmaya geçilmiş olması yani bazı mesleklerin değerli, bazılarının ise değersiz (hatta aşağılayıcı) olması gereklidir.
Yağmacı evrede düzgün olan, özellikle yağmacı evreyi takip eden çalışkanlığın yarı-barışçıl gelişme evresinin başlarında aylak hayat, parasal gücün en nihai kanıtıdır, ancak aylak beyefendinin belli bir refah içinde yaşayabilmesi şartıyla. Bu evrede servet en önce kölelerden oluşur; servet güç, en başta kişisel hizmetlerde görünür hale gelir. Böylece emekten bariz bir kaçınma, üstün parasal başarının geleneksel işareti ve saygınlığın göstergesi haline gelir; buna karşıt olarak üretici emeğin uygulanması yoksulluğun ve tabi olmanın işaretidir.
Emek daha erken bir kültürel safhadan miras eski gelenekler tarafından uygunsuz sayılmamış olsa dahi fakirliğin bir kanıtı olması dolayısıyla kaçınılmaz bir şekilde onursuzluk sayılacaktı. Yağmacı kültürün kadim geleneğinde üretici emek muktedir yaratılmış insanoğlun yakışmaz sayılıp skınılır.
Teoride aylak sınıf yağmacı kültürün başlangıcınan beri var olsa da, kurumun, yağmacı kültürden bir sonraki parasal safhaya geçerken yeni ve daha tamamlanmış bir anlam kazandığını belirtmek gerekir. Bu dönemden itibaren teoride olduğu kadar gerçekte de bir “aylak sınıf” doğmuştur. Tam anlamda bir “aylak sınıf” kurumunun tarihi bu noktada belirlenir.
Emekten kaçnma sadece şerefli ve takdire değer bir hareket sayılmakla kalmayıp aynı zamanda terbiyenin de gereği haline gelmiştir. Mülkü, servetin biriktirilmesinin ilk dönemlerinde saygınlığın temeli olarak görme ısarrı çk naif ve küstahçadı. Emekten kaçınma servetin geleneksel kanıtıdır... Bu arada üretici emek aynı anda ve benzer bir süreçte çif anlamlı bir ifadeyle özünde değersizlik kazanır.
İnce görgü kurallarına uzun süredir alışkın olan hassas ve duyarlı kişilerde emeğinden utanç öyle güçlüdür ki ciddi bir durumda kendini sakınmak için bile emek harcamaktan kaçınabilirler. Mesela söylendiğine göre Polinezyalı kabile reisleri töreye uygun davranma stresi altında yemeklerini kndi ağızlarına götürmektense açlıktan ölmeyi tercih ederlermiş. Fransa krallarıdan birisi için anlatılan hikayeye göre de, görevi hazretin sandalyesini çekmek olan hizmetçinin yokluğunda kral, şöminenin karşısında şikayet etmeden oturmuş ve kraliyet temsilcisi iyileşemeyecek kadar yanmıştır."
Torstein Veblen, Aylak Sınıfın Teorisi, Babil yay.
"Belirli bir aylak sınıfı olmayan toplumlar sosyal yapı ve hayatın işleyişi açısından da bir çok ortak özellik gösterir. Bunlar küçük gruplardır ve arkaik bir yapıya sahiptirler... Bu toplulukları farklı kılan, barışsever insan gruplarından oluşmuş olmalarıdır... Aylak sınıf, barışsever yapıdan savaşçı yapıya geçerken filizlenmeye başlıyor. Aylak sınıfın ortaya çıkması için:
- Yağmacı bir topluluk olması...
- Mesleklerde uzmanlaşmaya geçilmiş olması yani bazı mesleklerin değerli, bazılarının ise değersiz (hatta aşağılayıcı) olması gereklidir.
Yağmacı evrede düzgün olan, özellikle yağmacı evreyi takip eden çalışkanlığın yarı-barışçıl gelişme evresinin başlarında aylak hayat, parasal gücün en nihai kanıtıdır, ancak aylak beyefendinin belli bir refah içinde yaşayabilmesi şartıyla. Bu evrede servet en önce kölelerden oluşur; servet güç, en başta kişisel hizmetlerde görünür hale gelir. Böylece emekten bariz bir kaçınma, üstün parasal başarının geleneksel işareti ve saygınlığın göstergesi haline gelir; buna karşıt olarak üretici emeğin uygulanması yoksulluğun ve tabi olmanın işaretidir.
Emek daha erken bir kültürel safhadan miras eski gelenekler tarafından uygunsuz sayılmamış olsa dahi fakirliğin bir kanıtı olması dolayısıyla kaçınılmaz bir şekilde onursuzluk sayılacaktı. Yağmacı kültürün kadim geleneğinde üretici emek muktedir yaratılmış insanoğlun yakışmaz sayılıp skınılır.
Teoride aylak sınıf yağmacı kültürün başlangıcınan beri var olsa da, kurumun, yağmacı kültürden bir sonraki parasal safhaya geçerken yeni ve daha tamamlanmış bir anlam kazandığını belirtmek gerekir. Bu dönemden itibaren teoride olduğu kadar gerçekte de bir “aylak sınıf” doğmuştur. Tam anlamda bir “aylak sınıf” kurumunun tarihi bu noktada belirlenir.
Emekten kaçnma sadece şerefli ve takdire değer bir hareket sayılmakla kalmayıp aynı zamanda terbiyenin de gereği haline gelmiştir. Mülkü, servetin biriktirilmesinin ilk dönemlerinde saygınlığın temeli olarak görme ısarrı çk naif ve küstahçadı. Emekten kaçınma servetin geleneksel kanıtıdır... Bu arada üretici emek aynı anda ve benzer bir süreçte çif anlamlı bir ifadeyle özünde değersizlik kazanır.
İnce görgü kurallarına uzun süredir alışkın olan hassas ve duyarlı kişilerde emeğinden utanç öyle güçlüdür ki ciddi bir durumda kendini sakınmak için bile emek harcamaktan kaçınabilirler. Mesela söylendiğine göre Polinezyalı kabile reisleri töreye uygun davranma stresi altında yemeklerini kndi ağızlarına götürmektense açlıktan ölmeyi tercih ederlermiş. Fransa krallarıdan birisi için anlatılan hikayeye göre de, görevi hazretin sandalyesini çekmek olan hizmetçinin yokluğunda kral, şöminenin karşısında şikayet etmeden oturmuş ve kraliyet temsilcisi iyileşemeyecek kadar yanmıştır."
Torstein Veblen, Aylak Sınıfın Teorisi, Babil yay.
23 Nisan 2010 Cuma
Vasfın Sıradanlaştırılması -Gorz Okumaları- (2)
Üretici güçlerle ve kendi varoluşlarıyla hala kurdukları tek ilişki olan çalışma, onlarda bütün kişisel faaliyet görünümünü kaybetmiştir ve ancak bitki gibi yaşayarak ayakta kalırlar (Marx, Alman İdeolojisi).
“çalışma” (arbeit) bireylerin akılcı ve toplumsal işbirliğiyle ortadan kalkacaktır (beseiting); bu çalışmanın yerini, seri üretimin parçası olmuş ve uzmanlaştırılmış bireylerin emeği değil, bilinçli ve yöntemli olarak işbirliği yapan bireylerin özerk faaliyeti olan kolektif bir poiesis alacaktır. (s.43)
Bizim bizim “sanayi” diye adlandırdığımız şey, gerçekte, ancak emekçilerin üretim araçlarından ayrılması temelinde mümkün olan bir sermayenin teknik yoğunlaşmasıdır. Sadece bu ayrım çalışmayı akılcılaştırmaya ve iktisadileştirmeye, üreticilerin ihtiyaçlarını aşan artıklar üretmesine ve bu büyüyen artıkları üretim araçlarının çoğalmasında ve güçlerinin büyümesinde kullanmaya imkan tanımıştır. (s.73)
Üretim, hesaplanabilir ve öngörülebilir olmak için, farklı verimlilik ve hızlarda üretim yapan işçilerin emeğine dayanmaya son vermeliydi. Farklı bireylerin üretken faaliyetlerinin kesinlikle aynı olması gerekiyordu; yükümlülükleri birbirinin yerine geçebilir olmalıydı, aynı ölçüde değerlendirilebilir ve verimlilikleri karşılaştırılabilir olmalıydı. Bunun için (Max Weber’in doğru olarak gördüğü gibi) çalışmayı emekçilerin kişiliğinden ayırmak gerekiyordu. Çalışmayı, aynı yükümlülüğün toprakların dört bir yanına, hatta dünyanın dört bucağına yerleştirilmiş herhangi bir fabrikada çalışan herhangi bir emekçi tarafından sağlanabileceği biçimde akılcılaştırmak ve şeyleştirmek gerekiyordu. Çalışmanın akılcılaştırılması makinelerin akılcılaştırılmasını ve sonra da standartlaştırılmasını zorunlu kılıyordu. Bu da ürünlerin standartlaştırılmasını ve ürünlerin standartlaştırılması da emekçilerin standartlaştırılmasını zorunlu kılıyordu. Benzer ürünlerin, her yerde benzer “jestlerle” ve benzer yöntemlere göre, benzer parametreli makinelerde imal edilmesi gerekiyordu. (s.79)
Adam Ferguson History of Civil Society adlı kitabında şöyle yazar: “Üretim en çok, zekadan vazgeçildiğinde ve atölyede, parçaları insanlar olan bir makine olarak kabul edilebildiğinde artar.” Kapital’de bu bölümü aktaran Marx, ardından Adam Smith ve G.Garnier’nin alıntılarıyla devam eder ve D.Urquhart’dan (Falimial Words) aldığı formülle sonuçlandırır: “İşbölümünün daha da ayrıntılandırılması bir halkın öldürülmesi demektir.” (s.80)
Kısacası emekçi kitlesini yönlendirici ütopya artık “emekçi iktidarı” değil, emekçi olmaktan çıkma imkanıdır; çalışma içinde özgürleşmeye daha az vurgu yapılırken, tam gelir garantisiyle çalışmaktan kurtulmaya daha fazla vurgu yapılmaktadır. (s.81)
İktisadi akılcılaştırmanın yerine araçsal bir çalışma anlayışı koymak için ortadan kaldırmaya çabaladığı çalışma ile yaşamın birliğini yeniden oluşturmak söz konusudur. Kriz, rekabet ve teknik değişimlerin şiddetlenmesi sayesinde, işletme, işlevsel bütünleşme yeri olmaktan çıkıp, toplumsal bütünleşme ve mesleki gelişme yeri haline gelmelidir. En azından, “insan kaynakları” denen yeni ideolji böyledir. Bu ideoloji çeşitli açılardan, ekonomist tüm-akılcılaştırma üzerinde gelişiyor gözükmektedir. İşgücünün diğerleri gibi bi alet olmadığını çıkça olmasa da kabul eder. İşgücünün etkinliği ve performansının, işletme ortamı, çalışma tatmini, işbirliğinin toplumsal ilişki niteliği vs. gibi hesaplanabilir olmayan unsurlara bağlı olduğunu ve iktisadi akılcılıktan kaynaklanmadıklarını da kabul eder.
Başka açılardan, “insan kaynakları” ideolojisi iktisadi olmayan özlemelerin iktisadi akılcılık tarafından akılcılaştırılmasına –veya Habermas’ın deyişiyle, sömürgeleştirilmesine- zemin hazırlar: Yeni tip işletme bunları sadece üretkenlik ve özel tür bir “rekabet” unsurları olduklarından dikkate almaya çabalayacaktır. (s.83-84)
Mesleğinden gurur duyan, yaptığı işe egemen, iş teknikleriyle aynı tempoda gelişebilen yeni tip emekçi figürü patronların çalışma hümanizmasına verdikleri geçikmiş bir tavizden doğmamıştır. Teknolojik değişmlerin sonucu olan bir zorunluluğa denk düşer. Sermaye işçi sınıfının bütünlüğünü, sendikal hareketi ve toplumsal dayanışma ve bağlardan geri kalanları parçalamak için bu zorunluluğu bir levye olarak kullanır. Bunu yapmak için, çalışma ütopyasının değerlerini kendi hesabına geçirmesi yeter: Bu değerler, üretim araçlarının emekçiler tarafından sahiplenilmesi (yani tekniğin yeniden mal edilmesi); çalışmada bireysel kapasitelerin tam olarak gelişmesi; ve mesleğin ve meslek etiğinin değer kazanmasıdır. (s.91)
Almanya örneğinde, imtiyazlı eçkin emekçiler tarafından yönetilen sendika, periferik işçilerle, işsizler ve geçici işçilerle ilgilenmeme gibi tehlikeli bir eğilim taşır. Patronlarla, bilinçli veya bilinçsiz olarak, “kazananların” ve “yeterli olanların” “yeterli olmayanlara” ve “tembellere” karşı ideolojik ittifakını oluşturur. Burada da sorun, Peter Glotz’un formülüne göre, “güçlülerin zayıflarla dayanışmasını” başarmaktır.
Oysa bu dayanışma ancak çalışma etiğinden ve çalışma ütopyası diye adlandırdığımız şeyden ayrıln bir perspektif içinde mümkündür. Bu ütopya –ve verimlilik, çaba, profesyonelleşme etiği- çalışmanın artık temel üretici güç olmadığı ve sonuç olarak, herkes için yeterince sürekli iş olmadığı bir durumda tüm hmanist içeriğinden yoksun kalır. Bu durumda, çabanın yüceltilmesi, meslekle yaşamın birliğinin onaylanması ancak ücreti iyi, nitelikli ve düzenli işleri kendine ayıran ve bu gaspı da yüksek nitelikleri adına haklı gösteren imtiyazlı bir seçkin tabakanın ideoloji olabilir. Çalışma ideolojisi, çaba ahlakı bundan böyle aşırı-rekabetçi egoizmin ve kariyerizmin kılıfı olur: En iyiler kazanır, diğerlerinin ise kendilerine öfkelenmekten başka ellerinden bir şey gelmez; çalışmayı cesaretlendirmek ve ödüllendirmek gerekir, dolayısıyla işsizlere, yoksullara ve diğer “tembellere” ödün verilmemelidir.
Avrupa’da en açık ifade Thatcherizm olan bu ideolojide, sermaye açısından, kesin bir akılsallık vardır: Güç yenilenebilir (en azından şimdilik) bir işgücünü güdüledirmek ve maddi olarak denetlenemeyeceğinden ideolojik olarak denetlemek söz konusudur. Bunun için, çalışma etiğini korumak gerekir. Seçkin işçileri daha az imtiyazlılara bağlayabilecek dayanışmayı yıkmak, mümkün olduğunca fazla çalışarak kendi çıkarından başka topluluğun çıkarına da daha iyi hizmet edeceğine onu inandırmak gerekir. Dolayısıyla, yapısal olarak fazlalaık konumundaki bir işgücünün sürekli büyüdğünü ve düzenli ve tam gün işlerde büyüyen bir yapısal kıtlık olduğu olgusunu gizlemek gerekir; kısacası ekonominin herkesin çalışmasına ihtiyacı olmadığını ve bundan sonra da daha az ihtiyacı oalcağını gizlemek gerekir. Ve sonuç olarak, “çalışma toplumu”nun hükümsüz olduğunu gizlemek gerek: Çalışma, artık toplumsal bütünleşmenin temeli değildir. (s.93-94)
Yüksek yeteneklerin ve vasıfların sıradanlaştırılması yukarda anlatılan toplumun ikiliğiyle mücadele etmenin en vazgeçilmez ve etkli aracıdır. En vasıflı işlerin bile çok sayıda çalışana dağıtılmasıyla çalışma süresindeki indirimin peşinden gelecek bir politika için bu sıradanlaştırma gereklidir. Ve dahası, çalışma süresinin azaltılmasının hedeflerinden biri olmalıdır: Serbest zaman, mesleki olsun olmasın bilgilerin derinleştirilmesi ve genişletilmesi için de kullanılabilmelidir. Toplumsal olarak gerekli çalışmayı, yetenekli ve çalışmayı arzulayan bütün yurttaşlara dağıtmanın başka yolu yoktur: herkesin hayatını çalışarak kazanabilmesi için, herkesin daha az çalışabilmesi gereklidir. (s.103)
A.Gorz, İktisadi Aklın Eleştirisi
“çalışma” (arbeit) bireylerin akılcı ve toplumsal işbirliğiyle ortadan kalkacaktır (beseiting); bu çalışmanın yerini, seri üretimin parçası olmuş ve uzmanlaştırılmış bireylerin emeği değil, bilinçli ve yöntemli olarak işbirliği yapan bireylerin özerk faaliyeti olan kolektif bir poiesis alacaktır. (s.43)
Bizim bizim “sanayi” diye adlandırdığımız şey, gerçekte, ancak emekçilerin üretim araçlarından ayrılması temelinde mümkün olan bir sermayenin teknik yoğunlaşmasıdır. Sadece bu ayrım çalışmayı akılcılaştırmaya ve iktisadileştirmeye, üreticilerin ihtiyaçlarını aşan artıklar üretmesine ve bu büyüyen artıkları üretim araçlarının çoğalmasında ve güçlerinin büyümesinde kullanmaya imkan tanımıştır. (s.73)
Üretim, hesaplanabilir ve öngörülebilir olmak için, farklı verimlilik ve hızlarda üretim yapan işçilerin emeğine dayanmaya son vermeliydi. Farklı bireylerin üretken faaliyetlerinin kesinlikle aynı olması gerekiyordu; yükümlülükleri birbirinin yerine geçebilir olmalıydı, aynı ölçüde değerlendirilebilir ve verimlilikleri karşılaştırılabilir olmalıydı. Bunun için (Max Weber’in doğru olarak gördüğü gibi) çalışmayı emekçilerin kişiliğinden ayırmak gerekiyordu. Çalışmayı, aynı yükümlülüğün toprakların dört bir yanına, hatta dünyanın dört bucağına yerleştirilmiş herhangi bir fabrikada çalışan herhangi bir emekçi tarafından sağlanabileceği biçimde akılcılaştırmak ve şeyleştirmek gerekiyordu. Çalışmanın akılcılaştırılması makinelerin akılcılaştırılmasını ve sonra da standartlaştırılmasını zorunlu kılıyordu. Bu da ürünlerin standartlaştırılmasını ve ürünlerin standartlaştırılması da emekçilerin standartlaştırılmasını zorunlu kılıyordu. Benzer ürünlerin, her yerde benzer “jestlerle” ve benzer yöntemlere göre, benzer parametreli makinelerde imal edilmesi gerekiyordu. (s.79)
Adam Ferguson History of Civil Society adlı kitabında şöyle yazar: “Üretim en çok, zekadan vazgeçildiğinde ve atölyede, parçaları insanlar olan bir makine olarak kabul edilebildiğinde artar.” Kapital’de bu bölümü aktaran Marx, ardından Adam Smith ve G.Garnier’nin alıntılarıyla devam eder ve D.Urquhart’dan (Falimial Words) aldığı formülle sonuçlandırır: “İşbölümünün daha da ayrıntılandırılması bir halkın öldürülmesi demektir.” (s.80)
Kısacası emekçi kitlesini yönlendirici ütopya artık “emekçi iktidarı” değil, emekçi olmaktan çıkma imkanıdır; çalışma içinde özgürleşmeye daha az vurgu yapılırken, tam gelir garantisiyle çalışmaktan kurtulmaya daha fazla vurgu yapılmaktadır. (s.81)
İktisadi akılcılaştırmanın yerine araçsal bir çalışma anlayışı koymak için ortadan kaldırmaya çabaladığı çalışma ile yaşamın birliğini yeniden oluşturmak söz konusudur. Kriz, rekabet ve teknik değişimlerin şiddetlenmesi sayesinde, işletme, işlevsel bütünleşme yeri olmaktan çıkıp, toplumsal bütünleşme ve mesleki gelişme yeri haline gelmelidir. En azından, “insan kaynakları” denen yeni ideolji böyledir. Bu ideoloji çeşitli açılardan, ekonomist tüm-akılcılaştırma üzerinde gelişiyor gözükmektedir. İşgücünün diğerleri gibi bi alet olmadığını çıkça olmasa da kabul eder. İşgücünün etkinliği ve performansının, işletme ortamı, çalışma tatmini, işbirliğinin toplumsal ilişki niteliği vs. gibi hesaplanabilir olmayan unsurlara bağlı olduğunu ve iktisadi akılcılıktan kaynaklanmadıklarını da kabul eder.
Başka açılardan, “insan kaynakları” ideolojisi iktisadi olmayan özlemelerin iktisadi akılcılık tarafından akılcılaştırılmasına –veya Habermas’ın deyişiyle, sömürgeleştirilmesine- zemin hazırlar: Yeni tip işletme bunları sadece üretkenlik ve özel tür bir “rekabet” unsurları olduklarından dikkate almaya çabalayacaktır. (s.83-84)
Mesleğinden gurur duyan, yaptığı işe egemen, iş teknikleriyle aynı tempoda gelişebilen yeni tip emekçi figürü patronların çalışma hümanizmasına verdikleri geçikmiş bir tavizden doğmamıştır. Teknolojik değişmlerin sonucu olan bir zorunluluğa denk düşer. Sermaye işçi sınıfının bütünlüğünü, sendikal hareketi ve toplumsal dayanışma ve bağlardan geri kalanları parçalamak için bu zorunluluğu bir levye olarak kullanır. Bunu yapmak için, çalışma ütopyasının değerlerini kendi hesabına geçirmesi yeter: Bu değerler, üretim araçlarının emekçiler tarafından sahiplenilmesi (yani tekniğin yeniden mal edilmesi); çalışmada bireysel kapasitelerin tam olarak gelişmesi; ve mesleğin ve meslek etiğinin değer kazanmasıdır. (s.91)
Almanya örneğinde, imtiyazlı eçkin emekçiler tarafından yönetilen sendika, periferik işçilerle, işsizler ve geçici işçilerle ilgilenmeme gibi tehlikeli bir eğilim taşır. Patronlarla, bilinçli veya bilinçsiz olarak, “kazananların” ve “yeterli olanların” “yeterli olmayanlara” ve “tembellere” karşı ideolojik ittifakını oluşturur. Burada da sorun, Peter Glotz’un formülüne göre, “güçlülerin zayıflarla dayanışmasını” başarmaktır.
Oysa bu dayanışma ancak çalışma etiğinden ve çalışma ütopyası diye adlandırdığımız şeyden ayrıln bir perspektif içinde mümkündür. Bu ütopya –ve verimlilik, çaba, profesyonelleşme etiği- çalışmanın artık temel üretici güç olmadığı ve sonuç olarak, herkes için yeterince sürekli iş olmadığı bir durumda tüm hmanist içeriğinden yoksun kalır. Bu durumda, çabanın yüceltilmesi, meslekle yaşamın birliğinin onaylanması ancak ücreti iyi, nitelikli ve düzenli işleri kendine ayıran ve bu gaspı da yüksek nitelikleri adına haklı gösteren imtiyazlı bir seçkin tabakanın ideoloji olabilir. Çalışma ideolojisi, çaba ahlakı bundan böyle aşırı-rekabetçi egoizmin ve kariyerizmin kılıfı olur: En iyiler kazanır, diğerlerinin ise kendilerine öfkelenmekten başka ellerinden bir şey gelmez; çalışmayı cesaretlendirmek ve ödüllendirmek gerekir, dolayısıyla işsizlere, yoksullara ve diğer “tembellere” ödün verilmemelidir.
Avrupa’da en açık ifade Thatcherizm olan bu ideolojide, sermaye açısından, kesin bir akılsallık vardır: Güç yenilenebilir (en azından şimdilik) bir işgücünü güdüledirmek ve maddi olarak denetlenemeyeceğinden ideolojik olarak denetlemek söz konusudur. Bunun için, çalışma etiğini korumak gerekir. Seçkin işçileri daha az imtiyazlılara bağlayabilecek dayanışmayı yıkmak, mümkün olduğunca fazla çalışarak kendi çıkarından başka topluluğun çıkarına da daha iyi hizmet edeceğine onu inandırmak gerekir. Dolayısıyla, yapısal olarak fazlalaık konumundaki bir işgücünün sürekli büyüdğünü ve düzenli ve tam gün işlerde büyüyen bir yapısal kıtlık olduğu olgusunu gizlemek gerekir; kısacası ekonominin herkesin çalışmasına ihtiyacı olmadığını ve bundan sonra da daha az ihtiyacı oalcağını gizlemek gerekir. Ve sonuç olarak, “çalışma toplumu”nun hükümsüz olduğunu gizlemek gerek: Çalışma, artık toplumsal bütünleşmenin temeli değildir. (s.93-94)
Yüksek yeteneklerin ve vasıfların sıradanlaştırılması yukarda anlatılan toplumun ikiliğiyle mücadele etmenin en vazgeçilmez ve etkli aracıdır. En vasıflı işlerin bile çok sayıda çalışana dağıtılmasıyla çalışma süresindeki indirimin peşinden gelecek bir politika için bu sıradanlaştırma gereklidir. Ve dahası, çalışma süresinin azaltılmasının hedeflerinden biri olmalıdır: Serbest zaman, mesleki olsun olmasın bilgilerin derinleştirilmesi ve genişletilmesi için de kullanılabilmelidir. Toplumsal olarak gerekli çalışmayı, yetenekli ve çalışmayı arzulayan bütün yurttaşlara dağıtmanın başka yolu yoktur: herkesin hayatını çalışarak kazanabilmesi için, herkesin daha az çalışabilmesi gereklidir. (s.103)
A.Gorz, İktisadi Aklın Eleştirisi
18 Nisan 2010 Pazar
Rekabetin namlusu işçiye doğru!
"Yoksulluğun müsebbibi olan işsizleşme ve hiç iş bulamama olarak ortaya çıkan işsizlik, emek üretkenliğindeki artışın, sermayenin organik bileşimindeki ve teknik şeklindeki değişimin hızındaki artıştan etkilenir. Böyle bir etki altında kaldığı için işçiler kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getirip, yoksullaşma sürecini başlatan önce düşük ücretli işçiye, daha sonra ücretten yoksun işsize dönüştüren araçları da üretmiş olur. Bunu da daima artan boyutlarda yapar...
Kapitalist üretimin rahatça at oynatabilmesi için yoksullardan oluşan yedek bir sanayi ordusuna ihtiyacı vardır. Bu yoksul yedek sanayi ordusunun büyüklüğüne duyulan bu ihtiyaç yoksullara katılanların sayısını da arttırır. Üretim araçları, büyüklük ve etki güçleri bakımından artarken, daha az emekçi çalıştırma araçlarına haline geldikleri gibi, bu durum, bir de emeğin üretkenliğindeki artış oranında, sermayenin emek arzını, emekçi talebinden daha büyük bir hızla yükseltmesi gerçeğiyle değişikliğe uğratılır. Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışmasını yoksul yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yoksul yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkum etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da, yoksul yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır...
Emek arzı ve talebi yasasının sermaye birikim sürecinde de yeni işsiz yoksulluğa yol açan esas üzerinde işlemesi ise sermayenin tahakkümünü tamamlar. Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması, fazla mesai yapması, yedek yoksul işçi ordusunun yani yoksul işsizlerin saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek işgücü olan işsizlerin rekabet yolu ile çalışanlar üzerinde artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. Bu süreçte kapitalistler daha da zenginleşirken, çalışanların reel ücretleri düştüğünden daha da yoksullaşırlar... çünkü teknikte ve yönetim biçimindeki her yenilik daha az işçi çalıştırmayı gerektirir, kapitalist ise tercihini hep yeni teknik ve yeni yönetim biçimlerinden yana yapar. İşte bu nedenle, emekçiler daha fazla çalıştıkları, başkaları için daha fazla servet ürettiği ölçüde kendi yoksulluklarının önünü de açarlar, yoksulluğa davetiye çıkarırlar...
İşçilerde yaratılacak olan işsiz kalma kaygısı, korkusu, panoptikon hapishanenin, görünmeyen iktidarının e gözetim duygusunun işçilere içselleştirilmesi yeni iş yasasının en önemli kurgusudur. Kendine olan güvenini kaybetmiş, geleceğe yönelik olarak sürekli kaygılı olan bir işçi artık kendi kendini denetleyecek, dışsal bir baskı olmadan, bir emir verilmeden daha yoğun çalışacak, dayanışmadan uzak, sadece kendisini düşünen bencil bir kimliğe de kavuşturulmuştur. Yeni yasanın istediği budur...
“Feshin geçerli sebebe dayandırılmasını” düzenleyen 18. Madde...ye göre “Otuz ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır”. Oldukça nötr ve “anlamlı” görünen bu yaklaşımın özüne bakıldığında, “geçerli sebebin” iş güvencesi açısından aslında hiçbir anlamı olmadığı da anlaşılmaktadır... (bu hüküm ile birlikte) işveren bir işçiyi her an işçinin yetersizliği ve davranışları nedeniyle işten çıkarabilir. Çalışma temposunu ve üretkenliği bir işçinin fiziksel ve zihinsel gücünün üzerinde belirleyen bir işveren için bir işçiyi her zaman işten çıkarmak mümkündür. Örneğin en çalışkan işçinin bile günde 85 gömlek üretebileceği bir yerde işçinin yeterliliği 100 gömlek üzerinden belirlendiğinde işçi için geriye sadece tek bir seçenek kalmaktadır: işten atılmamak için, ustabaşının, şefin denetimine bile gerek kalmadan “gönüllü olarak konulan hedefe yaklaşmak için yoğun bir çaba göstermek, diğer işçilerden daha az gömlek üretmemek. Bu yöntem, bu otodenetim işçinin verimliliğini arttırırken, onu yoğun bir çalışma temposuna zorlarken, işverenin karlarına kar katmaktadır...her an işsiz kalma gerilimi yaşayan işçiler yoğun bir stres baskısı altında kalmakta, adeta bir hapishanede yaşamaktadırlar... Sürekli itaatin yarattığı gerlimin sonuçları ise oldukça ağır olmaktadır."
Türkiye’de Kapitalizmin Restorasyon Sürecinde Sosyal Politika ve Çalışma Yasaları, Yüksel Akkaya s.13-41 / Kapitalizm ve Türkiye II, Haz.Fuat Ercan-Yüksel Akkaya, Dipnot yay.
Kapitalist üretimin rahatça at oynatabilmesi için yoksullardan oluşan yedek bir sanayi ordusuna ihtiyacı vardır. Bu yoksul yedek sanayi ordusunun büyüklüğüne duyulan bu ihtiyaç yoksullara katılanların sayısını da arttırır. Üretim araçları, büyüklük ve etki güçleri bakımından artarken, daha az emekçi çalıştırma araçlarına haline geldikleri gibi, bu durum, bir de emeğin üretkenliğindeki artış oranında, sermayenin emek arzını, emekçi talebinden daha büyük bir hızla yükseltmesi gerçeğiyle değişikliğe uğratılır. Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışmasını yoksul yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yoksul yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkum etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da, yoksul yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır...
