Andre Gorz, çalışmanın krizi üzerine yapılacak bir incelemede başvurulması gereken en önemli kaynaklardan birisi. Bilhassa "Çalışmanın Dönüşümleri / Anlam Arayışı" alt başlıklı "İktisadi Aklın Eleştirisi" kitabı bu minvalde yapılacak okumaların duraklarından biri olmalı. Bizim de Gorz üzerinden yapmakla yükümlü olduğumuz alt-çizmeler, birkaç bölüm halinde buradaki yerini zaman içinde almaya devam edecek. Aşağıda okuyacağınız kısım giriş mahiyetinde:
Kamusal alana karşılığı ödenen çalışma (ve daha özel olarak ücretli çalışma) aracılığıyla dahil olur, toplumsal bir varlık ve kimlik (yani bir “meslek”) ediniriz; kendimizi başkalarına göre değerlendirdiğimiz ve başkalarına olan görevlerimiz karşılığında onlar üzerinde haklar edindiğimiz bir ilişkiler ve değişim ağına dahil oluruz. Karşılığı toplumsal olarak verilen ve belirlenen çalışma, -çalışmayı arayanlar ona hazırlananlar veya işi olmayanlar için bile- en önemli toplumsallaşma unsuru olduğu içindir ki sanayi toplumu kendini bir “emekçiler toplumu”olarak görür ve bu sıfatla kendinden önceki toplumlardan ayrılır. (s.28)
Özgür insan zorunluluğa boyun eğmeyi reddeder; ihtiyaçlarının kölesi olmamak için gövdesine hakim olur ve eğer çalışırsa, bu sadece hakim olamadıklarına asla bağımlı olmamak içindir, yani bağımsızlığını sağlamak veya güçlendirmek için. (s.29)
Gerçekte, çağdaş nlamda çalışma fikri ancak imalat kapitalizmiyle ortaya çıkar. O zaman, yani XVIII. Yüzyıla kadar, “çalışma” terimi (labour, arbeit, lavoro) tüketim maddeleri veya yaşamak için gerekli olan ve ertesi güne bir şey bırakmadan gün be gün yenilenmesi gereken hizmetleri üreten serflerle gündelikçi işçilerin yaptıkları işi belirtiyordu. Buna karşın, satın alanların genellikle kendilerinden sonraki nesillere devrettikleri dayanıklı, biriktirilebilir nesneler imal eden zanaatçılar “çalışmıyorlar”, “uğraşıyorlardı” ve “uğraş”larında kaba işleri yerine getirmek için çağrılmış, ağır işler gören vasıfsız kimselerin “emeği”ni kullanabiliyorlardı. Sadece gündelik ve vasıfsız işçiler “çalışmaları” karşılığında ücret alıyorlardı; zanaatkarlar, birlik ve lonca denen mesleki sendikalar tarafından belirlenen bir barem üzerinden “eserleri” karşılığında ücret alıyorlardı. Bu loncalar, bütün yenilikleri ve her türlü rekabet biçimini sert biçimde yasaklıyordu. (s.31)
Sanayi çalışmasının bilimsel örgütlenmesi, niceliklendirilebilir iktisadi kategori olarak çalışmayı emekçinin canlı kişiliğinden sürekli olarak koparma çabasıydı. Bu çaba, başlangıçta, çalışmanın değil, emekçinin kendisinin mekanikleştirilmesi biçimini, yani, dayatılan ritim veya çalışma hızıyla verimliliği zorlama biçimini aldı. Gerçekte, iktisadi olarak en akılcı biçim olabilecek verimliliğe göre ücretin uygulanamaz olduğu başlangıçtan itibaren ortaya çıkmıştı. Çünkü XVIII. Yüzyıl sonu işçileri için “çalışma” atadan kalma yaşam ritmine bağlı sezgisel bir hünerdi ve daha fazla kazanmak için kimse çabasının yaygınlaştırmak veya derinleştirmek fikrinde değildi. İşçi, “mümkün olduğunca fazla çalışarak günde ne kadar kazanabilirim diye değil, bugüne kadar kazandığım ve gündelik ihtiyaçlarımı karşılayn 2.5 markı kazanmak için ne kadar çalışmalıyım, diye soruyordu” (M.Weber).
İşçilerin sürekli tam gün çalışmayı istememeleri ilk fabrikaların çökmesinin temel nedeni oldu. Burjuvazi bu isteksizliği “tembelliğe” ve “uyuşukluğa” bağlıyordu. Bunu alt edebilmenin çok düşük ücretler ödemekten başka yolunu göremediklerinden işçi, tüm bir hafta boyunca geçimini sağlamak için günde tan on saat sıkıntı çekmek zorunda kalıyordu. Örneğin J.Smith 1747’de şöyle yazar:
“İhtiyaçlarını haftanın üç günü çalışarak sağlayan işçinin haftanın geri kalanında işsiz ve sarhoş olması çok rastlanan bir durumdur... Yoksullar, asla haftalık safahatlarını karşılayacak ve beslenmelerine yetecek olandan daha fazla çalışmayacaklardır... Yün fabrikalarındaki ücret indiriminin ülke için hayırlı bir iş ve avantaj olduğunu ve yoksullara gerçek bir haksızlık yapılmadığını çekinmeden söyleyebiliriz.” (s.37)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder