14 Mayıs 2014 Çarşamba

Sayin Yetkiliye Hitaben


Sayın Çok Büyük Yetkili; 

Ölen insanlar var. Yine. İnsan; her birinin bir saniyelik emeği; dünyanın bütün bakanlıklarının, müsteşarlıklarının, bilmem ne müdürlüklerinin, bilmem ne işletmeciliklerinin yüz küsür yıllık kapitalizm heyulasında verdiği toplam çabadan bin kat daha kıymetli o kadar çok insan...

Sana bilmediğine inandığım bazı şeyler anlatarak, bildiğine inandığım bir gerçeği göstermek isterdim: Hayatın, senden kutsal, senden büyük ve senden değerli olduğu gerçeğini.

Hayatın, Sayın Yetkili; Sayın Çok Önemli Yetkili: Önünde iliklenen ceketlerin düğmelerine uzanan ellerde, hani o damarlarda dolaşan kanın; yollarında "Çok yaşaa!" diye bağıran gırtlaklardan havamıza süzülen nefesin; onlar neyse de asıl, iradenle sönen hayatların arkasından gözlerimizden dökülen yaşların, çığlıklarımızın, öfkemizin her saniye bir başka hikâyesini yazdığı hayatın, senden büyük ve senden değerli olduğu... Neyse, böyle işte...

Şuradan başlayalım:

"Çalışmak özgürleştirir..." Dachau'nun, Theresienstadt'ın, Sachsenhausen'ın, Auschwitz'in ve benzeri ölüm ocaklarının kapısında böyle yazıyordu. Özgürlüğün, insanın en güçlü ve en içten varlık sebebi olduğunu bilen özgürlük düşmanı bir iktidar, ölüme gönderdiği milyonları bu "özlü söz"ün gölgesinden geçirerek dolduruyordu toplama kamplarına.

Oysa çalışmak kölelikti, hem de en korkuncu. Çalışmanın vaadi olan özgürlük ise, ancak o tek ve kaçınılmaz ihtimal gerçek olduğunda, yani bakımsız birer makineye çevrilen insan bedeninin iktidar çarkına çevrilmiş organları durduğunda buldu milyonlarca insanı. Yalnız Auschwitz'te, 1 milyondan fazla beden için, kendini ölüme bırakmak, belki bir isyanmışçasına, belki de tek isyanmışçasına özgürlük oluverdi. İnsan, özgürlük için yok olmayı göze alabildiğini belki yüz bininci kez ve sessizce kanıtladı o günlerde.

Her kimsen Sayın Yetkili, rütben, merteben, makamın her neyse, bu son cümleyi okuduysan biraz gerilmiş olman lazım bence; çünkü hâlâ önünde lacivert takım elbiselerin, resmi koridor lambalarının, insan sırtlarında taşınıp önüne serilen kırmızı yollukların el pençe durduğu biriysen eğer, muhtemelen özgürlüklerini ölümde bulma fırsatı bile verilmemiş olan yüzlerin, binlerin kardeşleri sana bugün biraz kızgın.

"Çalışmak özgürleştirir..."

Diktatörlüklerin zorla kamplara tıktığı ve hayatlarını oralarda aldığı milyonlarca insanla, bizim (ve tabii durmadan söylediğine bakılırsa "senin") kardeşlerimizin, hani dün yerin yedi kat dibine indirip de bir daha haber alamadığımız, sırtı sıvazlanarak koyu karanlığa gönderilip sonsuz karanlığa mahkûm edilen kardeşlerimizin benzer tarafları olduğunu biliyor muydun? Senin sistemin tarafından önlerine konan tek özgürlük seçeneği, ölümü göze alarak girdikleri cehennem kuyularında saatler geçirmek olanlar, beş kuruş için canlarını hiçe sayacak raddeye getirdiklerin, "ölümü göze almazsan bu kez sürünerek ölürsün" dolu bir hayatı lütfettiklerin, yerlerin dibine, şürekandan olan büyük patronların gökdelenlerinin tepesine, devasa gemilerin altına, kanser ve ölüm dolu atölyelerin kuytularına gönderdiklerin, benim gözümde çalışma kamplarına gönderilenlerden farksızdır. "Onları çalışma kamplarına gönderenlerin ellerinde silah vardı; buradaysa seçme özgürlüğü, örneğin 'çalışmama özgürlüğü' var" diyecek olan varsa zaten sussun. Reddedenin, isyan edenin karşısına tarih boyunca çıkardığın silahlı güç, hiçbir savaş makinesinde görülmemiş denli büyüktür Sayın Çağlara Yayılan Yetkili.

Öfkemiz büyük Sayın Yetkili. Sırf insan gücü olsun diye, sırf bir ölenin yerine üç, beş, on talip olsun diye doğsun istediğin çocukların insan olduğunu bilmediğin için öfkemiz büyük. Üç kuruş fazla paraya taptığın ve insanlığımızı, hayatlarımızı hiçe sayarak kazandığın o üç kuruş fazla parayla satın alabileceğini düşündüğün için öfkemiz büyük. Girmeyi bırak, kapısından bakmaya cesaret edemeyeceğin karanlıklara yüz binlerce insanı sokup, sonra biz onların dönememiş olmasının yasını tutarken "Güzel öldüler ama..." diyebildiğin için öfkemiz çok ama çok büyük.

Hesap vermeyeceksin, hesap soranın karşısına dahi çıkamayacaksın; tarih boyunca da çıkamadın. İktisadı, iktisadını hayatımız kıldın. Kalbimizi, sen için, senin bekan için atan birer kas yığını sandın. Yanlışsın Yetkili; kalbimiz, öfkemizden daha canlı, daha büyük.

Üstelik tıpkı "Çalışmak özgürleştirir" diyenler gibi sen de özgürlüğümüzü vaat ederek yaptın her şeyi. Hani bütün bir modern çağı, tatlı bir cehenneme çeviren her şeyi...

Witold Pilecki'yi tanımazsın Sayın Her Şeyi Bilen Yetkili. Auschwitz'te neler olup bittiğini dünyaya gösterebilmek için bilerek Nazi askerlerine yakalanıp bu korku ve ölüm çukuruna giren ve oradan kaçıp gördüğü terörü dünyaya anlatan bir Polonyalıydı Pilecki. Bu gece binlerce Türkiyeli'nin Soma'ya doğru yola çıktığını ise biliyorsundur eminim.

Aslında ben de tüm bunları bir maden ocağının derinliklerinde seninle yüz yüze konuşmak isterim biliyor musun? Yaşıyor olan yüzlerin, ölmüş olan ruhların, kim gelecekse gelsin, benim anlatacaklarım, bizim anlatacaklarımız var. Ne dersin, Soma'da, Kozlu'da, Zonguldak'ta yüzleşelim mi?

Sen kim misin? Binlerce adın, binlerce suretin var. Biz ise seni dolmuş cebinden, cebin doldukça boşalan göğüs kafesinden tanıyoruz..

Mahmut Çınar

* Fotoğraf: Cem Öksüz - Soma/AA
 
http://bianet.org/bianet/emek/155649-sayin-yetkili-ye-hitaben 

9 Nisan 2014 Çarşamba

Onların İşi Görülsün Diye Gece Guzduz Calismak


Mal kaçırır gibi yani hırsızlamasına iş yapan idarelerin tuttuğu taşeronların taşeronlarının taşeronları yanında “işine gelirse” koşullarında çalışan işçiler, cinayete kurban gidiyorlar.

17 Şubat tarihinde İdare Mahkemesi’nce verilen yürütmeyi durdurma kararına rağmen AOÇ arazisindeki Başbakanlık Hizmet Binası şantiyesi, Başbakan’ın ilgili kararı tanımayacağı yolundaki açıklamaları üzerine yapımı hız kesmeden devam etmiş, ilk kararın ardından gelen yeni kararlar da bu Belediye Başkanı ve Başbakan'ın bu kanun tanımaz iradesi tarafından dikkate alınmamıştı.

Hukuka rağmen sürdürülen Başbakanlık hizmet binası inşaatına şimdi de kan karıştığı haberleri gündeme geldi. Başbakanlık inşaatında Savaş Oğuz adındaki bir teşaron işçinin iskeleden düşerek yaşamını yitirdiğini, ancak bunun kamuoyundan saklandığı
söyleniyor.
Yargı kararına rağmen inşası süren Başbakanlık Hizmet Binası’nda çalışırken yaşamını yitiren işçi Savaş Oğuz’un ağabeyi Suat Oğuz, işçilerin geceli gündüzlü çalıştırılmasının kardeşinin canına mal olduğunu söylediç Oğuz, AOÇ’deki Başbakanlık Hizmet Binası inşaatının aceleye getirildiğini belirterek, “Hukuken durdurulan bir inşaat nasıl işçi çalıştırılıyor” diye sordu. Kardeşi ve diğer işçilerin gerekli önlemler alınmadan geceleri de çalıştırıldıklarını ifade eden Oğuz, “Çelik halat yok, göz gözü görmüyor. Ancak inşaat hemen bitsin diye gece-gündüz çalıştırmışlar” dedi. “Taşeron firma üstünü örtmek istiyor. Firma hakkında dava açtık” diyen Suat Oğuz, kardeşinin ölümünün sorumlularının cezasız kalmaması gerektiğini söyledi. (EvrenselGazetesi haberi)


27 Kasım 2013 Çarşamba

Sömürüde Dünya Lideri

"Sömürüde dünya zirvesi OECD Yaşam Kalitesi Endeksi’nde Türkiye, çalışanlarına nefes aldırmayarak açık arayla sömürünün zirvesine oturdu. Çalışanların yüzde 46’sının mesaisi haftada 50 saati aşıyor Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) ikincisini yayınladığı How’s Life? 2013 (Hayat Nasıl?) toplumsal refah raporu, işgücüne katılımda sonuncu olan Türkiye’nin aynı zamanda OECD ülkeleri arasında emekçilerin en uzun haftalık çalışma süresine sahip olduğu ülke olduğunu ortaya çıkardı. Yaşam konforu ve kalitesini ölçen pek çok alanda Türkiye OECD ülkeleri arasında son sıralarda yer alırken, OECD ülkeleri arasında toplumsal destek ağlarının en zayıf olduğu ülkenin Türkiye olduğunun anlaşılması düşündürdü.

 İSTİHDAMDA SONUNCU

 BirGün'ün haberine göre OECD’nin hazırladığı raporda Türkiye, istihdam konusunda en kritik verilere sahip ülke olarak dikkat çekti. Araştırmada, 15-64 yaş arası çalışmaya müsait nüfusun işgücüne katılımı oranı, OECD için ortalama değeri yüzde 66 olarak hesaplanırken, Türkiye’de ise işgücüne katılım yüzde 48’de kaldı. Listenin son sırasında yer alan Türkiye’ye, yıllardır finansal krizlerle ve kemer sıkma tedbirleriyle baş etmeye çalışan Yunanistan 8 puan fark attı.

 AÇIK ARA MESAİCİ!

İstihdam verilerinde OECD sonuncusu olan Türkiye, istihdam edilmiş emekçilerin ise en ağır şartlarda çalıştırdığı ülke olarak kayıtlara geçti. OECD üye ülkelerinde haftada 50 saat veya üzeri çalışan emekçilerin oranı yüzde 10 olarak hesaplanırken, Türkiye’deki emekçilerin yüzde 46’sının haftada 50 saat veya daha fazla çalıştığı anlaşıldı. Türkiye’nin en yakın takipçisi olan Meksika’da bu oran yüzde 29 olarak belirlendi. OECD’nin açıkladığı bu veri, Türkiye’deki çalışma koşullarının rahatlığından ve çalışma saatlerinin azlığından şikâyetçi olan hükümet yetkililerinin tezlerini çürüttü.

KİŞİ BAŞINA 1 ODA DÜŞMÜYOR

Türkiye, OECD’nin yaşam konforu verilerinde de oldukça düşük bir performans ortaya koydu. OECD ülkelerindeki hanelerde kişi başına düşen oda sayısını araştıran uzmanlar, OECD ortalamasının 1 buçuğun üzerinde olduğunu tespit ederken, kişi başına düşen 2,6 odayla Kanada bu alanda zirvede yer aldı. Türkiye’de ise hanelerde kişi başına düşen oda sayısında sonuncu oldu. Türkiye’de her yurttaşa ortalama 0,9 oda düştüğü anlaşıldı."


3 Ekim 2013 Perşembe

Asketik olma!