Emek arzı ve talebi yasasının sermaye birikim sürecinde de yeni işsiz yoksulluğa yol açan esas üzerinde işlemesi ise sermayenin tahakkümünü tamamlar. Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması, fazla mesai yapması, yedek yoksul işçi ordusunun yani yoksul işsizlerin saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek işgücü olan işsizlerin rekabet yolu ile çalışanlar üzerinde artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. Bu süreçte kapitalistler daha da zenginleşirken, çalışanların reel ücretleri düştüğünden daha da yoksullaşırlar... çünkü teknikte ve yönetim biçimindeki her yenilik daha az işçi çalıştırmayı gerektirir, kapitalist ise tercihini hep yeni teknik ve yeni yönetim biçimlerinden yana yapar. İşte bu nedenle, emekçiler daha fazla çalıştıkları, başkaları için daha fazla servet ürettiği ölçüde kendi yoksulluklarının önünü de açarlar, yoksulluğa davetiye çıkarırlar...
İşçilerde yaratılacak olan işsiz kalma kaygısı, korkusu, panoptikon hapishanenin, görünmeyen iktidarının e gözetim duygusunun işçilere içselleştirilmesi yeni iş yasasının en önemli kurgusudur. Kendine olan güvenini kaybetmiş, geleceğe yönelik olarak sürekli kaygılı olan bir işçi artık kendi kendini denetleyecek, dışsal bir baskı olmadan, bir emir verilmeden daha yoğun çalışacak, dayanışmadan uzak, sadece kendisini düşünen bencil bir kimliğe de kavuşturulmuştur. Yeni yasanın istediği budur...
“Feshin geçerli sebebe dayandırılmasını” düzenleyen 18. Madde...ye göre “Otuz ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır”. Oldukça nötr ve “anlamlı” görünen bu yaklaşımın özüne bakıldığında, “geçerli sebebin” iş güvencesi açısından aslında hiçbir anlamı olmadığı da anlaşılmaktadır... (bu hüküm ile birlikte) işveren bir işçiyi her an işçinin yetersizliği ve davranışları nedeniyle işten çıkarabilir. Çalışma temposunu ve üretkenliği bir işçinin fiziksel ve zihinsel gücünün üzerinde belirleyen bir işveren için bir işçiyi her zaman işten çıkarmak mümkündür. Örneğin en çalışkan işçinin bile günde 85 gömlek üretebileceği bir yerde işçinin yeterliliği 100 gömlek üzerinden belirlendiğinde işçi için geriye sadece tek bir seçenek kalmaktadır: işten atılmamak için, ustabaşının, şefin denetimine bile gerek kalmadan “gönüllü olarak konulan hedefe yaklaşmak için yoğun bir çaba göstermek, diğer işçilerden daha az gömlek üretmemek. Bu yöntem, bu otodenetim işçinin verimliliğini arttırırken, onu yoğun bir çalışma temposuna zorlarken, işverenin karlarına kar katmaktadır...her an işsiz kalma gerilimi yaşayan işçiler yoğun bir stres baskısı altında kalmakta, adeta bir hapishanede yaşamaktadırlar... Sürekli itaatin yarattığı gerlimin sonuçları ise oldukça ağır olmaktadır."
Türkiye’de Kapitalizmin Restorasyon Sürecinde Sosyal Politika ve Çalışma Yasaları, Yüksel Akkaya s.13-41 / Kapitalizm ve Türkiye II, Haz.Fuat Ercan-Yüksel Akkaya, Dipnot yay.
26 Mart 2010 Cuma
KAPİTAL, 1. Cilt, X. Bölüm
"Si le manouvrier libre prend un instant de repos, l'économic sordide qui le suit des yeux avec inquétude, prétend qu'il la vole." ["Özgür gündelikçi bir an dinlenmeye dalsa, kaygılı gözlerle onu izleyen iğrenç iktisat, bunu çaldığını ileri sürer."] N. Linguet, Théorie des Lois Civiles, etc., London 1767, t. II. s. 466.
Her meslekten, her yaştan ve her cinsiyetten, karışık bir işçi kalabalığına, üzerimizde kılıçtan geçirilen ruhların Ulysses'ın üzerinde bıraktığı izlenimlerden daha çarpıcı etki bırakan topluluğa bakar bakmaz -koltuklarındaki Mavi kitapları görmesek bile- aşırı-çalışmanın izlerini derhal görürüz; çarpıcı karşıtlık, sermaye karşısında bütün insanların aynı olduğu yargısını tanıtlayan iki kişiyi örnek olarak alalım: bir kadın şapkacısı ile bir demirciyi.
1863 Haziranının son haftasında, Londra'daki bütün günlük gazeteler "sansasyonel" bir başlık altında bir haber yayınladılar: "Aşırı-çalışmanın neden olduğu ölüm." Haber, çok saygıdeğer bir giysi firmasında çalışan ve Elise tatlı adıyla bir hanımefendi tarafından sömürülen 20 yaşındaki şapkacı Mary Anne Walkley'in ölümü ile ilgiliydi. Sık sık yinelenen o eski öykü, bir kez daha anlatılıyordu. Bu kız, ortalama 16½ saat, işlerin hızlı gittiği mevsimde ise aralıksız 30 saat çalışıyor, azalan emek-gücü, arasıra, likör, şarap ya da kahve ile takviye ediliyordu. Şimdi ise mevsimin en hızlı zamanıydı. Yeni ithal edilmiş Gal Prensesi onuruna verilecek baloda soylu hanımların giyecekleri süslüpüslü tuvaletlerin gözaçıp kapayana kadar hazırlanması gerekiyordu. Mary Anne Walkley, 60 kızla birlikte hiç aralıksız 26½ saat çalışmıştı; 30 kız bir odada oturmuşlardı ve odanın havası ancak bunların 1/3'ine yetecek kadardı. Gece, yatak odasının tahtalarla bölünmüş havasız bölmelerinde ikişer ikişer yatıyorlardı. Ve bu da, Londra'nın en iyi modaeviydi. Mary Anne Walkley, cuma günü hastalandı ve elindeki işi bitiremediği için Madam Elise'yi şaşkın bırakıp pazar günü öldü. Ancak ölümünden sonra çağrılan Dr. Bay Keys, jüri önünde dosdoğru tanıklık etti ve şunları söyledi: "Mary Anne Walkley, çok kalabalık bir odada uzun saatler çalışması ve çok küçük ve havasız bir yatak odasında bulunması nedeniyle ölmüştür." Doktora iyi bir nezaket dersi vermiş olmak için jüri kararını şöyle açıkladı:
"Müteveffa inme sonucu ölmüştür, ama kalabalık bir odada aşırı-çalışmasının ölümünü çabuklaştırdığı kaygısını veren nedenler de vardır, vb." "Bizim beyaz kölelerimiz" diye feryat ediyordu Cobden ile Bright'in serbest ticaret organı Morning Star, "Bizim beyaz kölelerimiz, mezara girene kadar didinip dururlar ve çoğu zaman sessizce eriyip, ölür giderler."
"Ölesiye çalışma yalnız terzi atelyelerinde değil, başka binlerce yerde her gün olagelmekte; 'işlerin iyi gittiği' hemen her yerde de diyebilirim. ... Örnek olarak demirciyi alalım. Ozanların dedikleri doğruysa, demirciden canlı, daha keyifli insan bulunmazmış; sabah erkenden kalkar, gün doğmadan kıvılcımlar saçmaya başlar; yemesi, içmesi, uyuması bile başkasına benzemez. Normal çalışsa, gerçekten de, fizik yönünden en iyi durumda olan insanlardan biri sayılır. Ama. biz, onun ardına takılıp, kente ya da kasabaya inelim, bu güçlü adam üzerinde işin ezici ağırlığını ve ülkedeki ölüm oranındaki yerini görelim. Marylebone'da demircilerin yıllık ölüm oranı binde 31'dir, ve bu oran ülkede toplam erkek ölüm oranından binde 11 daha yüksektir. İnsan uğraşının neredeyse içgüdüsel bir kolu olan bu meslek, çalışma alanı olarak hiç de kötü bir yanı olmadığı halde, sırf aşırı-çalışma yüzünden, insanı yiyip bitiren bir iş halini alıyor. Her gün şu kadar sayıda çekıç sallayabilir, şu kadar adım atabilir, şu kadar nefes alabilir, şu kadar iş yapabilir, ve diyelim ortalama elli yıl yaşayabilir; ama, şu kadar fazla çekiç sallamaya, nefes almaya, adım atmaya ve yaşamını dörtte-biri kadar fazla harcamaya zorlanır. Bu çabayı gösterir, sonuçta belli zamanda dörtte-biri kadar fazla iş çıkartır, ama 50 yerine de 37 yaşında ölür."
Gene de, 18. yüzyılın büyük bir kısmında, modern sanayi ve makineleşme çağına kadar İngiltere'de, sermaye, emek-gücünün, haftalık değerini ödeyerek işçinin bir hafta boyu emeğine elkoymayı başaramamıştır; bunun tek istisnası tarım emekçileridir. Dört günlük ücretle bütün bir hafta yaşayabilmeleri olgusu, işçilere, diğer iki gün de kapitalistler için çalışmaları gerektiği yolunda yeterli bir neden olarak görünmemişti. İngiliz iktisatçılarından bir bölümü, sermayenin çıkarına, bu küstahlığı en ağır biçimde yermişler, diğer bir grup ise işçileri savunmuşlardır. Örneğin, o sıralarda, bugünkü MacCulloch ve MacGregor'un benzer yapıtları gibi ünlü olan [Universal] Dictionary of Trade [and Commerce] adlı yapıtın yazarı Postlethwayt ile (daha önce sözü edilen) Essay on Trade and Commerce adlı yapıtın yazarı arasındaki şu tartışmaya kulak verelim.
Postlethwayt başka şeyler arasında şunları da söyler: "Bu birkaç gözlemlemeye, pek çok kimsenin ağzında dolaşan bayat sözlere değinmeden son veremeyiz; onlara göre, eğer çalışan yoksul halk, beş günde yaşaması için kendine yetecek kadarını elde ederse, altıncı günü hiç çalışmaz. Bunlar, bu nedenle yaşamak için gerekli ve hatta zorunlu yaşama araçlarını, vergiler ya da başka yollarla pahalılaştırarak, zanaat ve manüfaktür işçilerini haftanın altı gününde aralıksız çalışmaya zorlamayı öneriyorlar. Bu ülkenin çalışan insanlarının devamlı köleliğinden yana olan o büyük politikacıların duygularını paylaşamadığım için özür dilerim; bunlar, o yaygın atasözünü unutuyorlar: All work and no play. [Hep çalış ve hiç oynama. -ç.] İngiliz mallarına o genel ünü ve güveni sağlayan zanaatçılar ile el işçisinin deha ve hüneriyle İngilizler öğünmüyorlar mıydı? Bunu kime borçluyuz? Herhalde, en çok emekçi halkın dilediği gibi eğlenme ve dinlenmesine. Bütün yıl boyunca haftada tam altı gün aynı işi yinelemek zorunda kalsalardı, bu yetenekleri körlenmez, canlılık ve hünerlerin yerini budalalık almaz mıydı, böyle bir ebedi kölelikle, bizim işçilerimiz, ünlerini sürdüreceklerine yitirmezler miydi?. ... Böyle zora koşulmuş hayvanlardan ne tür bir işçilik beklersiniz? ... Bunların çoğu, dört gün içinde, bir Fransızın beş-altı günde yapacağı kadar iş çıkarır. Ama İngilizler böyle ebedi köleler haline getirilirse, Fransızlardan daha fazla yozlaşmalarından korkulur. Halkımızın savaştaki kahramanlık ününün, anayasal özgürlük ruhunun yanısıra, karınlarındaki ünlü İngiliz bifteği ile pastasından ileri geldiğini söylemez miyiz? Öyleyse, zanaatçılarımızın ve işçilerimizin üstün yetileri ile becerileri, niçin diledikleri gibi kullandıkları özgürlük ve serbestlikten ileri gelmiş olmasın? Ve diliyorum ki, işçilerimizin cesaretlerinin olduğu kadar dehalarının da kaynağı olan ayrıcalıklar ve iyi yaşamalarını ellerinden hiç bir zaman almayalım." Essay on Trade and Commerce yazarı, buna, şu karşılığı verir: "Eğer haftanın yedinci günü, öteki altı günün işe ait olması" (birazdan göreceğimiz gibi sermayeye ait olması demek istiyor) "yönünden kutsal bir kurum olarak tatil kabul edilirse, kuşkusuz bu, bir gaddarlık olarak düşünülemez. ... İnsanoğlu genellikle rahata ve tembelliğe eğilimlidir; biz, bu korkunç gerçeği, gerekli tüketim maddeleri çok pahalı olmadıkça, ortalama haftada dört günden fazla çalışmaya yanaşmayan manüfaktür işçisinin davranışlarından anlıyoruz. ... Yoksul halk için gerekli olan şeyleri tek bir ad altında toplayalım; sözgelişi buna buğday diyelim ve bir kile buğday da beş şilin olsun; işçi günlük emeğiyle bir şilin kazanırsa, haftada yalnız beş gün çalışma zorunluluğunu duyacaktır. Yok eğer buğdayın kilesi dört şilin olursa, ancak dört gün çalışmak zorunda kalacaktır; ama bu krallıkta ücretler, zorunlu maddelerin fiyatlarına oranla çok yüksek olduğu için ... dört gün çalışan bir işçinin elinde, haftanın geri kalan kısmında aylak yaşayacak kadar para kalmaktadır. Haftada altı gün ortalama çalışmanın kölelik olmadığını göstermek için söylediklerimin yeterli olduğunu umuyorum. Bizim tarım işçilerimiz bunu yapıyor, ve bunlar çalışan yoksul insanlarımız içinde herhalde en mutlu olanlarıdır. Ama Hollandalılar bunu el işçiliğinde de yapıyorlar, ve onların da çok mutlu oldukları görülüyor. Bayram tatilleri girmedikçe, Fransızlar da böyle yapıyor. Ama bizim halkımızın edindikleri bir düşünceye göre, İngiliz olmakla, sanki, Avrupa'daki herhangi bir ülkeden daha fazla özgür ve bağımsız olmayı doğuştan bir ayrıcalık sayıyorlar. Bu düşüncenin, birliklerimizin kahramanlıklarını etkilemesi yönünden bir yararı olabilir, ama yoksul el işçisi, bu fikri ne kadar az benimserse, kendisi için de, devlet için de o kadar iyi olur. Emekçi halk kendisini hiç bir zaman üstlerinden bağımsız saymamalıdır. Bizimki gibi toplam nüfusunun sekizde-yedisinin hiç mülksüz ya da pek az mülke sahip olduğu bir ticaret devletinde ayaktakımını isteklendirmek son derece tehlikelidir. Bizim yoksul el işçilerimiz, şimdi dört günde kazandıkları parayla altı gün çalışmaya razı olmadıkça bu duruma hiç bir çare kâr etmeyecektir." Bu amaca ulaşmak için ve "tembelliğin, oburluğun ve aşırılığın kökünün kazınması", çalışma ruhunun isteklendirilmesi, "işyerlerinde emeğin fiyatının düşürülmesi ve yoksulluk yükünün azaltılması" için, sermayenin sadık dostu şu denenmiş çareyi önerir: halkın yardımına muhtaç hale gelmiş işçileri, yani tek sözcükle, yoksulları "an ideal workhouse"a hapsetmek. Bu ideal iş yeri, yoksullar için "midelerini şişirecekleri, giyinip kuşanacakları, azıcık da çalışacakları" bir barınak değil, bir "Dehşet Evi" olmalıdır. Bu "Dehşet Evi"nde, bu "ideal işyerinde, yoksullar, günde 14 saat çalışacak ve kendilerine ancak geriye 12 saatlik net çalışma kalmak üzere yemek paydosları verilecektir."