"Enerji Bakanımız (Taner Yıldız) hükümetin, kamu çalışanlarının çalışma saatlerini sabah 6-7'ye çekmek ve cumartesileri de yarım gün mesai ilan etmek gibi bir hazırlık içerisinde olduğunu beyan etmiş. Konu ile olarak Bakan tarafından sıralanan argümanlar şöyle:
- "Mesai erken başlayınca erken bitecek. Böylece gün ışığından daha fazla yararlanacağız. Esnafımız zaten bunu yıllardır yapıyor. Bu aslında kültürümüzde de var. Devlet bunu niye yapmasın ki? Yılda 3 milyar kilovat saat elektrik tasarruf edebiliriz"
- "Cumartesi tam ya da yarım gün mesai yapılması için de harekete geçeceğiz. Zenginleşmeyi ancak çalışmayla elde edebiliriz"
- (Çalışanlar uykusundan fedakârlık yapacak sorusuna karşılık) "Uyku süresinde azalma olmaz. Vatandaş akşam daha erken uyur"
Politik olarak çevirelim:
- Çok çalışmak bu ülkenin -esnafta vücut bulmuş- kültüründe var. Kamu çalışanlarına sağlanan tembellik lüksünü kaldıracağız. Kesimler arası ADALETİ sağlayacağız. Hem bu şekilde tasarruf da edeceğiz.
- KALKINMA yolundayız. Kat etmemiz gereken daha çok yol var. Bu süreç içerisinde sıkın dişinizi. Zira diğerlerine göre daha çok çalışmak zorundasınız.
- Öyle gece yarılarına kadar dışarılarda "sürtme" dönemi bitti. Zaten Taksim'de olduğu gibi eğlence mekânlarına da bir "ayar çekiyoruz." Gidin yatın, uykunuzu alın. Sabah da doğru işe. Cumartesi dâhil.
Muhteşem bir terkip! Kültüre atıfla halk kesimleri arasındaki çatlaklara oynama ("tembel memur" miti), çalışmanın kutsanması, bu kutsanmanın milli çıkarlarımızla eklemlenmesi (En çok biz kalkınacağız! En birinci biz olacağız!) ve şenlikli toplumun ilgası.
Muhafazakâr İslamcılık ile kapitalizmin ne kadar da uyumlu olduğuna dair, bu ülkedeki mevcut hegemonyanın ipuçlarını adeta deşifre eden harikulade açıklıkta bir anlatım.
Giderek derinleşen muhafazakârlaşma süreci, şenlikli toplumu, yani insanların kapitalist zorunlu çalışma saatleri dışında gezme, tozma, -Başbakanın da bir konuşmasında vurgu yaptığı- "tıksırıncaya kadar içme", gülme, eğlenme, sevme, sevişme pratiklerini hedef almış durumda.
Bu süreç salt dini motivasyonlar üzerinden gerçekleştirilmiyor. Kapitalist zorunlu çalışmayı kutsayan muhafazakâr İslamcılık, kültürel-ideolojik duruşunu bu ülkedeki sermaye birikiminin muhafızı haline getiriyor.
Kapitalizm her zaman için ve her coğrafyada işçi sınıfının, çalışan kesimlerin hayatlarını düzenlemeye soyunmuştur. Daha 19. yüzyılda, liberal düşüncenin "babalarından" John Stuart Mill dâhil tüm "hayat gardiyanları" işçi sınıfının bir gün sonra işine gücüne gidebilmesi için -bizdeki kahvehanelerin içkilisi ve toplumsal cinsiyet katılımı açısından homojen olmayanı diyebileceğimiz- "Pub"ların erken vakitte kapanması gerektiğini vaz etmemişler miydi?
Bu minvalde süren tartışma sonucunda İngiltere'de -yakın zamanlara kadar- tüm publar, tüm ülkede saat 23.00'da kapanmıyor muydu? Bu uygulamanın kaldırılması, "yahu ne saçma iş yapmışız, bırakalım millet istediği saate kadar içsin, eğlensin" mantığı ile olmadı.
Uygulama kaldırılırken amaç, özellikle saat 23.00'a kadar haldır huldur içip, daha sonra da sokaklara dağılarak, İngilizlerin "anti-social behaviour" dedikleri, bizimse kısaca "içip-dağıtma" olarak çevirebileceğimiz davranışların sergilenmesinin bir nebze de olsa önlenmesiydi.
Yani mesele yine dönüp dolaşıp İngiliz halkının davranış biçimlerinin kontrol altına alınması, denetim altında tutulması idi.
Ya da o kadar uzağa gitmeyelim. 12 Eylül'ün ilginç ve unutulmuş icraatlarından birisi de, alkollü içki tanımı ile ilgili mevzuatta değişiklik yapıp birayı alkollü içki kategorisine sokması ve böylelikle de kahvehanelerde bira satılmasının önüne geçmesi olmadı mı?
Az iç, az eğlen, erken yat, uykunu al, tasarruf et, işine git, verimli çalış. Kapitalizmin vazettiği hayat budur. "Üç çocuk yapın" mottosu da bu dizilime eklenebilir.
Bu noktada sol açısından mesele karşı hegemonyanın hangi mantık üzerinden kurulacağı ile ilgilidir. Olası alternatiflere bakalım:
1- Pasif agresyon: "Yahu ne karışıyorsunuz milletin hayat nizamına. İçen içsin, dizi seyreden seyretsin, erken yatan da erken yatsın. Devlet bu tür uygulamalarla hayat tarzlarını düzenlemeye kalkışmasın."
Bu duruş meseleyi hayat tarzı korumasına indirgediği ve dayatılan tarzın sermaye birikiminin amentüleri ile uyumlu olduğunu es geçtiği için zayıf ve geçersizdir. Bu tarz -örneğin- Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) türü bir partiye yakışabilir.
Sermaye birikimi süreci ile aralarında bir sorun olmayan ve bu nedenle de "çok çalışma" mitine karşı cepheden bir tavır alamayan sünepe tarzın takipçileri, meseleyi hayat tarzına indirgemeye bayılırlar zira.
2- "Popülist" agresyon: "Halkımızın değerleri önemlidir. Halkımızın hayat tarzını, değerlerini hiçe sayan, bunlarla uyumluluk göstermeyen solculuk Beyoğlu solculuğudur. Karşı hegemonya halkımızın değerlerine değebilmekten, ona saygı göstermekten geçer."
"Halkımızı" yeknesak bir kütle olarak ele alan bu yaklaşımın sol içerisinde geçer akçe bir tutum olduğunu biliyoruz.
"Halkımızın" hayatını, mahallesini, yaşam alanını aslında muhafazakâr İslamcılıktan çok da farklı tahayyül etmeyen, "tıksırıncaya kadar içmenin" de işçi sınıfı hayatının bir parçası olabileceğini aklına getirmeyen, yine işçi sınıfı mahallelerinde bulabileceğimiz "merdiven-altı meyhaneleri" görmezlikten gelen, en kötüsü kapitalist zorunlu çalışmaya ve onun kültürel-ideolojik altyapısına dair eleştirel olamayan, çok "delikanlı" ama bir o kadar da zayıf bir tutumdur bu.
3- "İlerici" agresyon: "Dinlenmek emekçilerin sosyal hakkıdır. Bu hakkın gasp edilmesi veya geriletilmesi kabul edilemez."
Elbette ki daha kabul edilebilir, hatta toplumsal muhalefetin mutlaka içermesi gereken hususları barındıran bir tutumdur bu. Fakat tek başına yeterli olduğu da söylenemez. Zira meseleyi salt sosyal hak boyutunda ele almakta ve saldırının kültürel-ideolojik boyutlarını es geçmektedir. Oysa muhafazakâr İslamcı saldırının en önemli gücü, ikna kabiliyeti bu boyutlara dayanmaktadır.
Bu üçünün dışında farklı bir karşı hegemonya iddiasını nasıl düşünmek gerekir? Öyle görünüyor ki çok boyutlu bir siyasal-kültürel geleneği inşa etmemiz gerekiyor.
Emekçilerin kendilerini yeniden üretimleri ile ilgili olarak daha fazla, daha derinleşmiş bir haklar silsilesini ortaya koymamız ve Enerji Bakanı'nın söyledikleri karşısında "daha az çalışma" talebini derinleştirmemiz, ete kemiğe bürümemiz gerekiyor.
Çalışmanın iş-ev arası yolculuğu da kapsadığını savunmalı ve daha fazla toplu ulaşım talep etmeliyiz. Çalışmanın ev işlerini, çocuk-hasta bakımını kapsadığını hatırlatmalı ve hem daha fazla kreş, bakımevi, hastane talep etmeli hem de çalışmanın toplumsal cinsiyet boyutu açısından "hesabını çıkarmalıyız."
Hafta sonlarının emekçiler açısından "evde yatma" zamanlarına dönüşmesinin önüne geçmek için daha fazla "içkili" sosyal tesis, daha fazla ve coğrafi olarak daha yaygınlaşmış sanat merkezi, sokakları masalarla dolmuş daha fazla Beyoğlu istemeliyiz.
Tatil yapmanın emekçilerin hakları olduğunu, sahilleri işgal eden bilmem kaç yıldızlı otellerin yıkılıp, yerlerine sosyal tesislerin yapılmasını talep ederek savunmalıyız. Ve en önemlisi en köklü işçi sınıfı talebini, "haftalık çalışma saatlerinin -ücretler azaltılmadan- düşürülmesi" talebini daha net bir şekilde gündeme taşımalıyız.
Fakat bunu yaparken kültürel ve ideolojik anlamda az çalışmanın, çok eğlenmenin, "tıksırıncaya kadar içmenin", kısacası şenlikli bir toplum olmanın erdemlerini de öne çıkaran bir siyaseti de örmek durumundayız. Evet "erdemlerini."
Az çalışmayı, eğlenmeyi, içmeyi, gezmeyi, tozmayı utanarak değil, bunların "iyi" şeyler olduklarını hatırlayarak savunmalıyız. Tüm bunları, "isteyen gezsin, tozsun, eğlensin; isteyen de erken yatıp uyusun" şeklinde bir hayat tarzı seçimine indirgeyen sünepe liberalizm çerçevesinde değil, kendisini "gezmek, tozmak, içmek haktır ve ondan da ötesi iyidir" argümanlarıyla açığa vuran devrimci bir özgüvenle savunmalıyız.
Bugün için Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) temsil ettiği asketik* kapitalizm kültürüne, işçi sınıfının Dionisos'un evladı olduğunu yeniden hatırlayarak karşı çıkmalıyız. (AB/IC)
*Asketik: Dünya zevklerinden vazgeçmiş."

http://bianet.org/biamag/kultur/133443-az-calismak-iyidir#.UaJpKT8_puU.facebook

Az çalışıp daha başarılı olmanın 6 kuralı!


"Scott H. Young, “başarılı olmak için çok çalışmak gerektiği” ezberine karşı çıkıyor makalesinde. Başarıya az çalışarak ulaşmanın kolay olmadığını da ekliyor elbette. Yaratıcı düşünce olmadan daha yararlı, tesirli iş yapma yolları bulmanın zor olduğunu belirtiyor. Öncelikle çalışma yöntemlerimizin olmaları gerektiği kadar işe yarar olmayabileceği fikrine alıştırmalıyız kendimizi. Sonrasında yeni yöntemler için araştırmalara başlayabiliriz. İşte başlamak için Young’in önerileri:

80/20 Kuralı: Bu kural temel olarak az girdinin daha fazla çıktıya (ürüne) katkıda bulunacağını söyler ve verimsiz geçen %80’lik zamanı azaltmayı hedefler. Nasıl mı? Örneğin; e-posta zamanınızı azaltın yerine daha büyük projelere zaman ayırın. Önemi olmayan detaylarla uğraşmaktansa ana fikir’lere yoğunlaşın!



Parkinson Kuralı: Bu kural iş bitene kadar zaman alır der. Diğer bir deyişle, işi bitirmeye odaklanmak yerine yapılan işe yoğunlaşmak yan etkisini oluşturuyor. Kendinize kesin teslim tarihleri verin! Kontrol listeleriyle uğraşmaktansa işi tamamlamak için istek duyun. Mesela küçük bir iş için 90 dakika sonrasına alarm kurun ve 90 dakika sonra o işi bitirin. Devasa işleri küçük parçalara bölün, amaçsızca projenin bütünü ile uğraşmaktansa bu küçük parçaları tamamlamaya odaklanın.


Enerji Yönetimi: Çalışma zamanınızı “tamamıyla rahat olduğunuz” ve “tamamıyla odaklandığınız” zaman dilimlerine bölün. Uzun günler boyunca, günde birkaç saatini işgal eden projelerden uzak durun ya da masaya tek oturuşta bu projelerden kurtulun. Projeleri öldürün! İhtiyaç duyduğunuzda kendinizi yenilemenizi, tazelemenizi sağlayacak kaçamaklar yaratın.

Sadece Keskin Araçlar Kullanın :) paslı testere kullanan oduncuyu hatırlayın :)) Çok da iyi olmadığınız, iyi olmaya niyetlenmediğiniz işlerle zamanınızı öldürmeyin. Bırakın o işi iyi olanlar yapsın! Araç kadar beceri de zaman kazandırır unutmayın!


Rakamlar: Varsayımlar zamanı insafsızca kullanır. En iyi mücadele yöntemi varsayımları teste tabii tutmak ya da eğer mümkünse onları rakamsal değerlere dönüştürmek. Örneğin iki farklı yöntemi aynı anda kullanın ve hangisinin iyi çalıştığını değerlendirin. Kalorileri saymak yerine rakamları izleyin!

Nitelik Kuralı: Mükemmeliyetçi olmak mı hiç titiz olmamak mı daha iyi? Cevap basit: ekstra girdi (çaba, emek) daha önce benzer durumlarda kazandığınız çıktıdan daha az çıktıya yol açtığında çalışmayı bırakın! Aynı iş için günlük değişik zaman aralıklarını ölçün test edin: mesela e-posta için 30, 60, 90 dakika ayırdığınız 3 günü kıyaslayın. “Cila” ve “tamir” için harcadığınız zamanları karşılatırın. Eğer ‘cila’ya tamirden daha fazla zaman ayırıyorsanız işten erken çıksanız daha iyi olur!"

http://www.lifehack.org/articles/productivity/6-rules-to-work-less-and-get-more-accomplished.html

2 Nisan 2013 Salı

Antijob!

Antijob, Rusya kaynaklı bir çalışma karşıtı (tekrar edelim; "job" anlamında bir çalışmaya, anti-kapitalist bir tavır bu) yapılanma.

http://antijob.net

Aslında ilk bakışta görünen ve isminden ilk bakışta akla gelen bu ama daha açılış sayfasında dertlerinin daha fazla olduğunu görüyoruz:


рессовывается в обезличенные денежные знаки, которых постоянно не хватает для осуществления наших желаний и потребностей. Antijob - это не только черный список работодателей и отзывы о работодателях, но и место для координации сил в классовой борьбе.

Kaba çevirisi ile: "Hayatımızın ciddi bir kısmında çalışmak zorundayız. Zaman, hiçbir zaman ihtiyaç ve isteklerimizi karşılayamayacak şekilde banknotların arasına sıkışmış durumda. Antijob, sadece patronların kara listesini ve çalışanların buna dair görüşlerini derleyen bir yer değil, ayrıca sınıf savaşının dinamikleri için bir koordinasyon platformudur."


Sitede, hareketin manifestosu yanısıra patron kara listesi veri tabanına giriş, forum sayfası, haberler ve destekçiler tarafından işyerlerinden aşırılan zamanların hikayeleri yanında el konulan eşyaların resim ve videoları da bulunuyor.

Keyifli seyahatler!