Kabul etmek gerekir ki, işçilerimiz, üretim sürecinden çıktıklarında, girdiklerinden daha farklıdırlar. Pazarda, bir meta, "emek- gücü" sahibi olarak, öteki meta sahipleri ile karşı karşıya, satıcıya karşı satıcı olarak durmuştu. Kapitaliste emek-gücünü sattığı sözleşme, kendisini, onun tasarrufuna serbestçe verdiğini, deyim yerindeyse, ak ile kara gibi tanıtlar. Pazarlık tamamlandıktan sonra, onun "başına buyruk insan" olmadığı anlaşılır; emek-gücünü satmak için özgür olduğu süre, onu satmaya zorlandığı süredir, ve gerçekten de, vampir, "sömürülecek tek bir adalesi, siniri, bir damla kanı olduğu sürece" onu elinden bırakmayacaktır. "Acılarının yılanına" karşı "korunmak" için işçilerin başbaşa vermeleri ve bir sınıf olarak, bu işçilerin bizzat kendilerinin, sermaye ile yaptıkları gönüllü sözleşme ile, hem kendilerini ve hem de ailelerini köleliğe ve ölüme satmalarını engelleyecek bir yasanın, kudretli bir toplumsal engelin yaratılmasını gerçekleştirmeleri gerekir. "İnsanın vazgeçilmez haklarını" sayıp döken cafcaflı liste yerine, yasayla sınırlı işgününün gösterişsiz Magna Charta'sı geliyor; bununla "işçinin sattığı zamanın ne zaman sona ereceği, ve kendisine ait olanın ne zaman başlayacağı " açıklığa kavuşmuş olacak. Quantum mutatus ab illo!
Her meslekten, her yaştan ve her cinsiyetten, karışık bir işçi kalabalığına, üzerimizde kılıçtan geçirilen ruhların Ulysses'ın üzerinde bıraktığı izlenimlerden daha çarpıcı etki bırakan topluluğa bakar bakmaz -koltuklarındaki Mavi kitapları görmesek bile- aşırı-çalışmanın izlerini derhal görürüz; çarpıcı karşıtlık, sermaye karşısında bütün insanların aynı olduğu yargısını tanıtlayan iki kişiyi örnek olarak alalım: bir kadın şapkacısı ile bir demirciyi.
1863 Haziranının son haftasında, Londra'daki bütün günlük gazeteler "sansasyonel" bir başlık altında bir haber yayınladılar: "Aşırı-çalışmanın neden olduğu ölüm." Haber, çok saygıdeğer bir giysi firmasında çalışan ve Elise tatlı adıyla bir hanımefendi tarafından sömürülen 20 yaşındaki şapkacı Mary Anne Walkley'in ölümü ile ilgiliydi. Sık sık yinelenen o eski öykü, bir kez daha anlatılıyordu. Bu kız, ortalama 16½ saat, işlerin hızlı gittiği mevsimde ise aralıksız 30 saat çalışıyor, azalan emek-gücü, arasıra, likör, şarap ya da kahve ile takviye ediliyordu. Şimdi ise mevsimin en hızlı zamanıydı. Yeni ithal edilmiş Gal Prensesi onuruna verilecek baloda soylu hanımların giyecekleri süslüpüslü tuvaletlerin gözaçıp kapayana kadar hazırlanması gerekiyordu. Mary Anne Walkley, 60 kızla birlikte hiç aralıksız 26½ saat çalışmıştı; 30 kız bir odada oturmuşlardı ve odanın havası ancak bunların 1/3'ine yetecek kadardı. Gece, yatak odasının tahtalarla bölünmüş havasız bölmelerinde ikişer ikişer yatıyorlardı. Ve bu da, Londra'nın en iyi modaeviydi. Mary Anne Walkley, cuma günü hastalandı ve elindeki işi bitiremediği için Madam Elise'yi şaşkın bırakıp pazar günü öldü. Ancak ölümünden sonra çağrılan Dr. Bay Keys, jüri önünde dosdoğru tanıklık etti ve şunları söyledi: "Mary Anne Walkley, çok kalabalık bir odada uzun saatler çalışması ve çok küçük ve havasız bir yatak odasında bulunması nedeniyle ölmüştür." Doktora iyi bir nezaket dersi vermiş olmak için jüri kararını şöyle açıkladı:
"Müteveffa inme sonucu ölmüştür, ama kalabalık bir odada aşırı-çalışmasının ölümünü çabuklaştırdığı kaygısını veren nedenler de vardır, vb." "Bizim beyaz kölelerimiz" diye feryat ediyordu Cobden ile Bright'in serbest ticaret organı Morning Star, "Bizim beyaz kölelerimiz, mezara girene kadar didinip dururlar ve çoğu zaman sessizce eriyip, ölür giderler."
"Ölesiye çalışma yalnız terzi atelyelerinde değil, başka binlerce yerde her gün olagelmekte; 'işlerin iyi gittiği' hemen her yerde de diyebilirim. ... Örnek olarak demirciyi alalım. Ozanların dedikleri doğruysa, demirciden canlı, daha keyifli insan bulunmazmış; sabah erkenden kalkar, gün doğmadan kıvılcımlar saçmaya başlar; yemesi, içmesi, uyuması bile başkasına benzemez. Normal çalışsa, gerçekten de, fizik yönünden en iyi durumda olan insanlardan biri sayılır. Ama. biz, onun ardına takılıp, kente ya da kasabaya inelim, bu güçlü adam üzerinde işin ezici ağırlığını ve ülkedeki ölüm oranındaki yerini görelim. Marylebone'da demircilerin yıllık ölüm oranı binde 31'dir, ve bu oran ülkede toplam erkek ölüm oranından binde 11 daha yüksektir. İnsan uğraşının neredeyse içgüdüsel bir kolu olan bu meslek, çalışma alanı olarak hiç de kötü bir yanı olmadığı halde, sırf aşırı-çalışma yüzünden, insanı yiyip bitiren bir iş halini alıyor. Her gün şu kadar sayıda çekıç sallayabilir, şu kadar adım atabilir, şu kadar nefes alabilir, şu kadar iş yapabilir, ve diyelim ortalama elli yıl yaşayabilir; ama, şu kadar fazla çekiç sallamaya, nefes almaya, adım atmaya ve yaşamını dörtte-biri kadar fazla harcamaya zorlanır. Bu çabayı gösterir, sonuçta belli zamanda dörtte-biri kadar fazla iş çıkartır, ama 50 yerine de 37 yaşında ölür."
Gene de, 18. yüzyılın büyük bir kısmında, modern sanayi ve makineleşme çağına kadar İngiltere'de, sermaye, emek-gücünün, haftalık değerini ödeyerek işçinin bir hafta boyu emeğine elkoymayı başaramamıştır; bunun tek istisnası tarım emekçileridir. Dört günlük ücretle bütün bir hafta yaşayabilmeleri olgusu, işçilere, diğer iki gün de kapitalistler için çalışmaları gerektiği yolunda yeterli bir neden olarak görünmemişti. İngiliz iktisatçılarından bir bölümü, sermayenin çıkarına, bu küstahlığı en ağır biçimde yermişler, diğer bir grup ise işçileri savunmuşlardır. Örneğin, o sıralarda, bugünkü MacCulloch ve MacGregor'un benzer yapıtları gibi ünlü olan [Universal] Dictionary of Trade [and Commerce] adlı yapıtın yazarı Postlethwayt ile (daha önce sözü edilen) Essay on Trade and Commerce adlı yapıtın yazarı arasındaki şu tartışmaya kulak verelim.
Postlethwayt başka şeyler arasında şunları da söyler: "Bu birkaç gözlemlemeye, pek çok kimsenin ağzında dolaşan bayat sözlere değinmeden son veremeyiz; onlara göre, eğer çalışan yoksul halk, beş günde yaşaması için kendine yetecek kadarını elde ederse, altıncı günü hiç çalışmaz. Bunlar, bu nedenle yaşamak için gerekli ve hatta zorunlu yaşama araçlarını, vergiler ya da başka yollarla pahalılaştırarak, zanaat ve manüfaktür işçilerini haftanın altı gününde aralıksız çalışmaya zorlamayı öneriyorlar. Bu ülkenin çalışan insanlarının devamlı köleliğinden yana olan o büyük politikacıların duygularını paylaşamadığım için özür dilerim; bunlar, o yaygın atasözünü unutuyorlar: All work and no play. [Hep çalış ve hiç oynama. -ç.] İngiliz mallarına o genel ünü ve güveni sağlayan zanaatçılar ile el işçisinin deha ve hüneriyle İngilizler öğünmüyorlar mıydı? Bunu kime borçluyuz? Herhalde, en çok emekçi halkın dilediği gibi eğlenme ve dinlenmesine. Bütün yıl boyunca haftada tam altı gün aynı işi yinelemek zorunda kalsalardı, bu yetenekleri körlenmez, canlılık ve hünerlerin yerini budalalık almaz mıydı, böyle bir ebedi kölelikle, bizim işçilerimiz, ünlerini sürdüreceklerine yitirmezler miydi?. ... Böyle zora koşulmuş hayvanlardan ne tür bir işçilik beklersiniz? ... Bunların çoğu, dört gün içinde, bir Fransızın beş-altı günde yapacağı kadar iş çıkarır. Ama İngilizler böyle ebedi köleler haline getirilirse, Fransızlardan daha fazla yozlaşmalarından korkulur. Halkımızın savaştaki kahramanlık ününün, anayasal özgürlük ruhunun yanısıra, karınlarındaki ünlü İngiliz bifteği ile pastasından ileri geldiğini söylemez miyiz? Öyleyse, zanaatçılarımızın ve işçilerimizin üstün yetileri ile becerileri, niçin diledikleri gibi kullandıkları özgürlük ve serbestlikten ileri gelmiş olmasın? Ve diliyorum ki, işçilerimizin cesaretlerinin olduğu kadar dehalarının da kaynağı olan ayrıcalıklar ve iyi yaşamalarını ellerinden hiç bir zaman almayalım." Essay on Trade and Commerce yazarı, buna, şu karşılığı verir: "Eğer haftanın yedinci günü, öteki altı günün işe ait olması" (birazdan göreceğimiz gibi sermayeye ait olması demek istiyor) "yönünden kutsal bir kurum olarak tatil kabul edilirse, kuşkusuz bu, bir gaddarlık olarak düşünülemez. ... İnsanoğlu genellikle rahata ve tembelliğe eğilimlidir; biz, bu korkunç gerçeği, gerekli tüketim maddeleri çok pahalı olmadıkça, ortalama haftada dört günden fazla çalışmaya yanaşmayan manüfaktür işçisinin davranışlarından anlıyoruz. ... Yoksul halk için gerekli olan şeyleri tek bir ad altında toplayalım; sözgelişi buna buğday diyelim ve bir kile buğday da beş şilin olsun; işçi günlük emeğiyle bir şilin kazanırsa, haftada yalnız beş gün çalışma zorunluluğunu duyacaktır. Yok eğer buğdayın kilesi dört şilin olursa, ancak dört gün çalışmak zorunda kalacaktır; ama bu krallıkta ücretler, zorunlu maddelerin fiyatlarına oranla çok yüksek olduğu için ... dört gün çalışan bir işçinin elinde, haftanın geri kalan kısmında aylak yaşayacak kadar para kalmaktadır. Haftada altı gün ortalama çalışmanın kölelik olmadığını göstermek için söylediklerimin yeterli olduğunu umuyorum. Bizim tarım işçilerimiz bunu yapıyor, ve bunlar çalışan yoksul insanlarımız içinde herhalde en mutlu olanlarıdır. Ama Hollandalılar bunu el işçiliğinde de yapıyorlar, ve onların da çok mutlu oldukları görülüyor. Bayram tatilleri girmedikçe, Fransızlar da böyle yapıyor. Ama bizim halkımızın edindikleri bir düşünceye göre, İngiliz olmakla, sanki, Avrupa'daki herhangi bir ülkeden daha fazla özgür ve bağımsız olmayı doğuştan bir ayrıcalık sayıyorlar. Bu düşüncenin, birliklerimizin kahramanlıklarını etkilemesi yönünden bir yararı olabilir, ama yoksul el işçisi, bu fikri ne kadar az benimserse, kendisi için de, devlet için de o kadar iyi olur. Emekçi halk kendisini hiç bir zaman üstlerinden bağımsız saymamalıdır. Bizimki gibi toplam nüfusunun sekizde-yedisinin hiç mülksüz ya da pek az mülke sahip olduğu bir ticaret devletinde ayaktakımını isteklendirmek son derece tehlikelidir. Bizim yoksul el işçilerimiz, şimdi dört günde kazandıkları parayla altı gün çalışmaya razı olmadıkça bu duruma hiç bir çare kâr etmeyecektir." Bu amaca ulaşmak için ve "tembelliğin, oburluğun ve aşırılığın kökünün kazınması", çalışma ruhunun isteklendirilmesi, "işyerlerinde emeğin fiyatının düşürülmesi ve yoksulluk yükünün azaltılması" için, sermayenin sadık dostu şu denenmiş çareyi önerir: halkın yardımına muhtaç hale gelmiş işçileri, yani tek sözcükle, yoksulları "an ideal workhouse"a hapsetmek. Bu ideal iş yeri, yoksullar için "midelerini şişirecekleri, giyinip kuşanacakları, azıcık da çalışacakları" bir barınak değil, bir "Dehşet Evi" olmalıdır. Bu "Dehşet Evi"nde, bu "ideal işyerinde, yoksullar, günde 14 saat çalışacak ve kendilerine ancak geriye 12 saatlik net çalışma kalmak üzere yemek paydosları verilecektir."
Kabul etmek gerekir ki, işçilerimiz, üretim sürecinden çıktıklarında, girdiklerinden daha farklıdırlar. Pazarda, bir meta, "emek- gücü" sahibi olarak, öteki meta sahipleri ile karşı karşıya, satıcıya karşı satıcı olarak durmuştu. Kapitaliste emek-gücünü sattığı sözleşme, kendisini, onun tasarrufuna serbestçe verdiğini, deyim yerindeyse, ak ile kara gibi tanıtlar. Pazarlık tamamlandıktan sonra, onun "başına buyruk insan" olmadığı anlaşılır; emek-gücünü satmak için özgür olduğu süre, onu satmaya zorlandığı süredir, ve gerçekten de, vampir, "sömürülecek tek bir adalesi, siniri, bir damla kanı olduğu sürece" onu elinden bırakmayacaktır. "Acılarının yılanına" karşı "korunmak" için işçilerin başbaşa vermeleri ve bir sınıf olarak, bu işçilerin bizzat kendilerinin, sermaye ile yaptıkları gönüllü sözleşme ile, hem kendilerini ve hem de ailelerini köleliğe ve ölüme satmalarını engelleyecek bir yasanın, kudretli bir toplumsal engelin yaratılmasını gerçekleştirmeleri gerekir. "İnsanın vazgeçilmez haklarını" sayıp döken cafcaflı liste yerine, yasayla sınırlı işgününün gösterişsiz Magna Charta'sı geliyor; bununla "işçinin sattığı zamanın ne zaman sona ereceği, ve kendisine ait olanın ne zaman başlayacağı " açıklığa kavuşmuş olacak. Quantum mutatus ab illo!