23 Ocak 2013 Çarşamba

Gambia'da çalışma haftası 4 güne iniyor

Gerekçelerine kısmen katılmak mümkün olsa da, Gambia'da mesai sürelerini kısaltan bu çıkışın tüm dünyaya ilham olması gerek:

http://www.bianet.org/bianet/yasam/143768-gambiyada-haftasonu-uc-gune-cikti

14 Haziran 2012 Perşembe

Etiyle kemiğiyle devletin

bianet.org'a düşen bir habere göre hükümetin eğitim sistemine müdahalesi sadece "dindar" nesil yetiştirme vizyonundan ya da zorunlu eğitim süresinin kesintiye uğratılarak bir anlamda kısaltılması ile sınırlı değil. Hükümet, daha önce enerji bakanının çalışanların çalışma süreleriyle alakalı olarak kurduğu fanteziye (cumartesi de çalışalım, gün batana kadar çalışalım vs.) benzer şekilde çocukların ders sürelerini uzatarak sisteme hızla entegre etme ve dahası çocukluğu yeniden inşa ederek onları küçük adam ve kadınlar şeklinde dizayn etme derdine düşmüş. İlgili haber şu şekilde:

Milli Eğitim Bakanı (MEB) Ömer Dinçer'in ders saatleri ve okul süresinin artacağı yönündeki açıklamasını Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü'nden Prof. Fatma Gök değerlendirdi.

Gök iki noktaya dikkat çekti. Başbakan Erdoğan'ın eğitim sisteminin yeniden düzenlenme çabalarından önce söylediği "dindar nesil yetiştireceğiz" sözlerini hatırlatarak toplumsal olarak muhafazakarlaşma projesini hatırlattı ve işin bir yönünün bunun hayata geçirilmesi olduğunu belirtti.

"Bunu yapabilmek için ellerinde kontrol edebilecekleri en önemli enstrüman okullar ve eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesi."

Diğer yönünü anlatırken de AKP'nin küresel düzeyde neoliberal sistemle iç içe olan ilişkisini vurguladı.

"Küresel düzeyde rekabet edebilecek ve bunu özelleştirmeyle sermayenin çıkarları doğrultusunda ve buna ilişkin emek gücünü yetiştirebilecek bir düzenleme yapması lazım."

Uygulamanın iki sebebi


Neoliberal düzende performans ve kalite kültürü kavramlarının hiç de masum olmayan anlamlar yüklenerek karşımıza çıktığını anlatan Gök, bu kavramların "toplumu yeniden eşitsiz biçimde düzenlemeye yönelik bu çerçevenin içinde bir enstrüman olarak" karşımıza çıktığını belirtti. "Yani emek gücünün daha verimli bir şekilde yetiştirilmesinden söz ediliyor."

Çocukların özgürce potansiyellerini geliştirebilecekleri, ifade özgürlüğünü kullanacakları, barış için, özgürlük için pek çok şey yapılması gerektiğini, böyle bir okul iklimi olması gerektiğini anlatan Gök, şimdi daha sıkı bir okul disiplinine gidecek bir yolun açıldığını anlattı.

"Bunun bir tarafı dinci bir muhafazarlık, diğer tarafı ise 'nitelikçi' ve özelleştirmeyle daha sıkı kontrol edilebilecek bir düzenin insanlarını yetiştirmek."

Eğitimin acil sorunları


Prof. Gök'e göre bu uygulamalara rağmen süreç daha bitmedi.

"4+4+4 çok acildi AKP için, çünkü hem 28 Nisan'ın rövanşını almak gibi bir istek vardı hem de bir an önce imam hatiplerin ortaokulunu açmak istiyorlardı."

Oysa yapılması gereken çok daha güncel, acil konular olduğunu söyledi Gök. Türkiye eğitim sistemindeki sınıfsal temeldeki eşitsizliğe vurgu yaparak, eşitliği öne alan, toplumsal cinsiyet bazında eşitsizlikleri düzeltmek üzere pek çok politika uygulanması gerektiğinden söz etti.

"Biz şehirlerdeki yoksul mahallelerdeki getto okulların durumunu biliyoruz. Şimdi anadilinde eğitim gibi temel bir hakkın seçmeli verileceğini, onu da büyük bir lütuf olarak söylüyorlar. Halbuki insan anadilini seçmeli öğrenemez. Anadili Kürtçe olmayanlar bunu seçebilir, çok da iyi bir politikadır o anlamda...

"Keza engelliler için daha kötü olacak 4+4+4 yasasının uygulanması. Biz kaynaştırma eğitimi politikalarını önemsiyoruz. Bu uygulanmaya başlamıştı Türkiye'de. Şimdi onlar için hayat daha zor olacak."

MEB ders saatlerini arttıracak


MEB başlattığı yeni çalışmayla ders saatlerinin ve okul günlerinin sayısını arttırmayı planlıyor.

MEB'in verdiği bilgilere göre Türkiye'de bir yılda 180 iş günü yani 36 hafta eğitim yapılıyor. Yapılan çalışma sonucunda 180 iş günü olan eğitim süresinin değiştirilmesi planlanıyor. Buna göre, bir yıllık eğitim süresi 190-220 gün arasında belirlenecek.

Ayrıca ilkokul 1. sınıftan 8. sınıf sonuna kadar yıllık 720 saat ders süresinde de sınıflara göre düzenleme yapılacak, 1. sınıftaki öğrenciyle 8. sınıftaki öğrencinin toplam ders saati farklı olacak.

http://www.bianet.org/bianet/cocuk/139049-amac-muhafazakarlasma-ve-verimli-emek-gucu

30 Mayıs 2012 Çarşamba

You are globally mine

Hükümetin sosyal haklara ve çalışma sürelerinin düzenlenmesine dair saldırılarından biri olarak tarihe geçecek olan havacılık personeline grev yasağı getiren düzenlemenin ardından THY'de dün yapılan 1 günlük iş yavaşlatma eylemi cezasız bırakılmadı. Gelen haberlere göre THY, eyleme katılanların işine son vermeye başladı bile.

Hatırlanırsa TBMM İçişleri Komisyonu, cadde, sokaklarda araç park edilmesi ve korsan taksiciliğe ilişkin düzenlemeler içeren bir yasa teklifi üstüne çalışırken AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk marifetiyle, yasa teklifinin içine sessiz sedasız hava işkolunda grev yasağı maddesi iliştirildi ve ilgili yasada “Banka ve noterlik hizmetleri” şeklinde yer alan grev yasağı bulunan işkollarına “havacılık hizmetleri” de eklendi. Muhalefet milletvekilleri, bu uygulamanın dünyada bir örneğinin daha olmadığını söyleyince  AKP’liler: “Böylece dünyada bir ilki gerçekleştirmiş oluyoruz!..” dediler.

Şimdi eksisözlük'te yer alan bir yazıya ve bir THY çalışanın THY içerinde yaşananlara dair ilk ağızdan anlattıklarına bir bakalım:


"Yaklaşık 1 yıldır THY'de çalışan biri olarak şunları söylemek isterim:

Bu yapılanın ismi ister grev olsun, ister iş yavaşlatma, isterse legal yoldan insanlar sağlık raporu alarak evde istirahati seçmiş olsun, thy gibi yıllardır şişirilmiş imajlarla insanların gıpta ettiği bir yerde gelinen durum korkunçtur.

Yükselen isyanlar türkiye'deki çiftçi, memur, doktor, şu bu ile tamamen aynı paralelde, diktatör düzenin lokal göstergesidir.

İşin içinde olmayanlar kabin memurlarını "sade 'chicken or beef?' diyerek, ayda 4000 tl kazanıp da grev yapan şımarıklar" diye nitelendirebilir (işin içine girene kadar hepimiz benzer şeyler düşündük tamam ama inanın bu gerçekdışı).

Paşa torunu olmayan ve her sektörün kendine has zorlukları olduğunu bilenler için bu hala iyi bir maaştır evet ama bir yerde emeğiniz sömürülüyorsa, size her an değersiz olduğunuz hissettiriliyorsa (kabin memurları kışın bile yazlık babetle çalışırlar ve şirket bu sorunu ihale sebepleriyle yıllardır görmezden gelir), özel hayatınıza, birey oluşunuza saygı yoksa, isterse zibilyon liranız olsun, hakkınızı savunmak gerekmez mi?

Ben de bu işe sırf maddi sebeplerle girdiğimi hatırlıyorum. sigorta pirimleri asgariden yatırılan ya da hiç yatırılmayan/hafta sonu tatilleri lüks sayılan ultra esnek mesaili iletişim/medya sektöründen kaçıp, ideallerimden falan bir süre vazgeçerek o meşhur 4000 tl için bu acayip işe girdiğim günü net hatırlıyorum. hem kafamdaki hedeflere ulaşıp işi bırakmaya da birkaç ayım kalmıştı ki o günü görmek nasip olmadan bugünleri yaşıyorum.

Diyeceğim, durumun bu hale geleceği son zamanlardan belliydi. bu mesele böyle olmasaydı uçaklardan biri düşecek, kabin memurlarından biri 1 sn içinde yorgunluktan ölecek, daha pek çok senaryo olabilecekti. ama o zaman suçlu işveren değil, kabin işçisi ya da teknik elemanlar olurdu (ya da hayır takdir-i ilahi olurdu diyelim).
(bkz: http://yorgunucmakistemiyoruz.biz/)

Mesela ben şu "minimum ekip" sisteminden sonra, hayatımda ilk defa yorgunluktan duşta uyuyakaldığıma, iki dk suyu kapatayım da gözlerimi dinlendireyim dediğime şahit oldum.

Şirkette son zamanda oluşturulan ekip sayısının minimumun da altına çekildiği günden beri herkeste başta tansiyon olmak üzere pek çok problem başgösterdi. günde 14 saat mesai, 8 saat dinlenme gibi rakamlar, uçaklarda yediğimiz basınç/radyasyon/mobbing vs için yeterli gelmez oldu.
sağlık raporu alanları "verimsizsin" diyerek tek tek işten çıkaran işveren karşısında insanlar artık delirdi. kimisi stresle mücadele etmek için dört kolla özel hayatına sarıldı, kimisi hiçbir şeyi kaldıramadı da kafayı yedi.
gripliyken asla uçmaması gereken arkadaşlarımın yanıbaşımda kulak zarları delindi ve bazılarında işitme problemleri kaldı, onlar da işten çıktı/ çıkarıldı...
şiddetli açık hava türbülansıyla elmacık kemikleri parçalananlar mı, bu olasılığı yok sayıp aldığımız parada gözü olanlara muntazaman açıklama yapmak zorunda kalmak mı, ulan sanki itfaiye erisiniz demekten usanmayanlar mı.. off öyle öfkeliyim ki...
her iş kolu çok zor ben de bunu iyi biliyorum, kime sorsan nelerden bahseder doğru ama bu çarpıklık herkes herkesin ağzına yüzüne sıçsın anlamına mı gelmeli. en azından alın teriyle çalışanlar arasında ayrımcılık olacağına empati olsun istemek kötü mü.

Ah işte. nasıl cahil, nasıl kötü bir yerde yaşıyorum ki böyle bir başlıkta böyle sözler ediyorum "aldığım parayı fazlasıyla hak ediyordum, canım çıkarak çalışıyordum, o bile yetmedi, kazandığım haklarım, en başta da grev hakkım bir günde gözüme sokula sokula elimden alınıyor. siz şimdi gidip o zalimlerden yana olabiliyorsunuz, yapmayın etmeyin" derken bile kötü oluyorum.

"Havacılık sektörüne grev yasağı gelsin" diyerek meclise inen yasa tasarısı, bir şekilde bu işe hayatını adamış kişiler için sonun fermanı olacak.
emekler, hayaller kaba saba konuşan avam adamlar tarafından yakılıp yıkılacak.
ben olanlar karşısında çok üzüntülüyüm. arkadaşlarım bugün tek tek işten çıkarıldığı için, hala bir takım insanların, klasik medyanın tam manasıyla desteğini alamadığımıza inandığım için çok mutsuzum.
bu ortamdan kaçıp kurtulacağım bir b planım olduğu için tanrıya şükrederken, her zaman herkese kaçacak yer, çalışacak sektör bırakmayanlara sonsuz kere ah ediyorum.

Gözleri önyargıyla kör olmuş arkadaşlara ise thy çalışanlarının onurlu tekel işçilerini anımsatan birlik ve beraberliğine, işlerini kaybetme pahasına verdikleri mücadeleye, kenetlenişe bakıp biraz feyz alın, biraz düşünün, biraz anlamaya çalışın demek istiyorum."



http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=28758699

2 Nisan 2012 Pazartesi

Sabahın Bir Sahibi Var

Daha yakınlarda yaz saati uygulaması ile ilgili açıklamalarıyla gündeme düşen enerji bakanının daha önce kimsenin aklına gelmemiş dahiyane fikriyle sabah 7:30'da işbaşı yapıp, gün ışığı boyunca ve hatta haftasonu da çalışacağımız model önerisi, şimdilerde çokça konuşulan 4+4+4 kesintili eğitim tasarısı ile milli eğitim bakanlığının da gündeminde ciddiye alınmış görünüyor. Vakit nakittir şiarını 5 yaşındaki çocuğa işlemeye hevesli bu yeni tasarı aslında sadece emeği değil, zamanı kontrol ederek tüm bir yaşantıyı yeniden dizayn etme çabasında. Aşağıdaki köşe yazısı bu kötü'ye, zamanın tahakkümüne dair.


"‘Bir köpek kavramı havlamaz’ diyen Spinoza’dan el alarak köpeğin peşine düştüysek, başını yiyesice kapitalizmin ulumalarını en çok sabahları duyarız. Kış günlerinde otobüs camına yaslanmış uyuyanların, vapura koşturan topuklu ayakkabıların, yağmur altında servis bekleyenlerin, trende makyaj yapanların, ağırlıklarınca çantaları altında ezilen çocukların resminde hayatın sisteme boyun eğişi vardır. Telaş bu düzenin mütemmimidir. Hep söylendiği gibi hayatın bir koşturmaca olması üretim verimliliğinin zamanla mücadele esasına dayanmasından ileri gelir. Zira Allah’ın günü kapitaliste bir türlü yetmez. Para ve zaman ona hep az gelmektedir. O halde oradan oraya yetişmeye çalışmakla helak olmaları insanların kaderleridir. Zira düzenin sahibi zamanın da sahibidir.