20 Mart 2010 Cumartesi
Çalışmanın Dönüşümü -Gorz Okumaları- (1)
Andre Gorz, çalışmanın krizi üzerine yapılacak bir incelemede başvurulması gereken en önemli kaynaklardan birisi. Bilhassa "Çalışmanın Dönüşümleri / Anlam Arayışı" alt başlıklı "İktisadi Aklın Eleştirisi" kitabı bu minvalde yapılacak okumaların duraklarından biri olmalı. Bizim de Gorz üzerinden yapmakla yükümlü olduğumuz alt-çizmeler, birkaç bölüm halinde buradaki yerini zaman içinde almaya devam edecek. Aşağıda okuyacağınız kısım giriş mahiyetinde:
Kamusal alana karşılığı ödenen çalışma (ve daha özel olarak ücretli çalışma) aracılığıyla dahil olur, toplumsal bir varlık ve kimlik (yani bir “meslek”) ediniriz; kendimizi başkalarına göre değerlendirdiğimiz ve başkalarına olan görevlerimiz karşılığında onlar üzerinde haklar edindiğimiz bir ilişkiler ve değişim ağına dahil oluruz. Karşılığı toplumsal olarak verilen ve belirlenen çalışma, -çalışmayı arayanlar ona hazırlananlar veya işi olmayanlar için bile- en önemli toplumsallaşma unsuru olduğu içindir ki sanayi toplumu kendini bir “emekçiler toplumu”olarak görür ve bu sıfatla kendinden önceki toplumlardan ayrılır. (s.28)
Özgür insan zorunluluğa boyun eğmeyi reddeder; ihtiyaçlarının kölesi olmamak için gövdesine hakim olur ve eğer çalışırsa, bu sadece hakim olamadıklarına asla bağımlı olmamak içindir, yani bağımsızlığını sağlamak veya güçlendirmek için. (s.29)
Gerçekte, çağdaş nlamda çalışma fikri ancak imalat kapitalizmiyle ortaya çıkar. O zaman, yani XVIII. Yüzyıla kadar, “çalışma” terimi (labour, arbeit, lavoro) tüketim maddeleri veya yaşamak için gerekli olan ve ertesi güne bir şey bırakmadan gün be gün yenilenmesi gereken hizmetleri üreten serflerle gündelikçi işçilerin yaptıkları işi belirtiyordu. Buna karşın, satın alanların genellikle kendilerinden sonraki nesillere devrettikleri dayanıklı, biriktirilebilir nesneler imal eden zanaatçılar “çalışmıyorlar”, “uğraşıyorlardı” ve “uğraş”larında kaba işleri yerine getirmek için çağrılmış, ağır işler gören vasıfsız kimselerin “emeği”ni kullanabiliyorlardı. Sadece gündelik ve vasıfsız işçiler “çalışmaları” karşılığında ücret alıyorlardı; zanaatkarlar, birlik ve lonca denen mesleki sendikalar tarafından belirlenen bir barem üzerinden “eserleri” karşılığında ücret alıyorlardı. Bu loncalar, bütün yenilikleri ve her türlü rekabet biçimini sert biçimde yasaklıyordu. (s.31)
Sanayi çalışmasının bilimsel örgütlenmesi, niceliklendirilebilir iktisadi kategori olarak çalışmayı emekçinin canlı kişiliğinden sürekli olarak koparma çabasıydı. Bu çaba, başlangıçta, çalışmanın değil, emekçinin kendisinin mekanikleştirilmesi biçimini, yani, dayatılan ritim veya çalışma hızıyla verimliliği zorlama biçimini aldı. Gerçekte, iktisadi olarak en akılcı biçim olabilecek verimliliğe göre ücretin uygulanamaz olduğu başlangıçtan itibaren ortaya çıkmıştı. Çünkü XVIII. Yüzyıl sonu işçileri için “çalışma” atadan kalma yaşam ritmine bağlı sezgisel bir hünerdi ve daha fazla kazanmak için kimse çabasının yaygınlaştırmak veya derinleştirmek fikrinde değildi. İşçi, “mümkün olduğunca fazla çalışarak günde ne kadar kazanabilirim diye değil, bugüne kadar kazandığım ve gündelik ihtiyaçlarımı karşılayn 2.5 markı kazanmak için ne kadar çalışmalıyım, diye soruyordu” (M.Weber).
İşçilerin sürekli tam gün çalışmayı istememeleri ilk fabrikaların çökmesinin temel nedeni oldu. Burjuvazi bu isteksizliği “tembelliğe” ve “uyuşukluğa” bağlıyordu. Bunu alt edebilmenin çok düşük ücretler ödemekten başka yolunu göremediklerinden işçi, tüm bir hafta boyunca geçimini sağlamak için günde tan on saat sıkıntı çekmek zorunda kalıyordu. Örneğin J.Smith 1747’de şöyle yazar:
“İhtiyaçlarını haftanın üç günü çalışarak sağlayan işçinin haftanın geri kalanında işsiz ve sarhoş olması çok rastlanan bir durumdur... Yoksullar, asla haftalık safahatlarını karşılayacak ve beslenmelerine yetecek olandan daha fazla çalışmayacaklardır... Yün fabrikalarındaki ücret indiriminin ülke için hayırlı bir iş ve avantaj olduğunu ve yoksullara gerçek bir haksızlık yapılmadığını çekinmeden söyleyebiliriz.” (s.37)
Kamusal alana karşılığı ödenen çalışma (ve daha özel olarak ücretli çalışma) aracılığıyla dahil olur, toplumsal bir varlık ve kimlik (yani bir “meslek”) ediniriz; kendimizi başkalarına göre değerlendirdiğimiz ve başkalarına olan görevlerimiz karşılığında onlar üzerinde haklar edindiğimiz bir ilişkiler ve değişim ağına dahil oluruz. Karşılığı toplumsal olarak verilen ve belirlenen çalışma, -çalışmayı arayanlar ona hazırlananlar veya işi olmayanlar için bile- en önemli toplumsallaşma unsuru olduğu içindir ki sanayi toplumu kendini bir “emekçiler toplumu”olarak görür ve bu sıfatla kendinden önceki toplumlardan ayrılır. (s.28)
Özgür insan zorunluluğa boyun eğmeyi reddeder; ihtiyaçlarının kölesi olmamak için gövdesine hakim olur ve eğer çalışırsa, bu sadece hakim olamadıklarına asla bağımlı olmamak içindir, yani bağımsızlığını sağlamak veya güçlendirmek için. (s.29)
Gerçekte, çağdaş nlamda çalışma fikri ancak imalat kapitalizmiyle ortaya çıkar. O zaman, yani XVIII. Yüzyıla kadar, “çalışma” terimi (labour, arbeit, lavoro) tüketim maddeleri veya yaşamak için gerekli olan ve ertesi güne bir şey bırakmadan gün be gün yenilenmesi gereken hizmetleri üreten serflerle gündelikçi işçilerin yaptıkları işi belirtiyordu. Buna karşın, satın alanların genellikle kendilerinden sonraki nesillere devrettikleri dayanıklı, biriktirilebilir nesneler imal eden zanaatçılar “çalışmıyorlar”, “uğraşıyorlardı” ve “uğraş”larında kaba işleri yerine getirmek için çağrılmış, ağır işler gören vasıfsız kimselerin “emeği”ni kullanabiliyorlardı. Sadece gündelik ve vasıfsız işçiler “çalışmaları” karşılığında ücret alıyorlardı; zanaatkarlar, birlik ve lonca denen mesleki sendikalar tarafından belirlenen bir barem üzerinden “eserleri” karşılığında ücret alıyorlardı. Bu loncalar, bütün yenilikleri ve her türlü rekabet biçimini sert biçimde yasaklıyordu. (s.31)
Sanayi çalışmasının bilimsel örgütlenmesi, niceliklendirilebilir iktisadi kategori olarak çalışmayı emekçinin canlı kişiliğinden sürekli olarak koparma çabasıydı. Bu çaba, başlangıçta, çalışmanın değil, emekçinin kendisinin mekanikleştirilmesi biçimini, yani, dayatılan ritim veya çalışma hızıyla verimliliği zorlama biçimini aldı. Gerçekte, iktisadi olarak en akılcı biçim olabilecek verimliliğe göre ücretin uygulanamaz olduğu başlangıçtan itibaren ortaya çıkmıştı. Çünkü XVIII. Yüzyıl sonu işçileri için “çalışma” atadan kalma yaşam ritmine bağlı sezgisel bir hünerdi ve daha fazla kazanmak için kimse çabasının yaygınlaştırmak veya derinleştirmek fikrinde değildi. İşçi, “mümkün olduğunca fazla çalışarak günde ne kadar kazanabilirim diye değil, bugüne kadar kazandığım ve gündelik ihtiyaçlarımı karşılayn 2.5 markı kazanmak için ne kadar çalışmalıyım, diye soruyordu” (M.Weber).
İşçilerin sürekli tam gün çalışmayı istememeleri ilk fabrikaların çökmesinin temel nedeni oldu. Burjuvazi bu isteksizliği “tembelliğe” ve “uyuşukluğa” bağlıyordu. Bunu alt edebilmenin çok düşük ücretler ödemekten başka yolunu göremediklerinden işçi, tüm bir hafta boyunca geçimini sağlamak için günde tan on saat sıkıntı çekmek zorunda kalıyordu. Örneğin J.Smith 1747’de şöyle yazar:
“İhtiyaçlarını haftanın üç günü çalışarak sağlayan işçinin haftanın geri kalanında işsiz ve sarhoş olması çok rastlanan bir durumdur... Yoksullar, asla haftalık safahatlarını karşılayacak ve beslenmelerine yetecek olandan daha fazla çalışmayacaklardır... Yün fabrikalarındaki ücret indiriminin ülke için hayırlı bir iş ve avantaj olduğunu ve yoksullara gerçek bir haksızlık yapılmadığını çekinmeden söyleyebiliriz.” (s.37)
21 Şubat 2010 Pazar
İşli güçsüz, işsiz güçsüz
Tarihin ilk aşamalarından beri, farklı dönemlerde, farklı biçimlerde olmak üzere köleleşmiş olan emek, sanayi devrimi ile daha da yoğun, fakat fark edilmesi güç bir kölelik dönemine girmiş oldu. Makine ile üretim dönemine girilmekte, giderek daha çok ve hızlı üretim, daha az emek istihdam edilerek gerçekleştirilir oldu. Böylece üretim artarken, sermaye sahibinin eline geçmiş olan emeğin iş bulma olanakları görece gerilemeye başladı. Sermaye sahipleri bolluk ve israf içinde yüzerken, bu bolluğu yaratan güçler, kölelik için birbiriyle yarışır hale geldi. Üretim ve bolluk arttıkça istihdam olanakları daraldığından dolayı, emek, üretip işsiz kalmakla üretmeden işsiz kalmak arasında sıkışıp kaldı.
Emek iş güvencesi peşinde koşarken, tembellik hakkı yerine, kölelik hakkı talep eder oldu. Üretimde makineleşme yoğunlaştıkça, günlük çalışma saatleri kısaltılmadan, daha az emek istihdamı gündeme geldi. Bu yolla ücretler baskı altına alınırken, kar payı korunmaya çalışıldı. Oysa çok daha insancıl bir yöntemle, aynı üretim, tüm emek gücüyle, fakat daha kısa çalışma süreleriyle sağlanabilir. Böylece hem istihdam sorunu hafifler ya da çözümlenir hem de insanlar boş zamanlarında kendilerini geliştirici farklı faaliyetlere yönelebilir.
Günümüz toplumlarının içine itildiği çalışma fetişi sadece eş zamanlı olarak bireylerin tembellik hakkını tehdit etmekte kalmamakta, fakat aynı zamanda tüm doğa ve çevreyi de tahrip ederek, gelecek kuşakların yaşama hakkını da tehdit etmektedir...
...çalışmayı kutsayan tüm sosyal, dinsel ve ahlaksal bakış açıları, sermayenin ideolojik aygıtı işlevini görereki sosyo-ekonomik işleyişi sermaye lehine perdeleyip kolaylaştırmıştır. Tüm bu ideolojiler, ekonomide yaratılan değerlerin paylaşımını, üretime katılma koşuluna bağlayarak ve istihdam politikalarını da sermaye ağırlıklı karar merkezlerine bırakarak, emekçiler arasında ölesiye bir rekabet yaratıp, bir yandan ücretleri baskı altına almaya, diğer yandan da sosyal güvenlik kurumlarını işlevsiz kılmaya çalışmaktadır.
Görülüyor ki, iş fetişi veya işkolik olma hali günümüz toplumlarında görülen ve sermaye yoğun karar merkezlerinde dayatılan, bireylerin tembellik yapma ve kendilerini geliştirme haklarını ellerinden alan bir dayatma ve davranış kalıbıdır. Sermaye ağırlıklı karar merkezleri böyle bir davranış biçimini tetikleyerek, bir yandan bireysel ve toplumsal gereksinimleri durmadan kabartmayı, diğer yandan da bunları tatmine yönelik faaliyetlerde bulunarak sermaye birikimini hızlandırmayı amaçlamaktadır... bu nedenle sadece istihdam alanında değil, fakat tüketim alanında da “tembellik hakkı”, insanoğlunun birbirine karşı değil, fakat sermayenin mülkiyet biçimine karşı girişeceği onur mücadelesinin temel gerekçesini oluşturmaktadır.
İzzettin Önder, Tembellik Hakkı, Cogito, Sayı 12, s.73-77
Emek iş güvencesi peşinde koşarken, tembellik hakkı yerine, kölelik hakkı talep eder oldu. Üretimde makineleşme yoğunlaştıkça, günlük çalışma saatleri kısaltılmadan, daha az emek istihdamı gündeme geldi. Bu yolla ücretler baskı altına alınırken, kar payı korunmaya çalışıldı. Oysa çok daha insancıl bir yöntemle, aynı üretim, tüm emek gücüyle, fakat daha kısa çalışma süreleriyle sağlanabilir. Böylece hem istihdam sorunu hafifler ya da çözümlenir hem de insanlar boş zamanlarında kendilerini geliştirici farklı faaliyetlere yönelebilir.
Günümüz toplumlarının içine itildiği çalışma fetişi sadece eş zamanlı olarak bireylerin tembellik hakkını tehdit etmekte kalmamakta, fakat aynı zamanda tüm doğa ve çevreyi de tahrip ederek, gelecek kuşakların yaşama hakkını da tehdit etmektedir...
...çalışmayı kutsayan tüm sosyal, dinsel ve ahlaksal bakış açıları, sermayenin ideolojik aygıtı işlevini görereki sosyo-ekonomik işleyişi sermaye lehine perdeleyip kolaylaştırmıştır. Tüm bu ideolojiler, ekonomide yaratılan değerlerin paylaşımını, üretime katılma koşuluna bağlayarak ve istihdam politikalarını da sermaye ağırlıklı karar merkezlerine bırakarak, emekçiler arasında ölesiye bir rekabet yaratıp, bir yandan ücretleri baskı altına almaya, diğer yandan da sosyal güvenlik kurumlarını işlevsiz kılmaya çalışmaktadır.
Görülüyor ki, iş fetişi veya işkolik olma hali günümüz toplumlarında görülen ve sermaye yoğun karar merkezlerinde dayatılan, bireylerin tembellik yapma ve kendilerini geliştirme haklarını ellerinden alan bir dayatma ve davranış kalıbıdır. Sermaye ağırlıklı karar merkezleri böyle bir davranış biçimini tetikleyerek, bir yandan bireysel ve toplumsal gereksinimleri durmadan kabartmayı, diğer yandan da bunları tatmine yönelik faaliyetlerde bulunarak sermaye birikimini hızlandırmayı amaçlamaktadır... bu nedenle sadece istihdam alanında değil, fakat tüketim alanında da “tembellik hakkı”, insanoğlunun birbirine karşı değil, fakat sermayenin mülkiyet biçimine karşı girişeceği onur mücadelesinin temel gerekçesini oluşturmaktadır.
İzzettin Önder, Tembellik Hakkı, Cogito, Sayı 12, s.73-77
14 Şubat 2010 Pazar
Kropotkin neyi göremedi?
Kropotkin’in “Ekmeğin Fethi”ni yazmasının üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçti... ve o zamanlar Kropotkin’e “teknolojik mucizeler gibi görünen şeyler, çoğumuzun gündelik yaşamlarının bir parçası: Çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, her evde akan sıcak su, iş mekanlarının verimli ve anlamlı düzenlenmesi. Gerçekleşmekten en uzak görünen öngörü ise otomatik ayakkabı boyama makineleri; hala ayakkabı boyacılarımız var, ya da en azından kendi ayakkabımızı kendimiz boyuyoruz.
Esas gerçekleşmeyen şey ise, Kropotkin’in tüm bu “mucize”lerin ardından geleceğini umduğu özgürleşme ve boş zamanda artış...
Kropotkin’in öngöremediği şu olsa gerek: Kurulu düzen, merkezi sıcak su sistemi yerine her aileye bir şofben ya da termosifon satmayı, kolektif yemekhaneler, bulaşıkhaneler ya da çamaşırhaneler yerine her aileye bir çamaşır makinesi, bulaşık makinesi ve fırın satmayı tercih ediyorlar. Ev işi köleliğinden kurtulalım derken bu kez de fırın taksidi, bulaşık makinesi taksidi, çamaşır makinesi taksidi, “ay, yeni bir kurutma makinesi çımış, onu da alalım”lar, buzdolabının kapı sayısını arttırma çabaları, vesaire, boş zamanımızı da, emek gücümüzü de kemirip bitiriyor...
Bülent Somay, Pyotr Kropotkin’den alıntının girişinden, Cogito, sayı 12, s.53-54.
Esas gerçekleşmeyen şey ise, Kropotkin’in tüm bu “mucize”lerin ardından geleceğini umduğu özgürleşme ve boş zamanda artış...
Kropotkin’in öngöremediği şu olsa gerek: Kurulu düzen, merkezi sıcak su sistemi yerine her aileye bir şofben ya da termosifon satmayı, kolektif yemekhaneler, bulaşıkhaneler ya da çamaşırhaneler yerine her aileye bir çamaşır makinesi, bulaşık makinesi ve fırın satmayı tercih ediyorlar. Ev işi köleliğinden kurtulalım derken bu kez de fırın taksidi, bulaşık makinesi taksidi, çamaşır makinesi taksidi, “ay, yeni bir kurutma makinesi çımış, onu da alalım”lar, buzdolabının kapı sayısını arttırma çabaları, vesaire, boş zamanımızı da, emek gücümüzü de kemirip bitiriyor...
Bülent Somay, Pyotr Kropotkin’den alıntının girişinden, Cogito, sayı 12, s.53-54.
7 Şubat 2010 Pazar
Aylaklığa Övgü
Kuşağımdan pek çok kişi gibi ben de “Boş duranı Allah sevmez” deyişiyle büyüdüm. Son derece erdemli bir çocuk olduğum için, söylenen her şeye inandım, sonuçta öyle erdemli biri olup çıktım ki, şimdiye kadar çalışıp durdum. Ne var ki vicdanım eylemlerimi denetlese de, düşüncelerim müthiş bir devrime uğradı. Dünyamızda gereğinden çok şey yapılıp durduğu, sanayileşmiş modern ülkelerde övülmesi gereken şeyin, bugüne dek övülenden bambaşka bir şey olması gerektiği inancındayım...
...olanca ciddiyetimle söylemek istediğim şey, ÇALIŞMA’nın erdemli bir şey olduğuna inanmanın müthiş zarar verdiği, oysa mutluluk ve refaha götüren yolun, çalışmanın örgütlü biçimde azaltılmasında yattığı.
İlkel topluluklarda, kendi başlarına bırakıldıklarında, köylülerin savaşçılarla rahiplerin yaşamasına olanak veren o azıcık artı ürünü oluşturmayıp, ya daha az üretecekleri ya da daha çok tüketecekleri açıktır. İlk başlarda, artı ürünü yaratıp sonra da elden çıkartmaları için kaba güç kullanmak gerekmişti. Ama sonraları yavaş yavaş pek çoğuna öyle bir ahlak aşılanabildi ki, çalışmalarının bir bölümü başkalarının aylakça dolaşmasına destek olsa bile, çabalayıp durmanın kendi yükümlülükleri olduğuna inandılar. Böylece daha az zorlamaya gerek duyulur olduğu gibi, yönetim giderleri de azalmış oldu... Tarihsel açıdan baktığımızda bu ödev anlayışı, iktidarı elinde bulunduranların kişileri kendi çıkarları için değil de efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiğine inandırmak amacıyla kullandıkları bir araçtır. Şuna hiç kuşku yok ki iktidarı elinde bulunduranlar, kendi çıkarlarının, insanlığın çok daha geniş kapsamlı çıkarlarıyla özdeş olduğuna inanıp savunmaktalar böyle bir şeyi.
Modern teknikler sayesinde, herkese yaşaması için gereken şeyleri sağlayacak çalışma miktarı korkunç biçimde azalmış bulunmakta. Savaş yıllarında açıkça ortadaydı bu. O zamanlar, silahlı kuvvetlerdeki herkes, mühimmat imalatında çalışan, savaş propagandasıyla, istihbaratla uğraşan ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalışan kadınlı erkekli bütün herkes üretken uğraşlardan geri çekilmişti. Buna rağmen Müttefik ülkelerdeki vasıfsız işçilerin fiziksel refah düzeyi o zamana dek görülmedik derecede yüksekti neredeyse. Genel mali durum bu olayın anlamını gizlemişti: Alınan borçlar nedeniyle geleceğin bu günleri beslediği izlenimi doğmuştu. Kuşkusuz olanaksızdı böyle bir şey; insan var olmayan bir lokma ekmeği yiyemezdi ki. Savaş, üretim bilimsel olarak örgütlenip düzenlendiğinde, modern dünyanın sunduğu çalışma olanaklarının küçücük bir parçasıyla bile, içinde yaşadığımız modern toplumları son derece rahatça yaşatabileceğimizi tartışılmaz biçimde kanıtlamıştı. Savaş son bulduğunda, insanları savaşmaktan ve mühimmat yapımından kurtarmak için kurulan bilimsel örgütlenme korunmuş, işgünü de dört saate indirilmiş olsaydı, herşey yolunda olurdu pekala. Ama bu yapılmadı, eski karışıklık getirildi gene ortaya, emeğine gerek duyulanlardansa daha da uzun işgünleri boyunca çalışmaları istendi, emeklerine gerek duyulmayanlarsa işsizlik içinde kıvranmaya terk edildiler. Neden? Çalışmak bir ödevdi, kişinin de ürettiğine değil, çalıştığı sanayi kolu tarafından belirlenmiş erdemlerine oranla ücretlendirilmesi gerekirdi de ondan.
Köleci devletin ahlakıdır bu, ortaya çıktığı koşullardan bambaşka koşullara uyarlanmıştır yalnızca. Sonuçsa tam anlamıyla yıkım olmuştu. Bir örnek verelim: belirli bir anda, belli sayıda kişini topluiğne yapımı işine girdiğini, günde (örneğin) sekiz saat çalışıp, dünyanın gerek duyduğu sayıda topluiğne ürettiklerini varsayalım. Birinin kalkıp aynı sayıda kişinin, eskisinin tam iki katı iğne üretmesini sağlayan bir buluş yaptığını düşünelim. Peki ama dünyada bunun iki katı iğne gerekmiyor ki; hem iğnenin fiyatı o kadar düşük ki, bundan daha ucuza satılıyor diye kimse gidip daha çok iğne almaz ki zaten. Akla uygun bir dünyada, iğne yapımıyla uğraşan herkesin sekiz yerine dört saat çalışmasıyla herşey gene eskisi gibi sürüp gidebilirdi rahtlıkla. Ama şimdi yaşadığımız dünyada böyle bir şeyin ahlak açısından çöküntüye yol açacağına inanılır. İnsanlar hala sekiz saat çalışmakta, hala gereğinden çok iğne var ortada, kimi işverenler iflas etmekte, daha önce iğne yapımıyla uğraşan kişilerin yarısıysa işsizlik içinde sürünmekte.
Yoksulların eğlenceyle geçirecekleri boş zamanlarının olması son derece şaşırtmıştır hep zenginleri. XIX. Yüzyılın ilk başlarında, İngiltere’de erkekler günde onbeş saat çalışırlardı; alışılageldiği üzere çocuklar günde oniki saat çalışırdı, ama kimi zaman onbeş saate kadar varırdı işgünleri. Bazı ukala işgüzarlar kalkıp da çalışma saatelrinin iyice uzun olduğunu ileri sürdüklerinde, çalışma sayesinde büyüklerin kndilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söylendi onlara. Benim çocukluğumda, kentli erkek işçilerin seçme hakkını kazanmalarının üstünden kısa bir süre geçmişti ki, kimi günler tatil olarak kabul edildi yasalarla; böyle bir şeyden hiç de hoşnut olmadı üst sınıflar. Yaşlı bir düşesin şöyle dediğini anımsamaktayım: “Tatil yapmak neyine yoksulların? Çalışmaları gerek.” Şimdilerde insanlar bu kadar açıksözlü olmasalar da, aynı duygu sürüp gitmekte hala, üstelik ekonomik alandaki pek çok karışıklığın kaynağında da bu duygu yatmakta.
Son derece ölçülü, akla dayalı bir örgütlenme kurulduğunda, sıradan bir ücretlinin günde dört saat çalışması herkese yettiği gibi, işsizlik de ortadan kalkar. Hali vakti yerinde kişiler böyle bir düşünce karşısında dehşete kapılırlar, yoksulların bu kadar boş zamanı ne yapıp edeceklerini bilmediği görüşündedirler. Amerike’da insanların tuzu kuru olsa bile, uzun uzun çalıştıkları görülür; işsizliğin verdiği o acımasız ceza dışında, bu kişilerin ücretlilerin de boş zamanı olması gerektiği düşüncesine karşı çıkmaları doğal; gerçek şu ki, kendi çocuklarında bile hoş görmezler boş durmayı. Oğullarının eğitilip uygarlaşmaya zaman kalmayacak kadar ağır biçimde çalışmalarını isteseler bile, karılarıyla kızlarının hiçbir işi olmamasıyla ilgilenmezler.
Birazcık boş zaman hoş bir şeyse de, yirmi dört saatin yalnızca dört saatini çalışarak geçiren birinin geriye kalan zamanını nasıl dolduracağını bilemeyeceği söylenecek bana. Modern dünyada doğrulanabilen bir gerçekse bu, uygarlığımıza yöneltilmiş bir suçlamadır da; bizden daha önceki dönemlerde doğru olamazdı böyle bir şey. Daha önceki çağlarda, bir ölçüde etkililik tapınmasında gizlenmiş bir şen şakraklık ve oyunlar yapma yetisi vardı. Modern insansa her şeyin, kendisi için değil de hep başka bir şey için yapılması gerektiğine inanır.
Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12, s.61-68
Çeviri: Alp Tümertekin
...olanca ciddiyetimle söylemek istediğim şey, ÇALIŞMA’nın erdemli bir şey olduğuna inanmanın müthiş zarar verdiği, oysa mutluluk ve refaha götüren yolun, çalışmanın örgütlü biçimde azaltılmasında yattığı.
İlkel topluluklarda, kendi başlarına bırakıldıklarında, köylülerin savaşçılarla rahiplerin yaşamasına olanak veren o azıcık artı ürünü oluşturmayıp, ya daha az üretecekleri ya da daha çok tüketecekleri açıktır. İlk başlarda, artı ürünü yaratıp sonra da elden çıkartmaları için kaba güç kullanmak gerekmişti. Ama sonraları yavaş yavaş pek çoğuna öyle bir ahlak aşılanabildi ki, çalışmalarının bir bölümü başkalarının aylakça dolaşmasına destek olsa bile, çabalayıp durmanın kendi yükümlülükleri olduğuna inandılar. Böylece daha az zorlamaya gerek duyulur olduğu gibi, yönetim giderleri de azalmış oldu... Tarihsel açıdan baktığımızda bu ödev anlayışı, iktidarı elinde bulunduranların kişileri kendi çıkarları için değil de efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiğine inandırmak amacıyla kullandıkları bir araçtır. Şuna hiç kuşku yok ki iktidarı elinde bulunduranlar, kendi çıkarlarının, insanlığın çok daha geniş kapsamlı çıkarlarıyla özdeş olduğuna inanıp savunmaktalar böyle bir şeyi.
Modern teknikler sayesinde, herkese yaşaması için gereken şeyleri sağlayacak çalışma miktarı korkunç biçimde azalmış bulunmakta. Savaş yıllarında açıkça ortadaydı bu. O zamanlar, silahlı kuvvetlerdeki herkes, mühimmat imalatında çalışan, savaş propagandasıyla, istihbaratla uğraşan ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalışan kadınlı erkekli bütün herkes üretken uğraşlardan geri çekilmişti. Buna rağmen Müttefik ülkelerdeki vasıfsız işçilerin fiziksel refah düzeyi o zamana dek görülmedik derecede yüksekti neredeyse. Genel mali durum bu olayın anlamını gizlemişti: Alınan borçlar nedeniyle geleceğin bu günleri beslediği izlenimi doğmuştu. Kuşkusuz olanaksızdı böyle bir şey; insan var olmayan bir lokma ekmeği yiyemezdi ki. Savaş, üretim bilimsel olarak örgütlenip düzenlendiğinde, modern dünyanın sunduğu çalışma olanaklarının küçücük bir parçasıyla bile, içinde yaşadığımız modern toplumları son derece rahatça yaşatabileceğimizi tartışılmaz biçimde kanıtlamıştı. Savaş son bulduğunda, insanları savaşmaktan ve mühimmat yapımından kurtarmak için kurulan bilimsel örgütlenme korunmuş, işgünü de dört saate indirilmiş olsaydı, herşey yolunda olurdu pekala. Ama bu yapılmadı, eski karışıklık getirildi gene ortaya, emeğine gerek duyulanlardansa daha da uzun işgünleri boyunca çalışmaları istendi, emeklerine gerek duyulmayanlarsa işsizlik içinde kıvranmaya terk edildiler. Neden? Çalışmak bir ödevdi, kişinin de ürettiğine değil, çalıştığı sanayi kolu tarafından belirlenmiş erdemlerine oranla ücretlendirilmesi gerekirdi de ondan.