Kalabalıklar, acından ölmemek karşılığında zaman üzerindeki haklarından çoktan vazgeçmişlerdir. Kapitalistin altın dişlerinden adeta ayet gibi tıslayan ‘’ Vakit nakittir’’ sözü, sahip olduğu bu hakkın adeta nişanesi gibidir. Kafasını sallayarak bu sözün doğruluğunu onaylayan yığınların aklından, ‘’Neden benim için de böyle olsun ki?’’ sorusu geçmez. Kabulleniş çok derindir. Kim bilir, belki de canını dişine takmanın çaresizliğinden daha ağırı; bu hayatın böyle yaşanmak zorunda olduğuna dair telkini düzenin yine insanın kendisine yaptırmasıdır. İnsanların dilinde teslimiyetin yükünü sahiplenecek itirafın yerini bu yaşayışı doğrulayacak böylesi sözler alır. Oysa düşününce anlaşılır ki, vakit nakittir önermesinin doğruluğu kimin vaktinden söz ettiğimize göre değişmektedir. Sözgelimi; bir üretim bandında çalışacağı yerde araziye uyarak bankta dondurma yiyen bir işçinin çalışmaktan kurtardığı zamanı yakalanmadığı sürece kendisinin değil patronunun parasına mal olur. O halde ‘nakit olan vakit’ derken söz edilen her daim muktedirin vaktidir. O, bunun böyle olduğunu bize sürgit hatırlatmakla vazifelidir.

Bu bağlamda Milli Eğitim Bakanı’nın yeni eğitim yasasını savunan sözleri zamanın sahibinin kim olduğuna dair keskin bir hatırlatıştır. Ne diyor Ömer Dinçer;‘Okula başlamada alt limit ise 60 ay olacak. Böylece çocuklarımızın ömründen bir yıl kazanacağız.’ Biz dediği düzenin kendisidir. Kazanan muktedirse kaybeden hep diğerleridir. Demek ki çocuklar beş yaşına vardıkları andan itibaren artık sistemin ödevlerine tabi olmak durumunda kalacaktır. Bugün pek çok insanın modern şehir yaşamanın zorlamasıyla çocuklarını daha erken okula gönderdiğinden söz edilebilir. Burada konumuz herkesi kapsayacak genel bir düzenleme ve bunun bir Bakan söyleminde nasıl karşılık bulduğudur. Düzenin sorgulanmaz buyruğunun bir cümlelik kazanan kaybeden tarifinde kendisini nasıl gösterdiğidir. Oysa bu durumun bizim açımızdan okunuşu bu yeni düzenleme ile çocukların taze hayatlarından bir senenin kaybolduğudur. Zira insan ömrünün ödevsiz kısmı azalırken düzene tabi olan tarafı uzamaktadır. O halde bu durumda kazanan Bakan’sa kaybeden çocuklardır. Sistemin bekası için ‘telaş ve koşturma’ mümkün olduğunca erkene çekilmektedir. Halıda kendi kendine oynayan bir çocuğun kimseye faydası yoktur. Oradan kalkmalı, parasını harcamalı, dokuz yaşına varınca da mesleğine yönlenmelidir. Önümüzdeki bilmem ne kadar sene bu kadar yatırımın şu kadar eleman açığı varken öyle eğlenerek vakit kaybedilecek zaman değildir.

Böyle nereye koşturulduğunun cevabı önemsizdir. Bir an önce kalkıp yarışa katılmak zamanıdır. Derelerin güzelliği gibi bebelerin mutluluğu da düzen için faydasızdır. Çantalar sırtlanmalı, sabah kar yağarken okul yollarına düşülmelidir. O okullarda ne öğretildiği konumuz olamaz. Öğretmenlerin hali mevzu bahis değildir. Böyle sıkıcı ve verimsiz tartışmalara kimsenin vakti yoktur. Vakit nakittir. Matematikte, felsefede, fizikte, mantıkta yaşanılan sefalet teferruattır. Muhalefeti ve iktidarı oturmuş din dersinin akıbetini konuşmaktadır. Okul ticari bir teşekküle indirgenmiş, ülke çocuklarının eğitimi patronların kar beklentisine emanet edilmiş, sağlıklı düşünme becerisi olmayan gençler kendilerini kendi lisanlarında ifade edemez hale gelmiş, sadece meta odaklı bir hayatın köleleri olunmuş vs… Bunlar bizim meselemiz değildir. Çünkü bu çocuklar bizim çocuklarımız değil, sermayenin potansiyel elemanları ve müşterileridir. Nasıl ve ne şekilde yetişeceklerine doğallıkla onlar karar verecektir. Ömürden bir sene kazandık sevincinin müjdesi burada saklıdır. Kazandık haberi bize değil takım arkadaşlarınadır.

Başkasının zamanında sürülen ömrün yazgısı kendisine ait değildir, olamaz. Zira saatler daima sahibine göre işler. Hızını da, duracağı yeri de onlar belirler. Güçsüzün ölüsüne aldırmadan akan zaman muktedirin batan tırnağında donakalır. Bu yüzden bazı devirler asla kapanmaz, bazı mağduriyetler hiç bitmez. Çadırda on iki işçinin yanarak ölmesi iki günde zamana yenilirken yıllar öncesinden muğlâk bir adaletsizliğin hesabı sorulur da sorulur. Hafızalarımız büyük hafızanın tahakkümünden kurtulmak için sürgit yangından mal kaçırmak zorunda kalır. ‘Bize ne olmuştu?’ sorusunun yanıtını bize bile unuttururlar Başkasının zamanında yaşamak tırnaklarını günlere geçirerek yaşamayı dayatır. Hatırlamak en güç eylem olur. Söz uçar, yazı yanar, kuşlar cikler, çözülmeyen dertler çileye döner. Yapacak bir şey yoktur.

Şimdi bir sene kazanan Bakan’a sormak gerekir; şu ahir ömrünüzdeki en mutlu anlarınız, okullardan mezun olduğunuz, iş bulduğunuz veya hadi Bakan olduğunuz zamanlar mıdır, yoksa mahallede misket oynadığınız günler midir? En güzel yemeğinizi falanca davette, filanca lokantada mı yediniz, yoksa annenizin kızarttığı pişiyi mi tercih edersiniz? Akşama ödev yapmak zorunda olan bir çocuğun oyundaki saatlerini sayan kederini hatırlar mısınız? Ezcümle bir insanın bir ömürde görüp göreceği mutluluğun çocukluğu olduğunu bilmez misiniz? O halde onu bir sene daha erken bitirmekteki acelenizi bir daha düşünmek istemez misiniz?"

Başar Başaran, http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1333005078&day=29&month=03&year=2012

28 Kasım 2011 Pazartesi

Toprağın altında 10 dolara

Mogadişu'da Türk doktorların evinin bahçesindeki kuyudan su çıkaran Somalili işçi, 10 dolar yevmiye karşılığında her gün 8 saat toprağın 70 metre altında kalıyor. 
Toprağın 70 metre altında 10 dolara çalışıyor 

 
MOGADİŞU - İnsani yardım çalışmaları çerçevesinde Mogadişu'da bulunan Sağlık Bakanlığına bağlı doktorların kaldığı evin bahçesindeki kuyudan tatlı su çıkarılması için Somalili Abdurrahman Yusuf yaklaşık 3 aydır çalışıyor. 


Kuyuya iple sarkıtılarak indirilen Yusuf, 70 metre derinliğe geldiğinde suya ulaşıyor. Burada bulunan 4 metre derinliğindeki suya dalan Yusuf, suyun dibindeki kirli toprağı bir kovaya dolduruyor. Yusuf'un doldurduğu kova, kuyunun başındaki işçiler tarafından iple çekilerek içindeki toprak dışarı dökülüyor. Kova yeniden Yusuf'un bulunduğu 70 metrelik derinliğe iple indiriliyor. Yusuf'un, kirli topraklar temizlenip, tatlı su bulununcaya kadar çalışmasını sürdüreceği öğrenildi.

Abdurrahman Yusuf, evli ve bir çocuk babası olduğunu, 12 yıldır kuyu işçiliği yaptığını belirtti. Her gün 8 saat toprağın 70 metre altında çalıştığını söyleyen Yusuf, günlük 10 dolar yevmiye aldığını ifade etti.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1070879&Date=28.11.2011&CategoryID=79

Çernobil'in başlattığını devlet tamamlıyor!

Çernobil öldüremedi, polis öldürdü!

Ukrayna'da, Çernobil nükleer faciasından sonra santralde yetersiz koruma önlemleriyle görev yapan ve devletin maaşlarında kesintiye gitmesini protesto amacıyla açlık grevine başlayanların bulunduğu çadırlara düzenlenen polis baskınında Çernobil "temizlikçilerinden" bir kişinin öldüğü bildirildi.Mahkemenin eylemi yasa dışı ilan etmesinin ardından çadırkente giren güvenlik güçlerinin çadırları söktüğü, jeneratöre el koyduğu, ısıtma ve aydınlatmayı kestiği ve yaşanan arbedede bir kişinin rahatsızlanarak öldüğü belirtildi. Polis baskınını "terör" olarak nitelendiren eylemcilerin lideri Nikolay Gonçarov, baskında rahatsızlanan Gennadi Konoplyov'un hastaneye kaldırılırken yolda hayatını kaybettiğini söyledi.

1986 yılındaki nükleer facianın ardından Çernobil'de çalışmış ve hayatta kalmış yaklaşık 80 kişi, Donetsk kentinde emeklilik dairesinin önünde 20 çadır kurarak, 17 Kasım'da açlık grevine başlamıştı. Hükümet, emeklilik sistemindeki açığı kapatmak amacıyla nükleer faciadan sonra santralde görev yapanlara ödenen maaşlarda kesinti yapmıştı.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1070889&Date=28.11.2011&CategoryID=8

Apple ve IBM'de ayda 100-120 saat fazla mesai

Apple ve IBM’in Çin’deki fabrikasında işçiler greve gitti. 

Apple ve IBM için Çin’in güneyinde bazı bileşenler üreten fabrikanın 1000 kadar çalışanı, aralarında aşırı mesai saatleri de bulunan bir dizi şikayet sebebiyle greve başladılar. 

Sahibi Tayvan menşeli Jingyuan Computer Group olan tesis, IBM ve Apple için bazı elektronik bileşenler üretiyor ve bünyesinde 3000 kadar işçi çalışıyor. Aşırı uzun mesai saatleri (ayda 100-120 saat fazla mesai), eski çalışanlarla ilgili toplu işten çıkarmalar, yöneticilerin sözlü taciz ve aşağılamaları ve sıklıkla yaşanan iş kazaları, greve giden işçilerin şikayetlerden bazıları. Grev sebebiyle işçiler Shenzen’in önemli anayollarından birini de kapatınca polis müdahalesine ihtiyaç oldu; fakat polis daha olay yerine ulaşmadan şirket yönetiminin uzlaşmaya gitmesi ile grev sona erdi. Şirket fazla mesai sürelerini azaltmaya söz verince grev de sona erdi. 

Geçen yılın ilk aylarında Apple tedarikçilerinden Foxconn da “cehennem gibi çalışma koşulları” nedeniyle Çin’deki fabrikasında sorunlar yaşamıştı, çok kısa dinlenme süresi ve düşük ücret nedeniyle intihar girişimleri olmuştu.

http://www.hardwaremania.com/haber/2011/11/25/apple-ve-ibmin-cindeki-fabrikasinda-isciler-greve-gitti/

25 Kasım 2011 Cuma

Çalışmanın Anlamı

Çalışarak köleleşme ve çalışmaya alışmaya karşı rızanın üretilmesinde Avrupa örneği ahlakçı ve sopayla dayatılan bir model iken Amerikan örneği daha çok kazanç vaadi ve tüketim toplumunun inşasıyla iş yapıyor. Örnekler 100 sene öncesinde çok daha keskin iken günümüzde şiddete dayalı Avrupa modeli yavaş yavaş sadece üçüncü dünyaya ihraç edilir oldu. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ise Amerikan modeli, araçlarını karmaşıklaştırarak yer bulmaya devam ediyor. Bauman'ın çalışma etiğini incelediği çalışmasından sadece altını çizdiklerimizi paylaşalım:

Çalışma etiği nedir? Kısaca, iki açık önermeden ve iki dolaylı varsayımdan oluşan bir emirdir.
Birinci açık önerme, kişinin canlı kalmak ve mutlu olmak için başkalarının değerli bulduğu ve karşılığını ödemeye değer gördüğü bir şey yapması gerektiğidir; karşılıksız hiçbir şey yoktur; her zaman guid pro quo, "misliyle mukabele"; almak için önce vermeniz gerekir.

İkinci açık önerme, kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin ve böylece daha fazla yerine daha aza razı olmasının yanlış, aptalca ve ahlaki açıdan zararlı olduğudur; kişinin tatmin olduğunda kendini aşırı derecede yormayı ve germeyi bırakmasının değersiz ve mantıksız olduğudur; daha fazla çalışmak için güç toplamak şartıyla değilse dinlenmenin yakışık almayan bir davranış olduğudur. Bir başka deyişle çalışmak, başlı başına bir değer, asil ve asalet verici bir faaliyettir.