Köleci devletin ahlakıdır bu, ortaya çıktığı koşullardan bambaşka koşullara uyarlanmıştır yalnızca. Sonuçsa tam anlamıyla yıkım olmuştu. Bir örnek verelim: belirli bir anda, belli sayıda kişini topluiğne yapımı işine girdiğini, günde (örneğin) sekiz saat çalışıp, dünyanın gerek duyduğu sayıda topluiğne ürettiklerini varsayalım. Birinin kalkıp aynı sayıda kişinin, eskisinin tam iki katı iğne üretmesini sağlayan bir buluş yaptığını düşünelim. Peki ama dünyada bunun iki katı iğne gerekmiyor ki; hem iğnenin fiyatı o kadar düşük ki, bundan daha ucuza satılıyor diye kimse gidip daha çok iğne almaz ki zaten. Akla uygun bir dünyada, iğne yapımıyla uğraşan herkesin sekiz yerine dört saat çalışmasıyla herşey gene eskisi gibi sürüp gidebilirdi rahtlıkla. Ama şimdi yaşadığımız dünyada böyle bir şeyin ahlak açısından çöküntüye yol açacağına inanılır. İnsanlar hala sekiz saat çalışmakta, hala gereğinden çok iğne var ortada, kimi işverenler iflas etmekte, daha önce iğne yapımıyla uğraşan kişilerin yarısıysa işsizlik içinde sürünmekte.
Yoksulların eğlenceyle geçirecekleri boş zamanlarının olması son derece şaşırtmıştır hep zenginleri. XIX. Yüzyılın ilk başlarında, İngiltere’de erkekler günde onbeş saat çalışırlardı; alışılageldiği üzere çocuklar günde oniki saat çalışırdı, ama kimi zaman onbeş saate kadar varırdı işgünleri. Bazı ukala işgüzarlar kalkıp da çalışma saatelrinin iyice uzun olduğunu ileri sürdüklerinde, çalışma sayesinde büyüklerin kndilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söylendi onlara. Benim çocukluğumda, kentli erkek işçilerin seçme hakkını kazanmalarının üstünden kısa bir süre geçmişti ki, kimi günler tatil olarak kabul edildi yasalarla; böyle bir şeyden hiç de hoşnut olmadı üst sınıflar. Yaşlı bir düşesin şöyle dediğini anımsamaktayım: “Tatil yapmak neyine yoksulların? Çalışmaları gerek.” Şimdilerde insanlar bu kadar açıksözlü olmasalar da, aynı duygu sürüp gitmekte hala, üstelik ekonomik alandaki pek çok karışıklığın kaynağında da bu duygu yatmakta.
Son derece ölçülü, akla dayalı bir örgütlenme kurulduğunda, sıradan bir ücretlinin günde dört saat çalışması herkese yettiği gibi, işsizlik de ortadan kalkar. Hali vakti yerinde kişiler böyle bir düşünce karşısında dehşete kapılırlar, yoksulların bu kadar boş zamanı ne yapıp edeceklerini bilmediği görüşündedirler. Amerike’da insanların tuzu kuru olsa bile, uzun uzun çalıştıkları görülür; işsizliğin verdiği o acımasız ceza dışında, bu kişilerin ücretlilerin de boş zamanı olması gerektiği düşüncesine karşı çıkmaları doğal; gerçek şu ki, kendi çocuklarında bile hoş görmezler boş durmayı. Oğullarının eğitilip uygarlaşmaya zaman kalmayacak kadar ağır biçimde çalışmalarını isteseler bile, karılarıyla kızlarının hiçbir işi olmamasıyla ilgilenmezler.
Birazcık boş zaman hoş bir şeyse de, yirmi dört saatin yalnızca dört saatini çalışarak geçiren birinin geriye kalan zamanını nasıl dolduracağını bilemeyeceği söylenecek bana. Modern dünyada doğrulanabilen bir gerçekse bu, uygarlığımıza yöneltilmiş bir suçlamadır da; bizden daha önceki dönemlerde doğru olamazdı böyle bir şey. Daha önceki çağlarda, bir ölçüde etkililik tapınmasında gizlenmiş bir şen şakraklık ve oyunlar yapma yetisi vardı. Modern insansa her şeyin, kendisi için değil de hep başka bir şey için yapılması gerektiğine inanır.
Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12, s.61-68
Çeviri: Alp Tümertekin
27 Ocak 2010 Çarşamba
Aylakça bir yazı
"1800’lü yıllarda İngiltere’nin dokuma atölyelerinde 12 saat çalıştırılıyordu çocuklar. Bu ağır çalışma koşulları yüzünden işçi çocuklar arasında ölüm olaylarının görülmesi, o günlerin İngiltere’sinde büyük tartışmalar yaratmıştı. Uzun süren mücadeleler sonucunda, 1848’de çalışma saati ancak 10 saate indirilebilmişti. Ama işverenler, bilim adamlarına hazırlattıkları raporlarla, çocukların fabrikaların sıcak ve temiz moral havası içinde bulunmalarının, dışarıda bulunmalarından daha iyi olacağını, bu sayede aylaklığın getireceği kötü alışkanlıklardan korunacaklarını söyleyerek, çalışma saatindeki indirime şiddetle karşı çıkmışlardı. Hatta bazı çocukların anne-babalarına dilekçe yazdırarak, çocuklar için çalışmanın değil de aylaklığın tehlikeli olduğu yönünde propaganda yapmışlardı. Aslında tüm amaç, daha fazla kâr ve sömürüydü.
Günümüzde 12 saat civarında çalışan insan sayısının azımsanmayacak düzeyde olduğunu biliyoruz. Sendikalar ve diğer siyasi oluşumların yeterince gündemini işgal etmeyen bu konuya, edebiyatçıların ilgisi daha çok ahlaki ve kültürel değer yargılarıyla yüceltilmiş çalışma kavramının sorgulanması yönünde olmuştur. Toplumun sanatçılara yönelik “aylaklar” yakıştırması da, aslında sanatın ve bilimin aylak kalabilme imkanını yakalamış kişilerce yapılabiliyor olmasından dolayı anlamlıdır. Çünkü yıllar süren bir uğraşla roman yazmak ya da sonu gelmeyen bilimsel deneyler yapmak, gerçekten de zorunlu çalışmanın mümkün olduğunca boyunduruğundan kurtulabilmek sayesinde olabilecek şeylerdir. Ece Ayhan’ın kaymakamlıktan istifa edip kendisini bütünüyle şiire vermesinin başka bir anlamı yoktur. Herkes bu cesareti ya da imkanı bulamayabilir. Ama bu imkanın önündeki siyasi ve kültürel engellerin neler olduğu ve ne tür siyasi tercihler yapılırsa, çalışma hayatına yönelik nasıl bir eleştirel düşünce geliştirilse, insanların kendilerine ayıracakları vakit çoğalır diye düşünmekten de vazgeçilmemelidir.
Latin Amerika’da anarko-sendikalist çalışmalar yürüten birisiyle, Türkiye’de gerçekleşen bir sendika kurultayını izlemiştik. Çıkışta bana çok şaşırdığını, konuşmacıların tümünün emeğin ve çalışmanın kutsallığından bahsettiğini, kimsenin çalışma saatlerinin azaltılması yönünde bir talebinin olmadığını söylemişti. Avrupa’da insanlar 19.yy’daki gibi çalışma hakkı için sokaklara dökülmüyordu artık. Günümüzde işsizlik hakkı, çalışma saatinin azaltılması, herkesin eğlenmeye, dinlenmeye hakkı olduğu gerçeği ile politikalar üretilmeye çalışılıyor.
Yani aylaklık istiyor insanlar. Sömürenler daha rahat aylaklık yapsın diye çalışmaktan bıkan bir kuşağın, küreselleşme karşıtı hareketi yarattığı bir zamandayız.
eli poşetliler
Oğuz Atay’ın eli poşetliler diye bahsettiği, zorunlu çalışmanın kıskacında bulunanlar için, bazen tatiller de vardır. Mesela bu yaz mevsiminde çalışanların bir kısmı tatile, daha doğru bir ifadeyle “izin”e çıkmış ya da ayrılmış durumda. Buradaki “izin” kelimesinin traji-komik ağırlığı, hiyerarşi ve zorunluluğun göstergesi olmasından kaynaklanıyor. İzin verildiği için serbest kalan, yıllık iznini memleketinde, evinde ya da bir tatil yöresinde geçirecek olanlar… Bu izine ya da tatile çıkan çalışanların arasında, yarın işe gitmeyecekleri için sevinenler ya da üzülenler olacaktır. Sevinirler, çünkü diledikleri kadar uyuyabilecekler; üzülürler, çünkü işe gideceği saatte yataktan kalkıp o günü işe gitmeden nasıl geçirecekleri kaygısı içlerini ezer... Bir de gerçekten çalışma bağımlısı olan insanlar da var. Yaşlı bir adam görmüştüm, kalaycılık yapan. “Ben çalışmazsam kafayı yerim” demişti. “Neden?” diye sorduğum zaman, “Çocukluğumdan beri buna alışmışım. Aylak aylak oturunca içim daralıyor, kendimi değersiz, işe yaramaz biri gibi görüyorum. Akşam yatağıma yorgun yatmalıyım. Yorgun yatmazsam uyuyamam.” demişti. Alışkanlıkların gücü, tüm iktidarların kullanmaktan zevk aldığı, işlevsel bir güçtür. “Alışmış kudurmuştan beterdir” atasözü, alışkanlığın gücünü gösteren iyi bir örnek. Çocukluktan beri çalışmaya alıştırılan, okulda, evde sürekli olarak çalışmanın erdeminden bahsedilen, dinler ve ideolojiler tarafından aylaklığın ayıp, günah ve suç olduğu işlenen birisinin, tatili sadece çalışmasının bir ödülü olarak değerlendirmesi, aylak ve işsiz olmaktan korkması çok doğaldır.
aylaklar ayaklanır
Eskiden sol gruplarda Freud veya varoluşçu filozoflara ait kitapların okunmasına pek iyi gözle bakılmazdı. Birisi âşık olunca da ona tedirgin biçimde yaklaşılırdı. Acaba bir şeyleri sorgulamaya başlar, davadan uzaklaşıp kendisiyle meşgul olur mu diye. Aylaklığın da benzer bir etkisi var. Aylak bir adamın soru sormaya ve dilediği şeyi düşünmeye, çalışan birisine göre daha fazla vakti vardır her zaman. Bu yüzden hiyerarşik yapıların gözükmeye başladığı zamanlardan bu yana, aylaklardan her zaman korkulmuştur. Korkulmasının haklı sebepleri de vardır üstelik. Russel, “Aylaklığa Övgü” isimli çalışmasında, birçok bilimsel ve sanatsal yeniliğin aylaklar sayesinde gerçekleştiğini, devrimlerin nasıl olacağına kafa yoranların ve çalışanları harekete geçirenlerin yine aylaklar olduğundan bahseder. Marx ya da Bakunin’in düzenli bir işi yoktur örneğin. Bütün zamanlarını okuyarak, yazarak, örgütleyip isyanlar çıkartarak geçiren pek çok tarihsel kişilikten bahsedilebilir. Felsefe ve sanatta büyük gelişmelere neden olmuş Antik Yunan’da da benzer bir durum vardır. Aylaklık, bir ayrıcalıktır ve çalışmak sadece kölelere mahsus bir şeydir. Eğer o ‘site’lerde onca aylak olmasaydı, felsefe ve sanatta bu denli etkili büyük yapıtlar ve şahsiyetler ortaya çıkabilir miydi?...
tüketici aylaklar tüketirken tükenir
Bir de tüketim toplumunun yarattığı aylaklar var. Kapitalizmin ve devletin istediği çok verimli bir aylaklık türü. Walter Benjamin’in Pasajlar adlı yapıtında flaneur olarak bahsettiği, modern zamanın aylak kişisinin tam tersi bir tiplemedir tüketim toplumunun aylak kişisi. Flaneur, bir şey almak için çıkmaz sokağa, ama bir tüketici aylak sadece bir şey almak için sokağa çıkar. Flaneur, yürüyerek gider her yere ve her şeyi izler, düşünür, araştırır. Tüketici aylak ise, kira ya da faiz gibi bir gelirin olanaklarına göre yaşayan, hangi markayı tercih edeceği ya da vaktini hangi eğlenceli şey için harcayacağını hesaplamak dışında bir şey düşünmeyi gereksiz bulan biridir. Etrafı ‘şey’lerle çevrilidir ve o ‘şey’lere göre yaşayarak şeyleşmenin güzergahındadır. Bir flaneur olmak, yalnızlığı kabullenmek ve kalabalık içindeki bu yalnızlığın melankolisini, kendisine ve hayata katlanarak kabullenmek zorunda kalırken, tüketici aylak her zaman için kendisini unutturacak tüketim araçlarının güdümünde kalır ve hep neşeli olmanın yollarını arar. Kendisiyle uğraşması kilolarıyla uğraşmanın ötesine pek geçmez. Tüketici aylakların tüketim çılgınlığını karşılamak için çalışan kesimin daha fazla üretim yapması, yani daha fazla çalışması gerekir...
yolunacak ottan çok ne var
Aylaklığın bu çoklu görünümü, yaşadığı çağa, kültüre, en önemlisi tercihlere bağlı bir görüntü çizer. Ama tüketici aylaklık dışındaki tüm diğer aylaklık türlerinden korkar iktidarlar. Her anne baba, çocuğunun aylak olması ihtimalinden çekinir. Eğer çocuğu aylak olursa, hayalci ve toplum dışı bir hayat sürmek zorunda kalıp pek çok belayı üzerine çeker, kendisine bir şey yapar, hiç olmadı delirir diye korkar ebeveynler. Aman çocuğumuz aylak olmasın da ne olursa olsun diye düşünürler. Okumuyorsa hemen bir ustanın yanına verilip işe sokulur. Bu düşüncenin kökü, tüm iktidarların ortak bir aylaklık anlayışında yatar. Askerlik yapanlar bilir ki, komutanlar boşta gezen asker görmekten nefret ederler. Askerleri boş bırakmamak için sürekli olarak işler icat edilir. Mesela bir bölük askere ot yolma işi verildiğini görmüştüm. Sabahtan akşama kadar kocaman bir alanın otunu yolmuştu askerler. Bunun neden yapıldığı ortadaydı. Nöbetçi subay, birliğinde olay çıksın istemiyordu. Eğer böyle bir iş vermezse, askerlerin birbirleriyle kavga etmesi, intihara yönelmesi, birlikten kaçabilmesi, içki içmek gibi düzeni bozacak eğlencelere yönelmesi güçlü bir ihtimaldi. Cezaevlerinde bulunan siyasi tutuklular da bağlı oldukları örgütün günlük programına göre yaşar ve aylaklığın etkilerinden bu şekilde korunmuş olur. Aylaklığın bir militanı örgütten uzaklaştırması her zaman için bir ihtimaldir. Halbuki bir mahkumun ya da savaşmayan bir askerin ne çok vakti vardır diye düşünür pek çok kişi...
ayaklanmalar aylaklık içindir
...Hayatta kalmak, çalışmanın ilk çıkış noktası olmuştur. Çünkü insanların zorunlu çalışmasının birinci koşulu hayatta kalacak imkanları yaratmak üzerinedir. Gıda, barınma gibi temel ihtiyaçlar çalışmaksızın karşılanamaz. Breton, ilk ve tek romanı Nadja’da bu isyanı dile getirir ve insanın çalışmaya mahkum olmasının trajedisi ve nedenleri üzerine kafa yorar. İnsanlığın zorunlu çalışmanın döngüsünden kurtulamadığı sürece, kölelikten de kurtulamayacağını haykırır. Ne yapıp edip insan bu zorunluluktan sıyrılmalı ve siyaset yapma amacını bu yönde kullanmalıdır. İnsanlar avcı-toplayıcı olarak yaşarken de çalışıyordu ama bu çalışma, ihtiyaçların giderilmesi ile sona eren bir uğraştı. Bugün ihtiyaçların karmaşıklaşması ile birlikte, çalışmanın yükü ve zamanı insanlar arasında eşitsiz bir biçimde, hiyerarşik yapının kademeleri ve tüketim nesnelerinin cazibesine göre belirlenen bir şeye dönüşmüştür. Hep daha fazla çalışmanın ülke ekonomisini kalkındıracağı, refahın artacağı, o refaha ulaşınca daha az çalışmanın mümkün olacağı söyleniyor. Ama kapitalist anlamda ekonomi büyüdükçe, o büyüklüğü korumak ya da arttırmak için daha fazla çalışmanın istendiği de bir gerçek. Bir makalede ABD’de çalışma saatinin Avrupa’dan yüksek olduğu ve bu yüzden Avrupa ülkelerinin ABD’nin gerisinde kaldığı anlatılıyordu uzun uzun. Yani ekonomik büyümenin ve daha fazla çalışmanın sonu yok. Bu arada bir sürü insanın çalışma hayatının çarkları arasında sönüp gittiğini, dans etmek, sevişmek, uyumak, güzel yemeklerin tadına bakmak gibi şeylerden uzak ya da sınırlı bir biçimde faydalandığını düşünmek ve tüm bu olumsuzlukların kapitalizmin çalışma ahlakının sonucu olduğunu bilmek, küreselleşme karşıtı hareketin daha az çalışmayı istemesinin nedenlerini anlamaya götürüyor bizi...
avunmamak hür insan olmanın koşuludur
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı (romanda aylak adamın adı yoktur ve yazar ondan “C.” olarak bahseder, Kafka’nın Bay K.’sı gibi) işte bu yüzden karşıdır çalışmaya. Babasının ona tavsiye ettiği “iş avutur” anlayışına karşı çıkan bir hayat sürer...