Hemen ardından emir gelir: Sahip olmadığın veya ihtiyacın olduğunu düşünmediğin neler
getirebileceğini göremesen bile çalışmaya devam etmelisin. Çalışmak iyidir, çalışmamak kötüdür.
.....
Çalışma etiğinin, kamusal tartışmaya konu olduğundan beri mücadele etmeye ve yok etmeye çalıştığı hastalıklı ve iğrenç alışkanlığın kökü, kişinin ihtiyaçlarının verili olduğunu kabul etme ve bunları tatminden daha fazlasının arzulanmaması şeklindeki geleneksel insani eğilimde bulunuyordu. "Gelenekçi" işçiler her zamanki ihtiyaçları bir kez karşılandıktan sonra çalışmaya devam etmekte ya da daha fazla para kazanmakla mantık veya anlam görmüyorlardı; niçin görsünlerdi ki?
.....
Modernleşmenin öncülerinin karşılaştığı asıl sorun, yaptıkları işin amacını belirleyerek ve akışını kontrol ederek bu işte anlam bulmaya alışmış insanları, hünerlerini ve çalışma kapasitelerini, şimdi başkaları tarafından tayin ve kontrol edilen ve yerine getirenler için artık hiçbir şey ifade etmeyen görevlerin yürütülmesinde harcamaya zorlama gereksinimiydi. Bu sorunu çözmenin yolu işçileri, iyi yaptıkları bir işin gururundan mahrum kalıp anlamını kavrayamadıkları bir görevi yerine getirirken düşüncesiz bir itaat göstermeye alıştırmayı amaçlayan kör bir talimdi. Werner Sombart'ın yorumladığı gibi, yeni fabrika düzeninin kısmi-insanlara ihtiyacı vardı: Karmaşık bir mekanizma içindeki ruhsuz küçük çarklar. Savaş açılan tarafsa, artık işe yaramayan diğer "insan kısımları"ydı: Üretici güç için uygunsuz olan ve üretimde kullanılan kısımlara gereksizce engel olan insani hevesler ve tutkular. Çalışma etiği, esas itibariyle, özgürlüğün teslim alınmasıydı.
.....
Çalışma etiği uygulandığında üretici emeği insani gereksinimlerden de koparabildi; tarihte ilk kez "yapılması gereken" yerine "yapılabilen"e öncelik verildi. İnsani gereksinimlerin giderilmesini, üretici emeğin mantığıyla ve daha da önemlisi sınırlarıyla alâkasız bir hale soktu; "gelişme amaçlı gelişme" şeklindeki modern paradoksu mümkün kılabildi.
.....
J.L. ve Barbara Hammonds dokunaklı metinlerinde şöyle derler: yüksek tabakadakiler işçilere, efendilerin kölelere verdikleri değerden fazlasını vermiyorlardı. İşçi çalışkan ve dikkatli olmalıydı, kendisini düşünmemeliydi, sadece efendisine bağlılık ve sadakat borçluydu, devlet ekonomisindeki yerinin şeker kamışı ekonomisindeki kölenin yeri olduğunu idrak etmeliydi. Bir insanda beğendiğimiz faziletlerin hepsi, bir kölede ahlak bozukluğuna dönüşüyor.
.....
Wolf Lepenies'in de gözlemlediği gibi, "doğa"dan (insan aklı ve hüneri tarafından işlemden geçirilmemiş ve dokunulmamış, ilahi yaratının şekillendirdiği 'verili' her şey anlamında) söz edilen dil 17. yüzyılın sonundan beri askeri kavram ve metaforlarla doldurulmuştu. Francis Bacon hayal gücüne hiç yer bırakmadı: Doğa fethedilmeli ve üzerinde öyle çok çalışılmalıydı ki, insanın çıkarlarına ve rahatına tek başına bırakıldığında yapabileceğinden çok daha iyi hizmet edebilmeliydi. Diderot pratisyenlerle teorisyenleri doğayı fetih ve itaat altına alma adı altında birleşmeye çağırırken, Descartes usun ilerleyişini doğaya karşı açılmış bir dizi muzaffer savaşa benzetti; Karl Marx tarihi gelişimi insanın doğa üzerindeki egemenliğinin durdurulamaz ilerleyişi olarak tanımladı. Diğer fikir ayrılıkları bir yana, Claude Saint-Simon ya da August Comte'la Marx arasında bu konuda hiçbir ayrılık yoktur.

Bir defa nihai amaç açıklandıktan sonra, pratik girişimlere atfedilen tek anlam insanı doğaya karşı kesin zaferinden hâlâ ayırmakta olan mesafenin kısaltılması oldu. Tüm diğer kriterlerin saygınlığı ba- şarılı bir şekilde reddedilebildi ve yavaşça fakat acımasızca bir hiçe dönüştürüldü. Adım adım reddedilen değer yargılan arasında belirgin şekilde göze çarpanlar acıma, merhamet ve sorumluluk ilkeleriydi. Azimli olamayacak kadar güçsüz kurbanlara acımak, değişimin hızını kesenlere merhamet duymak ve ilerlemeyi durduran ya da yavaşlatan bir şey ahlaki olamazdı.
.....
James Watt 1785'te, mucitlerin fikirlerinin vücut bulması için ihtiyaç duyulan fiziki gayrete sahip olan diğer insanların "sadece mekanik güçleri harekete geçiren öncüler olarak görülmesi" gerektiğini savundu: "... Onların akıllarını kullanmalarına hemen hemen hiç gerek yok".
.....
Blackwood's Magazine "işverenin işçi üzerindeki nüfuzu ahlaki gelişim doğrultusunda atılmış bir adımdır" diye yazarken, Edinburgh Review devam eden kültürel cihada sert bir tavırla işaret ediyordu:

Yeni iyilik girişimleri [hayırseverlik] ruhu içinde tasarlanmıyor. Bu mülk sahiplerinin yoksulluğu değil de -bu da pek arzulanır gözükmüyor- ahlaksızlığın, yoksulluğun ve fiziki düşkünlüğün daha aşağılık biçimlerini ortadan kaldırmak için... talihsizlerin babacan koruyucuları olarak yerlerini tekrar aldıkları... yeni bir ahlaki düzenin başlangıcı olarak yüceltiliyor.
.....
Çalışma etiği kapsamlı ahlaki/eğitici gündemin önemli konularından biriydi ve bu etiğin düşünce ve aksiyon işçileri için saptadığı vazifeler, daha sonradan, modern hareketi övenlerin "uygarlaşma süreci" olarak adlandıracakları şeyin merkezini oluşturuyordu.
.....
Onların eğilimlerine güvenilemezdi; istedikleri gibi davranmakta serbest kaldıklarında, kendi arzu ve hevesleriyle başbaşa bırakıldıklarında çaba sarfetmektense açlıktan ölürler, kendilerini geliştirmekle uğraşmaktansa pislik içinde yaşarlar, bir anlık, geçici bir eğlenceyi daha uzak fakat kalıcı bir mutluluğa yeğ tutarlar, sonuçta iş yapmak yerine hiçbir şey yapmamayı tercih ederlerdi.
.....
Herhangi bir nedenle koşulların değişimine ayak uyduramamış, iki yakasını bir araya getiremeyen ve yeni şartlar altında varlığını bile devam ettiremeyenlerin geçimini sağlama zorunluluğu. Elbette herkes fabrikada çalışmanın çarkları altına itilemezdi; sanayi istihdamının sert talepleriyle başa çıkabileceklerini kimsenin düşünemeyeceği sakatlar, hastalar, güçsüzler ve yaşlılar vardı. Brian Inglis zamanın ruh halini tasvir ediyor: Yoksulların, durumlarından suçlu olsalar da olmasalar da, gözden çıkarılabilir olduğu iddiası güçlendi. Toplum için risk taşımadan onlardan basitçe kurtulma yolları olsaydı Ricardo ve Malthus kesinlikle bunu tavsiye ederlerdi ve hükümetler de, herhangi bir vergi artışına yol açmayacağını temin ederek özel ilgilerini yine kesinlikle buna yöneltirlerdi.

Fakat "onlardan basitçe kurtulma"ya dair bir yöntem mevcut değildi ve bunun yokluğunda, daha az mükemmel olan bir başka çözüm bulunması gerekti. Çalışma hükmü -her koşulda her işte- birinin yaşama hakkını elde edebilmesinin tek uygun ve ahlaki açıdan kabul edilebilir çaresi olacak bu tür bir çözümü bulana kadar epeyce yol aldı. "İyilikte ikinci" bu stratejiyi Thomas Carlyle'ın 1837 tarihli, Chartism üzerine denemesindeki kadar pervasız ve samimi bir dille kimse anlatmamıştı: Eğer yoksullar sefil bir duruma düşürülürse büyük ölçüde azalacaklardır. Tüm fare avcıları şu sırrı bilir: Tahıl ambarının deliklerini tıkayın, devamlı miyavlamalar, panik ve patlayan tuzaklarla başlarına bela olun, "suçlanabilir emekçileriniz ortadan kaybolacaklar ve binayı terk edeceklerdir. Aksi takdirde caiz olan, daha kısa, belki de daha az sorun çıkaran metod arseniktir.
.....
Yoksulların "büyük ölçüde" azalmasını sağlayan girişimlerde çalışma etiğinin katkısı gerçekten paha biçilmezdi. Bu etik, işgücü ücretleriyle desteklenen her çeşit hayatın, ne kadar sefil olursa olsun, ahlaki yücelik taşıdığını zorla kabul ettirdi. Böyle bir ahlaki ölçütle yola çıkan, iyi dileklerde bulunan reformcular toplumun yoksullarına sunabileceği "çalışarak kazanılmamış" tüm yardımların "daha az münasip olduğu" ilkesini ileri sürebildiler ve bu ilkeye daha uygar bir toplum yolunda atılan büyük bir ahlaki adım gözüyle baktılar. "Daha az münasip olma", ücretler yerine sadakalara bel bağlayan insanlara sağlanan koşulların, onların hayatını, işgüçlerini kiralayan emekçiler arasında en sefil, en berbat durumda olanlarınkinden daha az cazibeli olması demekti. Umuluyordu ki, çalışmayan fakirin hayatı daha da sefilleştikçe ve yoksulluğa daha da battıkça, işgüçlerini en sefil ücretler karşılığında satan, çalışan fakirlerin talihleri ona daha çekici ya da en azından daha katlanılır gelsin; ve böylece çalışma etiği davasına destek olunabilir ve zafer daha da yaklaşabilirdi.

Bu ve benzeri düşünceler 1820 ve 1830'ların "Yoksulluk Yasası" reformcularının kafasında iyi yer etmiş olmalı ki, nüfusun yoksul kısmına (Jeremy Bentham'ın nüfusun "döküntü" ya da "süprüntü"sü demeyi tercih ettiği kısım) ayrılabilecek tüm yardımın düşkünlerevinin içerisi ile sınırlandırılması karan uzun ve sert tartışmaların sonunda hemen hemen oybirliğiyle alındı. Bu karar çalışma etiği yaygınlaştıkça bir çok avantaj içerdi.

En başta, düzenli çalışma rahatsızlıklarından sakınmak için kılık değiştirerek "gerçek yoksul" gibi göründüklerinden şüphelenilenleri gerçek yoksullardan ayırdı. Eğer içerideki koşullar yeterince dehşet verici duruma sokulabilirse düşkünlerevine kapatılmayı sadece "gerçek yoksullar" tercih edebilirdi. Böylelerine yapılan yardımın kısıtlanması, "para varlığı soruşturmasını"nı gereksiz kılan ya da yoksu- lun kendisine uygulamasını sağlayan düşkünlerevinin kasvetli ve bakımsız ortamında mümkün kılınabilirdi: Düşkünlerevine kapatılmaya razı olan kimsenin gerçekten de hayatta kalmak için başka çaresi kalmamış olmalıydı.

İkinci olarak, dış yardımın yürürlükten kaldırılması, yoksulları, çalışma etiğinin taleplerinin "kendilerine göre olmadığına", düzenli çalışmanın talepleriyle başa çıkamayacaklarına ya da fabrikada çalışmanın acımasız ve çoğu zaman iğrenç zorunluluklarının alternatifinden daha kötü bir seçenek olduğuna karar vermeden önce bir kez daha düşünmeye itti; en düşük ücretler ve fabrikadaki en yorucu ve usandırıcı angaryalar bile, bununla karşılaştırıldığında daha katlanılabilir, hatta hoş gelmeye başladı.
.....
çalışma etiği, an azından tarihinin erken dönemlerinde, seçeneğin kısıtlanmasını ya da tamamıyla ortadan kaldırılmasını seçti.
.....
Eğer erkek nüfusun büyük kısmının fabrika çalışmasının eğitici tesirine maruz kalması üretimin ve toplumsal düzenin korunmasının temel metoduysa, çalışan ('ekmek getiren') erkeğin mutlak, karşı çıkılamaz hükümdar olduğu, güçlü ve sağlam patriarkal aile de onun zorunlu devamıydı; çalışma etiği vaizlerinin aynı zamanda ailevi erdemlerin ve aile reisinin sarsılmaz hak ve ödevlerinin savunucuları olmaları tesadüf değildir. Aile içinde, kocalar/babalar fabrikadaki ustabaşılarının ya da askerdeki başçavuşların uyguladıkları denetim/disiplin rolünün aynısını kadınlara ve çocuklara uygulamaya teşvik ediliyorlardı. Disipline edici modern güç, Foucault'nun ısrarla ileri sürdüğü gibi, kalbin pompaladığı kanı canlı organizmanın en uç doku ve hücrelerine kadar taşıyan kılcal damarlar örneğine uygun dağıtılılıyordu. Kocanın/babanın aile içi otoritesi emir-üreten ve emir-taşıyan ağların yaptığı baskıyı, panoptikal kurumların başka bir şekilde ulaşamayacağı nüfusun diğer kısmına dağıtıyordu.
.....
Çalışma etiği esasen Avrupa'nın icadıymış gibi görünüyor; Amerikan toplum tarihçilerinin çoğu Amerikan endüstrisinin çarklarını çalışma etiğinden çok girişimcilik ruhunun ve yükselme arzusunun döndürdüğünü kabul ediyor. Çalışma, kendini adamış çalışma, ebediyen kendini adamış çalışma hem göçmenler hem de yerli Amerikalılar tarafından neredeyse en baştan beri kendi içinde bir değer, bir yaşam tarzı olmaktan daha çok bir vasıta gibi görülüyordu: Daha zengin ve böylece daha bağımsız olmak için bir araç; başkaları için çalışmanın iğrenç zorunluluğundan kurtulmanın aracı. Kötü fabrikalardaki kölelik benzeri çalışma bile, çalışmanın insanı soylulaştırdığı şeklindeki herhangi bir aldatmacaya kapılmaksızın, gelecekteki özgürlük için sakince kabulleniliyor ve katlanılıyordu. Çalışmanın sevilmesine ya da ahlaki faziletin bir belirtisi olduğuna inanılmasına gerek duyulmuyordu; en iğrenç koşullara bile katlanmak, asla uzak olmayan özgürlüğün mutluluğu için ödenen geçici bir bedel olarak görüldüğü sürece, disiplinin yıkılması riskini taşımadan uluorta yerilebiliyordu.

Michael Rose'a göre çalışma etiğine aldırmayıp onu bir kenara itme eğilimi, Amerika'da ve yirminci yüzyılın başında yeni bir ivme kazandı; o dönemde yaygınlık kazanan başlıca idari yenilikler, "çalışma çabasına yönelik ahlaki sadakati yıkacak şekilde uygulanıyordu. Ama bu niteliklerini, muhtemelen, bu tür sadakatin genel olarak güvenilemez olmasından aldılar"; ya da zenginlerin ve zenginliğin ülkesinin gözü doymaz ortamında böyle gözüktüğünden böyle oldular. Bu genel eğilim Frederick Winslow Taylor'ın öncüsü olduğu bilimsel işletmecilik hareketinde doruğa erişti:

Çalışma etiğine başvuru Taylor'un işletme teknikleri öneri listesinde hemen hemen hiç yer almadı. Olumlu çalışma sadakati esasen parasal teşviklerle dikkatli biçimde idare ediliyordu. Taylor'ın örnek emekçisi yerli Amerikalı değil, Hollandalı bir göçmen, bir Schmidt'di. Schmidt'de Taylor'ı büyüleyen şey, etkili ve maharetli çalışmanın Schmidt'de uyandırdığı ahlaki sorumluluk duygusu kesinlikle değildi ama bir dolar banknotu karşısında gösterdiği coşkulu tepki ve onu elde etmek uğruna Taylor'ın her söylediğini yapma isteğiydi.
.....
Amerika'da ve başka yerlerde "çalışmayı maddi olarak teşvik edici" başka araçlar bulundu: Fabrika disiplinine sessiz itaate ve böylece işçinin özgürlüğünden vazgeçmesine ödüller verildi. Sopa tehdidiyle destekli ya da desteksiz sıkıcı vaazlarla elde edilen şeye, ödülün baştan çıkarıcı gücü sayesinde daha sıkı olarak ulaşılmaya çalışılıyordu. Çalışma çabasının, ahlaki açıdan üstün bir hayata giden yol olduğunu iddia etmek yerine artık bunun daha fazla para kazanmak için bir vasıta olduğu şeklinde reklam yapılıyordu. "Daha iyi" ye boşverin, geçerli olan-tek şey "daha fazla"dır!
.....
Çalışmanın ahlaki açıdan yüceltici kapasitesine başvurma, süreç içinde, değerini yitirdi. Üreticilerin toplumsal statü ve prestijlerini belirleyen şey artık çalışmaya duyulan istekli sadakat gibi gerçek ya da sözde erdemler veya kayıtsız tutum gibi günahlar değil, ücret farklılıklarıydı.
.....
Başlangıçtaki çalışma etiğinin iktisadi araçlarla ve yeri geldiğinde fiziki zorlamanın desteğiyle boşuna oluşturmaya çalıştığı davranış biçimini meydana çıkardı. Modern üreticilerin bilinçlerine ve hareketlerine, insani itibar ve onuru parasal ödüllerle ölçme eğilimini "kapitalizmin ruhu"ndan daha kalıcı biçimde yerleştirdi. İnsanın özgürlüğe olan şiddetli isteğini ve güdüsünü sağlam ve kalıcı biçimde tüketim alanına yöneltti. Bu sonuçlar üretim toplumundan tüketim toplumuna doğru giden modern toplumun sonraki tarihini geniş ölçüde belirledi.

Bu ikinci yol modern toplumun her alanında, aynı ölçüde ya da aynı sonuçlarla izlenmedi. Her ne kadar çalışma etiğine itaati sağlamak için modern dünyanın her yerinde baskı ve teşvik karışımı kullanıldıysa da bu karışımın malzemeleri farklı oranlardaydı. En önemlisi, modern toplumun komünist versiyonunda üreticinin içindeki gizli tüketiciye yapılan çağrılar kararsız ve isteksizdi, inandırıcı olmaktan uzaktı. Bu sebepten dolayı, modernitenin iki versiyonu arasındaki kopukluk zaman içinde derinleşti ve Batı'daki yaşam tarzını tamamıyla değiştiren tüketiciliğin yükselişi komünist rejimi dehşete düşürdü, onu tamamen hazırlıksız, geride kalmış ve hatta yenilmiş olduğunu kabul edip havlu atmış bir durumda yakaladı.

Çalışmanın Anlamı: Çalışma Etiği Üretmek Zygmunt Bauman

6 Ekim 2011 Perşembe

Masasının Başında Beş Gün Ölü Olarak Kalan İşçi








New York Times’dan / Bir yayınevi şirketinin patronları masasının başında ölen çalışanın, birisi ona iyi olup olmadığını sormadan önce, 5 gün boyunca neden kimsenin dikkatini çekmediğini anlamaya çalışıyor. Goerge Turklebaum 30 yıldır düzeltmen olarak çalıştığı bir New York firmasında 23 kişi ile paylaştığı açık ofiste kalp krizi geçirdi.


Pazartesi günü sessizce ölen adamı, Cumartesi sabahı bir temizlikçi neden haftasonu çalıştığını sorana kadar kimse farketmedi.

Patronu, Elliot Wachiaski şöyle dedi: “George her sabah ofise en önce gelir ve akşam en geç çıkardı. Bu yüzden kimse hep aynı pozisyonda durup hiçbir şey söylemiyor olmasını garipsememiş. Her zaman işine yoğunlaşmış olurdu ve içine kapanıktı.”

Yapılan otopsi, tıkanan damarı sebebi ile geçirdiği kalp krizi sonrası beş gündür ölü olduğunu ortaya koydu. George öldüğünde tıp ders kitaplarnın düzeltmenliğini yapıyordu.

Altınızda çalışanları arada bir dürtmek iyi olabilir. Kıssadan hisse:
Çok çalışmayın. Nasıl olsa kimse farketmiyor.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Tıkanma


"İnsanlar dünyanın düzenli ve güvenli bir yer olması için yıllarca çalıştılar. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı. Dinazorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.

Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.

Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.

Her şey berbat bir hal almadığı sürece, yoluna da girmeyecek.

Bürokrasimiz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi.

Kölelerden oluşan bir jenerasyon yetiştiriyoruz.

Çocuklarımıza çaresiz olmayı öğretiyoruz.

Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu."

Tıkanma - Chuck Palahniuk

Göğü Delen Adam


"Papalagi,yuvarlak metali ve ağır kağıdı sever. Katledilmiş meyvelerin suyunu, domuz,sığır gibi hayvanların etini midesine indirmeyi sever. Ama, hepsinden çok sevdiği bir şey vardır ki, bunu elle tutmak mümkün değil: Zaman! Bu yüzden dünyanın patırtısını kopartır, saçma sapan konuşur durur. Güneşin doğuşuyla batışı arasında kullanmadığı hiçbir zaman kalmasa yinede yetmez Papalagi’ye. Zaman, Papalagi’yi memnun edemez bir türlü. Büyük Ruh’a yakınır da yakınır, daha fazlasını vermedi diye.Evet, böyle işte; her yeni günü belli bir plana göre bölüp
parçalayarak Büyük Ruh’a ve onun hikmetine etmediği hakareti bırakmaz.

Çalı bıçağıyla yumuşak bir hindisdan cevizini boydan boya keser gibi böler günü. Her bir bölümün ayrı adı vardir.Saniye, dakika, saat. Avrupa’da zamanı olan çok azdır. Belki de hiç yoktur. Bu yüzden herkes yaşamın içine fırlatılmiş birer taş gibi koşuşturur. Hemen hepsi yürürken yere bakar ve daha hızlı ilerleyebilmek için kollarını ileri savurur. Eğer durduracak olursan isteksizce, ’Niye beni rahatsız
ediyorsun?’ derler. ’Kaybedecek zamanım yok, sen de kendi zamanını değerlendirmeye bak.’ Sanki hızlı yürüyen insan daha değerli, yavaş yürüyenden daha yürekliymiş gibi davranırlar."

Göğü Delen Adam: Papalagi – Tuiavii

14 Nisan 2011 Perşembe

Yerli Dizi Yersin Uzun

Her akşam 20:00'de özetleriyle başlayıp 22:00 gibi yeni bölümü ile devam eden ve haftanın beş gününü birden üçer beşer kanalda birden doldurabilen diziler nasıl üretiliyor? Bir uzun metrajlı film uzunluğuna ve prodüksiyonuna sahip bu dizilerin yapımı 6 ay-1 sene aralığında süren uzun metrajlı filmlerin aksine 1'er haftalık sürelerde bitmek zorunda. Set işçileri zaten çok zor şartlarda çalışırken bu saçma sapan tempo artık oyuncuları da pes etme noktasına getirdi ve bu sorun elbet onların pes dediği noktayla birlikte ancak gündeme taşınabildi. İşte Anadolu Ajansından bir gazete haberi:

""İzmir Çetesi" dizisinin oyuncuları Mustafa Üstündağ, İsmail Oral, ses teknisyenleri Görkem Barçın ve Özkan Coşkun ile kuaför Özgün Doğan Yalçın, Gündoğdu Meydanı’nda "Jetonla çalışmıyoruz, biz de insanız", "Bu iş yerinde grev var", "Yerli diziler yersiz uzun", "Sendika istiyoruz" yazılı dövizleri açtı.

Sinemaseverlerin, daha önce canlandırdığı "Muro" karakteri ile tanıdığı oyuncu Mustafa Üstündağ, gazetecilere yaptığı açıklamada, TV kanalı ve yapımcı firmayla sorunları olmadığını, Türkiye’de çekilen tüm dizilerin ekiplerinin aynı sorunu yaşadığını anlattı.

Üstündağ, çalışma saatlerinin insani koşullara göre düzenlenmesini, devletin kendilerine sahip çıkmasını istediklerini ifade ederek şöyle konuştu: "Dün gece başlayan çekimler saat 07.30’da bitti. Saat 14.30’da yeniden sete döneceğiz. Ve sabaha kadar çalışacağız. Çünkü bölümün cumartesi gününe kadar yetişmesi gerekiyor. Burada herkes yoğun çalışmak zorunda kalıyor. Dünyanın hiçbir yerinde 20 saatlik mesai yoktur. Sendika hakkımız yok. Odamız, meslek birliğimiz, iş güvenliğimiz yok. Ayağım burkulsa ve çekimlere katılamasam, üzerimde 250-300 bin dolarlık sözleşme var. Böyle bir sorumluluğum var. Modern köleyiz biz. İşten çıkınca eve gittiğimde uyumak değil, bir çay demleyip eşimle içmek itiyorum. Çalışma şartlarımızın güvence altına alınmasını istiyoruz."

Ses teknisyeni Görkem Barçın da çalışma saatlerinin fazlalığından şikayetçi olduklarını belirterek, "İnsani bir şekilde çalışmıyoruz. Dizilerin 60 dakikaya düşmesini istiyoruz" dedi.

Ses kayıt ekibinden Özkan Coşkun ise dizinin yayınlandığı kanal ve yapımcı ile bir sorunları olmadığını, devletin kendilerine sahip çıkıp haklarını korumasını istediğini bildirdi.

Yağışa rağmen meydanda 2 saatten fazla kalan dizi çalışanları basın açıklamasının ardından dağıldı."

18 Mart 2011 Cuma

ÇALIŞmak lanettir!

İnternet sansür politikalarının mağduru blogspot tünellere, proxylere sıkışmış durumda ancak uzun süredir yeni yazı yayımlayamadığımız "azçalış" bu karartma günlerinde de olsa yeni bir yazıyı gündeme almak niyetinde. üç aylık bir geçmişi olan Radikal Politika Dergisi Qijikareş'in son sayısında çıkan bu yazı çalışma kültü üstüne dair söylenenlere yeni bir soluk getiriyor, buyrunuz:

"...Örtülü bir emir formu olan ÇALIŞ!, ailede, sözde en masum haliyle, ders ÇALIŞ!tır. Ders (müderris-öğretmen, medrese-okul, tedrisat) ifadesi biinci iyilikle şekillendirirken, ÇALIŞ! Emir formu, tüm hyatı sizden bağımsız olarak, bilinçdışınızda, sistemi var eder. İktidar nasıl ki hiç dokunulmayan en çocuksu öznel bilinçse, ÇALIŞ! Da toplumsallığın en yüce merhalesi olan devletin en dokunulmaz olan nesnel söylemi ve varlığıdır. Öyle ki, özne-nesne ilişkisi, dil denen lanetin en masum dizgesi olan gramerdir. Sizi, işe ders ÇALIŞ!tırmakla başlatıp, tüm hayatınız boyunca en saçma işlerde çalıştırarak kölelik değerleri ürettirir. En radikal fikirler bağlamında başka bir dünya mümkündür gailesinde bir laf ederseniz, mümkünse, bunu işsizken yapın. Çünkü ilk karşılaşacağınız soru, “Hayatını nasıl idame ediyorsun?” olur. Bu soru hayatınızdaki her şeyi anlamsızlıkta hiçleştiren bir sorudur. Çünkü pratik (eylem) denen lanet, hiç de pratik ya da pratikçe değildir. Dil denen mantık silsilesi, sizi her şeyiyle mahkum eder. Size loklamı veren dil ile boğazınızda bıraktırır. Açken ya da yemek yerken asla çalışma üzerine konuşmayın. Çünkü sizi aç bırakan şeyi çalışmanın kendisidir....

Alın terinin akmadığı hiçbir iş, doğal değildir ve gerçeklikte emek de değildir. Emek, kendi ihtiyacından az ya da çoksa, değersizdir ve kölelik üretir. İhtiyaç ise, doğallığımızın en güzel ve en estetik hali olan çıplak bir midenin gereksiniminden başka birşey değildir. ondan ötesi, artı değerin yeniden dolaşımıdır. Artı değerin arttığı her oranda değersizleşen biziz. Dolayısıla kendi bahçesinde kendi ihtiyaçlarından fazlasını üreten herkes, kapitalizmin kuludur, kölesidir ve ondan en büyük sermayedardan daha fazla mesuldür. İhtiyaç ne midir? Karnınızda taşıdığınız bok çuvalından başka birşey değildir! ihtiyaç midenizdir. Kapitalizmin imgesinin obezden farklı birşey olmamasının nedeni budur. Her göbeği olan kapitalisttir. Bu sporla ya da zayıflama haplarıyla atlatılabilecek birşey değildir; bu, aç olanın doyurulmasıyla atlatılabilir. Ha bir neşter yemişsin midene, ha bir bıçak, eğer kusuyorsan, bir Romalı gibi açlıktan nefesin kokmuyorsa, kapitalistsin.