Kapitalizmin dayattığı “gösterişçi” ya da “tüketici” diyebileceğimiz aylaklık türüne karşı, hür insan olma azmindeki aylakçılığın erdemi, Kafka’nın tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü aylaklıkla tüm erdemlerin tacı olarak gördüğü aylaklığın karşı karşıya gelmesi gibidir. Biri insanı köleliğe, diğeri özgürlüğe götürür.
Minimum çalış! Maksimum eğlen!"
Bülent Usta http://www.anarkotopya.com/yazi/aylakca-bir-yazi---bulent-usta
Günümüzde 12 saat civarında çalışan insan sayısının azımsanmayacak düzeyde olduğunu biliyoruz. Sendikalar ve diğer siyasi oluşumların yeterince gündemini işgal etmeyen bu konuya, edebiyatçıların ilgisi daha çok ahlaki ve kültürel değer yargılarıyla yüceltilmiş çalışma kavramının sorgulanması yönünde olmuştur. Toplumun sanatçılara yönelik “aylaklar” yakıştırması da, aslında sanatın ve bilimin aylak kalabilme imkanını yakalamış kişilerce yapılabiliyor olmasından dolayı anlamlıdır. Çünkü yıllar süren bir uğraşla roman yazmak ya da sonu gelmeyen bilimsel deneyler yapmak, gerçekten de zorunlu çalışmanın mümkün olduğunca boyunduruğundan kurtulabilmek sayesinde olabilecek şeylerdir. Ece Ayhan’ın kaymakamlıktan istifa edip kendisini bütünüyle şiire vermesinin başka bir anlamı yoktur. Herkes bu cesareti ya da imkanı bulamayabilir. Ama bu imkanın önündeki siyasi ve kültürel engellerin neler olduğu ve ne tür siyasi tercihler yapılırsa, çalışma hayatına yönelik nasıl bir eleştirel düşünce geliştirilse, insanların kendilerine ayıracakları vakit çoğalır diye düşünmekten de vazgeçilmemelidir.
Latin Amerika’da anarko-sendikalist çalışmalar yürüten birisiyle, Türkiye’de gerçekleşen bir sendika kurultayını izlemiştik. Çıkışta bana çok şaşırdığını, konuşmacıların tümünün emeğin ve çalışmanın kutsallığından bahsettiğini, kimsenin çalışma saatlerinin azaltılması yönünde bir talebinin olmadığını söylemişti. Avrupa’da insanlar 19.yy’daki gibi çalışma hakkı için sokaklara dökülmüyordu artık. Günümüzde işsizlik hakkı, çalışma saatinin azaltılması, herkesin eğlenmeye, dinlenmeye hakkı olduğu gerçeği ile politikalar üretilmeye çalışılıyor.
Yani aylaklık istiyor insanlar. Sömürenler daha rahat aylaklık yapsın diye çalışmaktan bıkan bir kuşağın, küreselleşme karşıtı hareketi yarattığı bir zamandayız.
eli poşetliler
Oğuz Atay’ın eli poşetliler diye bahsettiği, zorunlu çalışmanın kıskacında bulunanlar için, bazen tatiller de vardır. Mesela bu yaz mevsiminde çalışanların bir kısmı tatile, daha doğru bir ifadeyle “izin”e çıkmış ya da ayrılmış durumda. Buradaki “izin” kelimesinin traji-komik ağırlığı, hiyerarşi ve zorunluluğun göstergesi olmasından kaynaklanıyor. İzin verildiği için serbest kalan, yıllık iznini memleketinde, evinde ya da bir tatil yöresinde geçirecek olanlar… Bu izine ya da tatile çıkan çalışanların arasında, yarın işe gitmeyecekleri için sevinenler ya da üzülenler olacaktır. Sevinirler, çünkü diledikleri kadar uyuyabilecekler; üzülürler, çünkü işe gideceği saatte yataktan kalkıp o günü işe gitmeden nasıl geçirecekleri kaygısı içlerini ezer... Bir de gerçekten çalışma bağımlısı olan insanlar da var. Yaşlı bir adam görmüştüm, kalaycılık yapan. “Ben çalışmazsam kafayı yerim” demişti. “Neden?” diye sorduğum zaman, “Çocukluğumdan beri buna alışmışım. Aylak aylak oturunca içim daralıyor, kendimi değersiz, işe yaramaz biri gibi görüyorum. Akşam yatağıma yorgun yatmalıyım. Yorgun yatmazsam uyuyamam.” demişti. Alışkanlıkların gücü, tüm iktidarların kullanmaktan zevk aldığı, işlevsel bir güçtür. “Alışmış kudurmuştan beterdir” atasözü, alışkanlığın gücünü gösteren iyi bir örnek. Çocukluktan beri çalışmaya alıştırılan, okulda, evde sürekli olarak çalışmanın erdeminden bahsedilen, dinler ve ideolojiler tarafından aylaklığın ayıp, günah ve suç olduğu işlenen birisinin, tatili sadece çalışmasının bir ödülü olarak değerlendirmesi, aylak ve işsiz olmaktan korkması çok doğaldır.
aylaklar ayaklanır
Eskiden sol gruplarda Freud veya varoluşçu filozoflara ait kitapların okunmasına pek iyi gözle bakılmazdı. Birisi âşık olunca da ona tedirgin biçimde yaklaşılırdı. Acaba bir şeyleri sorgulamaya başlar, davadan uzaklaşıp kendisiyle meşgul olur mu diye. Aylaklığın da benzer bir etkisi var. Aylak bir adamın soru sormaya ve dilediği şeyi düşünmeye, çalışan birisine göre daha fazla vakti vardır her zaman. Bu yüzden hiyerarşik yapıların gözükmeye başladığı zamanlardan bu yana, aylaklardan her zaman korkulmuştur. Korkulmasının haklı sebepleri de vardır üstelik. Russel, “Aylaklığa Övgü” isimli çalışmasında, birçok bilimsel ve sanatsal yeniliğin aylaklar sayesinde gerçekleştiğini, devrimlerin nasıl olacağına kafa yoranların ve çalışanları harekete geçirenlerin yine aylaklar olduğundan bahseder. Marx ya da Bakunin’in düzenli bir işi yoktur örneğin. Bütün zamanlarını okuyarak, yazarak, örgütleyip isyanlar çıkartarak geçiren pek çok tarihsel kişilikten bahsedilebilir. Felsefe ve sanatta büyük gelişmelere neden olmuş Antik Yunan’da da benzer bir durum vardır. Aylaklık, bir ayrıcalıktır ve çalışmak sadece kölelere mahsus bir şeydir. Eğer o ‘site’lerde onca aylak olmasaydı, felsefe ve sanatta bu denli etkili büyük yapıtlar ve şahsiyetler ortaya çıkabilir miydi?...
tüketici aylaklar tüketirken tükenir
Bir de tüketim toplumunun yarattığı aylaklar var. Kapitalizmin ve devletin istediği çok verimli bir aylaklık türü. Walter Benjamin’in Pasajlar adlı yapıtında flaneur olarak bahsettiği, modern zamanın aylak kişisinin tam tersi bir tiplemedir tüketim toplumunun aylak kişisi. Flaneur, bir şey almak için çıkmaz sokağa, ama bir tüketici aylak sadece bir şey almak için sokağa çıkar. Flaneur, yürüyerek gider her yere ve her şeyi izler, düşünür, araştırır. Tüketici aylak ise, kira ya da faiz gibi bir gelirin olanaklarına göre yaşayan, hangi markayı tercih edeceği ya da vaktini hangi eğlenceli şey için harcayacağını hesaplamak dışında bir şey düşünmeyi gereksiz bulan biridir. Etrafı ‘şey’lerle çevrilidir ve o ‘şey’lere göre yaşayarak şeyleşmenin güzergahındadır. Bir flaneur olmak, yalnızlığı kabullenmek ve kalabalık içindeki bu yalnızlığın melankolisini, kendisine ve hayata katlanarak kabullenmek zorunda kalırken, tüketici aylak her zaman için kendisini unutturacak tüketim araçlarının güdümünde kalır ve hep neşeli olmanın yollarını arar. Kendisiyle uğraşması kilolarıyla uğraşmanın ötesine pek geçmez. Tüketici aylakların tüketim çılgınlığını karşılamak için çalışan kesimin daha fazla üretim yapması, yani daha fazla çalışması gerekir...
yolunacak ottan çok ne var
Aylaklığın bu çoklu görünümü, yaşadığı çağa, kültüre, en önemlisi tercihlere bağlı bir görüntü çizer. Ama tüketici aylaklık dışındaki tüm diğer aylaklık türlerinden korkar iktidarlar. Her anne baba, çocuğunun aylak olması ihtimalinden çekinir. Eğer çocuğu aylak olursa, hayalci ve toplum dışı bir hayat sürmek zorunda kalıp pek çok belayı üzerine çeker, kendisine bir şey yapar, hiç olmadı delirir diye korkar ebeveynler. Aman çocuğumuz aylak olmasın da ne olursa olsun diye düşünürler. Okumuyorsa hemen bir ustanın yanına verilip işe sokulur. Bu düşüncenin kökü, tüm iktidarların ortak bir aylaklık anlayışında yatar. Askerlik yapanlar bilir ki, komutanlar boşta gezen asker görmekten nefret ederler. Askerleri boş bırakmamak için sürekli olarak işler icat edilir. Mesela bir bölük askere ot yolma işi verildiğini görmüştüm. Sabahtan akşama kadar kocaman bir alanın otunu yolmuştu askerler. Bunun neden yapıldığı ortadaydı. Nöbetçi subay, birliğinde olay çıksın istemiyordu. Eğer böyle bir iş vermezse, askerlerin birbirleriyle kavga etmesi, intihara yönelmesi, birlikten kaçabilmesi, içki içmek gibi düzeni bozacak eğlencelere yönelmesi güçlü bir ihtimaldi. Cezaevlerinde bulunan siyasi tutuklular da bağlı oldukları örgütün günlük programına göre yaşar ve aylaklığın etkilerinden bu şekilde korunmuş olur. Aylaklığın bir militanı örgütten uzaklaştırması her zaman için bir ihtimaldir. Halbuki bir mahkumun ya da savaşmayan bir askerin ne çok vakti vardır diye düşünür pek çok kişi...
ayaklanmalar aylaklık içindir
...Hayatta kalmak, çalışmanın ilk çıkış noktası olmuştur. Çünkü insanların zorunlu çalışmasının birinci koşulu hayatta kalacak imkanları yaratmak üzerinedir. Gıda, barınma gibi temel ihtiyaçlar çalışmaksızın karşılanamaz. Breton, ilk ve tek romanı Nadja’da bu isyanı dile getirir ve insanın çalışmaya mahkum olmasının trajedisi ve nedenleri üzerine kafa yorar. İnsanlığın zorunlu çalışmanın döngüsünden kurtulamadığı sürece, kölelikten de kurtulamayacağını haykırır. Ne yapıp edip insan bu zorunluluktan sıyrılmalı ve siyaset yapma amacını bu yönde kullanmalıdır. İnsanlar avcı-toplayıcı olarak yaşarken de çalışıyordu ama bu çalışma, ihtiyaçların giderilmesi ile sona eren bir uğraştı. Bugün ihtiyaçların karmaşıklaşması ile birlikte, çalışmanın yükü ve zamanı insanlar arasında eşitsiz bir biçimde, hiyerarşik yapının kademeleri ve tüketim nesnelerinin cazibesine göre belirlenen bir şeye dönüşmüştür. Hep daha fazla çalışmanın ülke ekonomisini kalkındıracağı, refahın artacağı, o refaha ulaşınca daha az çalışmanın mümkün olacağı söyleniyor. Ama kapitalist anlamda ekonomi büyüdükçe, o büyüklüğü korumak ya da arttırmak için daha fazla çalışmanın istendiği de bir gerçek. Bir makalede ABD’de çalışma saatinin Avrupa’dan yüksek olduğu ve bu yüzden Avrupa ülkelerinin ABD’nin gerisinde kaldığı anlatılıyordu uzun uzun. Yani ekonomik büyümenin ve daha fazla çalışmanın sonu yok. Bu arada bir sürü insanın çalışma hayatının çarkları arasında sönüp gittiğini, dans etmek, sevişmek, uyumak, güzel yemeklerin tadına bakmak gibi şeylerden uzak ya da sınırlı bir biçimde faydalandığını düşünmek ve tüm bu olumsuzlukların kapitalizmin çalışma ahlakının sonucu olduğunu bilmek, küreselleşme karşıtı hareketin daha az çalışmayı istemesinin nedenlerini anlamaya götürüyor bizi...
avunmamak hür insan olmanın koşuludur
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı (romanda aylak adamın adı yoktur ve yazar ondan “C.” olarak bahseder, Kafka’nın Bay K.’sı gibi) işte bu yüzden karşıdır çalışmaya. Babasının ona tavsiye ettiği “iş avutur” anlayışına karşı çıkan bir hayat sürer...
Kapitalizmin dayattığı “gösterişçi” ya da “tüketici” diyebileceğimiz aylaklık türüne karşı, hür insan olma azmindeki aylakçılığın erdemi, Kafka’nın tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü aylaklıkla tüm erdemlerin tacı olarak gördüğü aylaklığın karşı karşıya gelmesi gibidir. Biri insanı köleliğe, diğeri özgürlüğe götürür.
Minimum çalış! Maksimum eğlen!"
Bülent Usta http://www.anarkotopya.com/yazi/aylakca-bir-yazi---bulent-usta
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)