Patronun çocuğunu özel okullarda asgari ücretle çalışan yeni mezunların sömürülmesini iplemeden okuturken, kendisi rezidans denen modern ranzalarda yaşarken; sen asgari ücret köleliğinin var olması için uykundan, çocuklarına ayıracağın vakitten feragat ederek, kendii sorgulamadan erkenden oraya koştuğun için o, özel aracında, elinde kahvesi, kulağında telefonuyla aheste trafiğe uyum sağlarken sen, senin gibi binlerce köle ile metrobüsle ondan önce işe varmak için uyuklayarak için geçmiş, elini otobüsün bir tarafında tutturmakla kapitalizmin var olması için kanını akıtan kepazesin. O yüzden, kepazeliğin senin kadar bana da bulaşıyor. Bunu reddedemediğin rezilliğinde beni de köleleştirmeye çalışan aşağılık kölesin. İşçi bozuntusu sıl kapitalist, SENSİN! Senin yaptığın her iş lanettir...

Herhangi bir üniforma ile masa başında oturup onun bunun dedikodusunu yapan, aynı şekilde onun bunun hakkında dosyalar tasnifleyen, bir de eliyle belindeki silahı sürekli yoklayan, buna da çalışıyorum diyenin en işi ne de emeği kutsaldır. Aksine, lanettir.

Sonnot 1: Çalıştığımız işyerinin, yaşadığımz evlerin, alışveiş yaptığımız ve gittiğimiz mekanların ve yaşamımızı sürdürdüğümüz tüm alanların insanlarının şahsiyetlerinden kendimizin varlığı kadar sorumluyuz. Zor koşullarda kazandığımız kazancı kişilksiz, mesnetsiz, aşağılık kimselere heba ettirmemeliyiz. Mümkün olabildiği kadar, emeğimizi ucuza satmamalıyız. Daha az çalışıp daha çok kndimiz olmalıyız. Herşey çok zor, zaten bunun bilincindeyiz. İnandığımız ya da düşündüğümüz değerleri kendi hayatımıza yansıtmalıyız. O zaman gerçekten birçok şeyi değiştirebiliriz. Ben kendi şahsıma çok uzun seyahatler ve araştırmalar sonucunda kendi karakterime uygun bir çözüm bulabildim. Samimiyetle eyleme geçecek herkesle çözümler konusunda fikirlerimi memnuniyetle paylaşacağım ve elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağım.

Sonnot 2: Tüm hayatını ünde 2 saat çalışarak ve sadece bir tepsi Şam tatlısı satan Hasan emminin hayt felsefesine sadık kalarak, dünyanın en doğal, en şifalı ve maliyeti gayet yüksek olan tatlısını sokaklarda satacağım. Günlük ihtiyacım olan çok düşük masraflarımı oradan kazanacağım. Tepsinin yarısını da çocuklara, kadınlara ve yoksullara dağıtacağım. Lanet iş yapan hiç kimseye el emeğim olan tatlıyı satmayacağım. Ali ustama verdiğim söz üstüne, işin sırrını açıklamayacağım."

Birahime Qijik, Çalışmamanın Erdemi Üzerine, Radikal Politika Dergisi Qijikareş, sayı 3.

2 Kasım 2010 Salı

Çalışma Etiği Denen Şey

Aşağıdaki yazı Sait Çetinoğlu'nun "Çalışma Etiği yada Alçaklığın Evrensel Tarihinin Bir Klasiği – Arbeit Macht Frei" başlıklı çalışmasından alıntıdır ve http://ecotopianetwork.wordpress.com/category/ezilenler/, http://bizdnyannyerlileri.blogspot.com/2009/02/calsma-etigi-ya-da-alcaklgn-evrensel.html, http://www.peyamaazadi.org/modules.php?name=News&file=print&sid=2174 linklerinde de yayınlanmıştır. Burada bir kez daha yayınlanmasındaki kaygı, yazının bu naçizane abak içerisinde de ayrı okuma olanakları kazanabileceğine dair umuttan kaynaklıdır.

İnsanların ahlak kurallarından bahsettiğini her duyduğunuzda emin olabilirsiniz ki, bir yerlerdeki birileri diğerlerinin davranış biçiminden hoşnut değildir ve farklı biçimde davranmış olmalarını istemektedir. Bu öğüt hemen hemen hiçbir zaman çalışma etiğinde olduğundan daha anlaşılır olmamıştır[1]

Çalışma etiği nedir?

Çalışma etiği, çalışanlar ya da bu emeği harcayanlar tarafından çalışmaya, kendi başına bir olgu olarak değer verilmesini, toplumsal baskılar ve teşvik primleriyle, işverenlerin çalışanlardan azami çıktıyı elde etmek amacıyla geliştirdikleri ve başka araçların sağlayabileceğinden daha fazla çaba harcamasının özendirilmesini anlatan bir kavramdır. Bu kavram Batı Avrupa kültürünün eşsiz ürünlerinden biridir.[2]

Çalışma etiği, kısaca iki açık önermeden ve iki dolaylı varsayımdan oluşan bir emirdir. Birinci açık önerme, kişinin canlı kalmak ve mutlu olmak için başkalarının değerli bulduğu ve karşılığını ödemeye değer gördüğü bir şeyi yapması gerektiğidir, karşılıksız hiçbir şey yoktur, her zaman almak için önce vermemiz gerekir – karşılıksız verme armağan, potlaç artık unutulmuştur-. İkinci açık önerme, kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin ve böylece daha fazla yerine daha aza razı olmasının yanlış, aptalca ve ahlaki açıdan zararlı olduğudur, kişinin tatmin olduğunda kendini aşırı derecede yormayı ve germeyi bırakmasının değersiz ve mantıksız olduğudur, daha fazla çalışmak için güç toplamak şartıyla değilse, dinlenmenin yakışık almayan bir davranış olduğudur. Bir diğer deyişle çalışmak, başlı başına bir değer, asil ve asalet verici bir faaliyettir- ancak ne hikmetse aristokrasi çalışmayı hala aşağılamaktadır, vahabi mezhebi mensuplarının da çalışmayı aşağılık bir eylem olarak gördüklerini de ekleyelim-.Hemen ardından emir gelir, Sahip olmadığın veya ihtiyacın olduğunu düşünmediğin, neler getireceğini görmesen bile çalışmaya devam etmelisin. Çalışmak iyidir çalışmamak kötüdür. Bu önermelerin ve bu emrin bu kadar açık olmasını sağlayan dolaylı varsayım ise, çoğu insanın çalışma yeteneğini satmak zorunda olduğu ve gerçekte hayatlarını bu yeteneği satarak ve karşılığında hak ettiklerini alarak kazandıklarıdır-başka bir seçeneği yok, hayatta kalması karşılığında çalışma zorunluluğu-, onların sahip oldukları şey geçmiş çalışmaları ve çalışmaya devam etme hevesleri karşılığında aldıkları ödüldür. Çalışmak tüm insanların normal durumudur, çalışmamak anormaldir. Diğer dolaylı varsayım ise, sadece böyle bir emeğin, maaşa ya da ücrete layık olan, satılan ve satın alınması muhtemel olan bu emeğin başkaları tarafından kabul gördüğü, çalışma etiğinin takdir ettiği ahlaki değere sahip olduğudur.[3]

Çalışma etiği üretim araçlarının sahibi olan sınıfların, mülksüz sınıflara boyun eğdirebilmesi için empoze ettiği bir vaazdır ki, bu vaaz sayesinde mülksüz sınıflar seferber edilerek fabrikalara doldurulmuş, saat ve makine tarafından ayarlanan yaşam ritmine uygun uslu uslu ve direnme göstermeden itaat etmesini sağlamıştır. “Boş duranı Allah sevmez”, “Allah tembel kulunu sevmez”, “Çalışmak fazilettir”, “İşleyen demir pas tutmaz” özdeyişleri hep çalışmayı kutsamaya ve yüceltmeye yönelik ifadelerdir. Çalışma etiği mülksüz sınıflara, üretim araçlarını mülkiyetinde bulunduran sınıflarca dinsel ve ahlaki yükümlülük olarak içselleştirilmiştir.
Ancak bu özdeyişler çalışmanın semeresinin kime gittiğinin açıklamazlar, çalışma üretime yönelik olduğuna göre, çalışmanın türü üretimin kime gittiğine göre belirlenir. Eğer ürün çalışana gidiyorsa, çalışma dönüşümlüdür. Buna karşılık eğer ürün çalışandan başkasına gidiyorsa, çalışma dönüşümsüzdür[4]. Çalışmanın yüceltilmesine yönelik bütün bu özdeyişler çalışmanın dönüşümsüzlüğünü ve sömürüyü gizlemeye yöneliktir.

Çalışma etiğinin işlevi

Okumuş adamın bilgeliği boş zaman fırsatıyla gelir, ve işi az olandır ki, bilge olacaktır. Pulluk süren ve üvendireyle mutlu olan ve öküzleri yeden ve onların işleriyle uğraşan ve konuştuğu onların tosunları üzerine olan Nasıl bilgelik sahibi olabilir ki?**

Çalışma etiğinin, kamusal tartışmaya konu olduğundan beri mücadele etmeye ve yok etmeye çalıştığı hastalıklı ve iğrenç alışkanlığın kökü, kişinin ihtiyaçlarının verili olduğunu kabul etme ve bunları tatminden fazlasının arzulanmaması şeklinde geleneksel insani eğilimdir. Artık aylaklığa prim verilmeyecektir. Kapitalizm yeni bir önerme vazetmiştir: Kişinin ihtiyaçları sonsuzdur, bu ihtiyaçlarını tatmin için de biteviye çalışmalıdır. Prekapitalist dönemin uygarlıklarında [ çalışanlar] işçiler her zamanki ihtiyaçları bir kez karşılandıktan sonra çalışmaya devam etmekte ya da daha fazla para kazanmakta mantık veya anlam görmüyorlardı; niçin görsünler ki? İnsanın sabahtan akşama kadar para peşinde koştuğunda gözden kaçırabileceği ya da ihmal edebileceği ilginç ve tatminkar bir yığın şey vardı[5]. Kökü kazınmak istenen iğrenç alışkanlık, fabrika istihdamının sözüm ona nimetlerinden mümkünse sakınmaya ve ustabaşı, saat ve makine tarafından ayarlanan yaşam ritmine uslu uslu itaate direnmeye yönelik yaygın eğilimdir. Ancak kapitalizm çalışma etiği sayesindedir ki, mülksüz sınıfları daha mutlu yarınlar havucu ile seferber ederek fabrika cehenneminin koşullarını kabul ettirebilmiştir. Onları ergenlikten emekliliğe kadar geçen yirmi dört saatlik döngüler içinde değişmeyen hızın, vakit nakittirin, şeflere itaatin, sıkıntının, yorgunluğun tek düzelikleriyle birbirini takip eden hafta içi cehennemi ve hafta sonunun zavallı cennetinin arasına sıkıştırması çalışma etiği sayesinde gerçekleştirilmiştir.

Çalışma kelimesinin etimolojik kökenine baktığımızda da çalışmanın, işin çok matah bir şey olmadığını anlıyoruz; Çünkü kelimenin anlamı, işkence. Fransızca travailler (çalışmak) kelimesi işkence anlamından yola çıkarak xvı. Yüzyılda eski Fransızca iki kelimenin yerine geçmiştir, bunlardan biri labourer (daha çok toprak işlemek) diğeri de ourver (daha çok iş yapmak, giderek kadın işlerini kapsar hale gelecektir). Fransızcadaki travailler (çalışmak) kelimesinin kökeni, Latince tripaliare, üç çatallı (palium) tripalium ile işkence yapmaktan gelmektedir.Tripalium bir işkence aletidir.latince labor (emek) sözcüğü ‘acı çekme’ anlamına gelir. Çalışma kelimesi, xvıı. Yüzyılda, hemde iyi yazarlar tarafından hala zahmet anlamında kullanılmaktadır****.‘Travailler ’ ve ‘labour’ sözcüklerinin bu kökenini unutmamız[6] çalışma etiğini özümsemeden mümkün olmayacaktı. Çalışma hakkının köle olma hakkı anlamına geldiğini unutmamız çalışma etiğinin özümlenmesi sayesindedir. “Türkçe ‘çalışma’ kelimesinin ‘çal’ kökünden geldiği iddia edilmiştir. Bu iddia doğruysa, kadim Türkler, ya kadim Yunanlılar ve Romalılar gibi ticareti, vb. bir çeşit çalıp çırpma olarak görüyor, yahut çalışmayı talana ve yağmaya çıkmak olarak anlıyorlardı”[7].

Çalışma etiğinin içselleştirilmesiyle, sefaletin bir cezası olarak Tanrı’nın “yaptırım”ları arasında olan çalışmaya, “gelecekteki kurtuluşu da belirlediği için böylesi bir cezaya”[8] Kapitalizm, bir nimet yüklemi de büründürülebilmiştir – Öteki dünyadaki havuç’un yeryüzündeki bir versiyonu olarak-.Çalışma etiğiyle, tarihsel bellek dumura uğratılarak tarih galipler tarafından yeniden yazılmıştır. “Çalışma yaşamın bir parçası değildir, olsa olsa yaşamın feda edilmesidir”[9]. Çalışma etiği sayesinde kapitalizm nöbeti çalışma diktatörlüğüne devredebilmiştir. Çalışma diktatörlüğünün misyonu, halkın büyük çoğunluğunu biyolojik olarak zayıflatmak, toplumu hadım etmek, alıklaştırmak ve böylece onları yalanın tarihinde asla görülmemiş en korkakça, en anlamdan yoksun, en içi geçmiş ideolojilerine açık hale getirmiştir. Çalışma saatlerinin uzunluğu burada anahtar konumundadır.

Kapitalizmde, acıma, merhamet ve sorumluluk gibi ilkelere yer yoktur. Yada daha kestirme bir değişle, kapitalizm amoraldir. Değişimin hızına ayak uyduramayanlara acımak merhamet duymak artık düşünülemezdir. Değişimin hızını kesen ilerlemeyi yavaşlatan, durduran şeyler artık ahlaki değildir. Bunlar yok edilmelidir. Bu düşünceyle aylaklık yasaklanarak, çalışamayacak durumda olanlar yok edilmek üzere düşkünler evine kapatıldılar, “eğer yoksullar sefil duruma düşürülürse büyük ölçüde azalacaklardır. Tüm fare avcıları şu sırrı bilir: Tahıl ambarının deliklerini tıkayın, devamlı miyavlamalar, panik ve patlayan tuzaklarla başlarına bela olun, suçlanabilir emekçiler’imiz ortadan kaybolacaklar ve binayı terk edeceklerdir.Aksi takdirde caiz olan, daha kısa, belki de daha az sorun çıkaran metod arseniktir… Gereken tek şey, yoksullar ve talihsizlerin sadece yok edilmesi gereken bir bela olduğunu farzederek onlara bir fareler gibi davranma kararlılığı”[10][dır]. Yoksullara düşkünler evinde ve hastanelerde, cezaevlerinde fareler gibi davranılması ve yok edilmeye çalışılmasıyla, düşkünler evinin koşullarının kötülüğü ve buradan yükselen feryatlar, yoksulları fabrika cehenneminin şartlarını kabule zorlayarak, onları fabrika çarkının uslu dişlilerine dönüştürdü. Bu konuda İngiltere’deki Yoksulluk Yasası eşsiz bir olanak sunmuştur.

Aylaklığa ve dilenciliğe (eskiden [pre-kapitalist dönemde] zenginin kapısını çalan bir dilenci tanrı tarafından gönderilmişti ki, İsa bu görünüşte ortaya çıkmış olabilirdi[11]) karşı sert tedbirler alınarak, “serserilik [aylaklık] sonunda bizatihi bir suç olarak kabul edilecektir. Tutuklanan serseri [aylak] cellat tarafından arabaya bağlanıp sopayla dövülmektedir; kafası kazınmakta veya demirle dağlanmaktadır, eğer israr ederse sorgusuz sualsiz asılacağı tehdidi savrulmaktadır, veya forsa yapılacaktır – bal gibi de yapılmaktadır-… İngiliz Parlamentosu 1547’de serserilerin eksiksiz [kolonilerde] köle yapılmalarına karar vermiştir [karar kölelerin mülkiyeti özel kişilere mi yoksa devlete mi ait olacağına karar verilemediğinden iki yıl ertelenmiştir]… Ve sonunda… Serseriler [aylaklar] her yerde kilit altına konulmuşlardır, İtalya’da alberghi dei poveri’de , İngiltere’de workhouses’da, Cenevre’de La Disipline’de [Calvinizm aylaklığa karşı acımasızdır, Calvin’in kendisi de Cenevre’ye gelir gelmez terziler loncasına kaydolmuştur] , Almanya’da Zuchthauser’de; Paris’te zorla tutuldukları evlerde: 1662’de fakirleri kapatmak için kurulan Grand-Hospital, Bastille, Vincennes Şatosu, Saint –Lazare, Bictre, Charenton, La madeleine, Saint-pelagie. Hastalık ve ölüm de yetkililerin yardımına gelmektedir… Cenova’da nisan 1710’da cesetlerin yığıldığı yardım kuruluşunu kapatmak gerekmiştir, hayatta kalanlar lazaret’ye getirilmiş karantinadan hiçbir hasta çıkamamıştır”.[12]Bu zorunlu kapatılma yerleri aylakları çalışmaya zorlayan en önemli etken olmuş, onları fabrikanın dişlileri haline getirmiştir.

Aziz Malthus’un şu sözleri de çalışma etiğinin acımasızlığının dolaysız ifadeleridir; “Yoksunluk ortamında doğan biri, ailesinden yaşaması için gerekli olanı elde edemiyorsa ve eğer toplum da onun çalışmasına ihtiyaç duymuyorsa, azıcık yiyecek talep etme hakkı yoktur; Zira o fazlalıktır. Doğanın büyük sofrasında onun için boş tabak yoktur. Ona sofrayı terk etmesini emreder ve emri kendisinin uygulamasını ister”.[13]

Yoksulların, ölüm ve çalışma ikilemi arasında özgürce çalışmayı tercih etmelerinden başka seçenekleri yoktur (çalışmazsan mahvolursun). Artık “burjuvazi, sözcüğün en geniş anlamıyla tüm yaşam araçlarının tekelini eline geçirmiş”[14], eski insani değerler unutturulmuş, kapitalist toplumda işçi sınıfının statüsü, ücretli kölelik konumuna denk düşürülmüştür. Bunun anlamı, bir bütün olarak işçi sınıfının her zaman kapitalist sınıfın kullanımına hazır olması demektir. Fakat, klasik kölelik’ ten farklı olarak, kapitalistler artık işçi sınıfının durumuyla ilgili hiç bir sorumluluk almazlar.[15]Engels, “işçi, ister yasal, isterse fiili olarak olsun varlıklı sınıfın kölesidir. Herhangi bir mal gibi alınıp satılır durumda olan bir köle. Fiyatı da bir malın fiyatı gibi yükselir veya düşer… Buna karşılık bu sistemde burjuvazi antik sistemdekine göre çok rahattır, zira, hiçbir sermaye yatırmadığı bu insanları istediğinde kovabilir, üstelik emeklerinden tatlı kar ederek”.[16] Engels devamla; “Burjuvazinin kendine sunduğu koşulları kabullenmekten; ya da aç kalmak, soğuktan donma, orman hayvanlarıyla birlikte çıplak yatmaktan başka hiçbir seçim hakkı olmayan proletarya… Burjuvazinin önerilerini kabul etmektense açlıktan ölecek kadar aptalsa, yerine başka biri kolaylıkla bulunabilir; yeryüzünde yeterince proleter vardır ve hepside ölmeyi yaşamaya tercih edecek kadar deli değillerdir. Burada, işçiler arasında rekabeti görüyoruz. Eğer tüm proleterler burjuvazi için çalışmaktansa aç kalmaya kararlı olduklarını belirtirlerse, burjuvazi tekelinden vazgeçmek zorunda kalır. Ama durum böyle değildir… ve bunun için de burjuvazi yaşamını hala sürdürmektedir”[17].

Çalışmaya tutsaklık yada Çalışma/Toplama kampında mıyız

Şeytan’ın bir yaramazlık yaptığıHala boş eli olmaklığından***

Çalışma etiği maskesi altında bir disiplin ve ödev etiği geliştirmek kolay olmuştur, gururu veya onuru, anlamı ya da amacı boş verin, kendinizi harcamakta bir mantık bulamasanız da niçin zorladığınıza bir anlam veremeseniz de tüm gücünüzle, her gün ve her saat çalışın! -çalışmalarının başkalarının aylakça dolaşmasına destek olsa bile- Bu ödev anlayışı sayesinde mülksüzler çalışıp durmanın kendi yükümlülükleri olduklarına inandılar, bu ödev anlayışı, iktidarı elinde bulunduranların, kişileri kendi çıkarları için değil de efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiğine inandırma aracıdır. Dini metinler de bu ödev anlayışını desteklemektedir.
Çalışma etiğinin içselleştirilmesiyle, “Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur. Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar, bu akıl sapıncına karşı çıkacak yerde, çalışmayı kutsallaştırmışlardır”[18]. Bu uzman ve ahlakçılar, büyüklerin günde 15 saat, çocukların günde 12 saat sağlıksız koşullarda çalışmalarını kutsayarak, “çalışma sayesinde büyüklerin kendilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söyle[mek]”[19]iki yüzlülüğünden de utanmamışlardır. “Tatil yapmak neyine yoksulların? Çalışmaları gerek” yargısı bu anlayışın ifadesidir.

Marx; “Zaman insan gelişiminin alanıdır. Boş zamanı olamayan kişi, tüm yaşamı uyku, yemek, ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler dışında kapitalist için çalışmakla geçen kişi yük hayvanından bile aşağıdır. Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinedir yalnızca… Gerçekten de, günümüzde özgürlük alanı, gereklilik ve dünyaya ilişkin kaygıların belirlediği çalışmanın son bulduğu yerde başlar”[20]

Çalışma etiğinin içselleştirilmesinde günahı bütünüyle iktisatçılara, dini otoritelere ahlakçılara yüklemek haksızlık olur, düzen içi mücadelenin aktörleri olarak sendikaları ve düzenin iç muhalifleri olarak da sendikacıları da bu vaaz korosuna eklemeliyiz. İşçilerin sendika ve toplu sözleşme hakkı elde edip ücretleri belirler hale gelmeleri “İşçi sınıfı için bir başarı sayılması gereken bu durum, çelişik olarak, kazanımları kayba dönüştürecekti. Bu, bir tür kazandıkça kaybetmek gibi bir şeydi, zira kazanımlara paralel olarak işçi sınıfı hareketi düzenle bütünleşti ve giderek burjuva düzeninin bir unsuru, bir bileşeni haline geldi. Sendika ve konfederasyonlar bürokratlaştı, işçi sınıfına yabancılaşıp, yozlaştılar. Kapitalizmi aşma perspektifinden uzaklaştılar”.[21] “Satın alma gücünün sağladığı sözde tatminle (yabancılaşmış emeğin sözde yeniden kendine dönmesi) insanların kendi kararlarını vermekten ve aktif politikadan alıkonulmasında, pasif tüketiciler haline dönüşmesinde, sendikaların meta toplumuna entegre olmasının payı büyüktür”[22]. Bir örnek olsun; Lafargue,”kapitalist toplumda çalışma, her çeşit düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir”[23]derken, düzenin bir iç muhalifi Devrimci İşçi Sendikaları Konferedasyonu Genel Başkanı Rıdvan Budak; “Bir insan düşünün, maddi refaha sahip. Çalışmadan yaşar durumdaki insan sonuçta bunalıma girer. Çalıştığı ve kazandığıyla yaşayabilen, sosyal devletin, hukuk devletinin içinde yaşayan insan çok daha mutludur. Çalışmak bir insanın yaşamındaki en önemli öğelerden biridir. Çalışmamak, işsiz olmak insanı moral bozukluğuna düşürür… Benim sendikacı olarak çalışanlar adına daha iyi haklar alabilmem için o işyerindeki üretimin ve kazancın yüksek olması gerek… çalışma toplumsal sorumluluktur, insanlığın mutluluğuna yöneliktir… Çalışmak, insanlığın en temel görevidir”[24]sözleri ile sevimli kapitalist Sakıp Sabancı’nın zenginlik ve başarısının sırrını çalışmak, çalışmak, çalışmak ile açıklaması ve bunu herkese öğütlemesi arasındaki benzemezlik(!) şaşırtıcıdır. Dünyayı bir çalışma kampına çevirmek başka nasıl ifade edilirdi.

İnsanlar, hayatta kalmaları garantiye alındığında, ya da ekonomik açıdan tatmin edildiğinde mutlu ve özgür olmazlar. İnsanlar ancak kendi hayatları üzerinde hiçbir iktidarın baskı yoksa ve kendileri iktidarı sahibi iseler, özgür ve mutlu olabilirler. Hayatta kalma karşılığında hiyerarşiyi özümseyerek özgürlüklerinden vazgeçmeleri insanlığa bir şey kazandırmamıştır. Özgürlükten vazgeçiş insanlıktan feragat demektir. “Hiyerarşi dediğimiz kötülük medeniyet sayesinde edindiğimiz bütün olağanüstü kazanımları lekelemiştir”.[25]

Bu konuda Batıdaki Protestan Ahlakı gibi İslami düşünce de çalışma etiğinin imdadına yetişmektedir İslami düşünce de çalışma etiğinin en önemli dayanaklardan biridir: “Anadolu’da ilk defa Selçuklular döneminde Kayseri bölgesinde esnaf teşkilatı olarak örgütlenen Ahi Evran, Anadolu topraklarında ilk defa İslam’ın ekonomik kurgusunu ortaya koymuştu. İslamiyet, esnaf teşkilatı içinde bir çalışma ahlakı haline gelmişti. Bir cihat ideolojisinden çok bir çalışma etiği olarak öne çıkıyordu. Bu sistem, Osmanlı döneminde de Ahilik adıyla devam etti. Yüzlerce meslek grubu bu sistem içinde yerleşerek İslam’ın çalışma ruhuyla üretimde bulundu. İslam esnaflığın, üretimin, örgütlemedeki ilişkilerin ve üretim amacının anlamlandırılmasında temel bir rol oynadı. İşe girişte, yükselmede, ustalaşmada ve üretimin başlama ve bitiminde yapılan belli dinsel törenler (ritüeller) bunu pekiştirici bir işlev gördü. (İlginçtir; Kütahya Şeker Fabrikası üretime başlarken, hala devlet erkanı bir din adamıyla beraber dua ederek açılış yapar.) İslamiyetin sağladığı çalışma etiği, hem ekonominin ürettiği yabancılaşmayı gideriyor, hem de çalışmanın güdüsel boyutunu meydana getiriyor”[26]. Vaazı dinsel düşüncenin nasıl sömürünün payandası olduğunun ifadesidir.

“Çalışmayla ilgili erdemler kataloğuna, burjuva toplumunun her yerinde rastlarız, Bunlardan kurtulmak mümkün değildir; basitçe uzaklaşıp görevlerin çalışmanın olmadığı bir yere gitmekle de kendimizi bundan sıyıramayız. Çünkü bu ahlak, beynimize zor yoluyla öylesine katı, öylesine sürekli ve tutarlı olarak sokulmuştur ki, çoğumuz onu bir kaya gibi içselleştirmişizdir. Kendimizi kurtarmayı istesek bile, içimizdeki bekçi derhal bize eziyete başlayacaktır.”[27]Kuşatılmışlık burjuva toplumunun her yerindedir (fabrika, işyeri, okul, askerlik, hapishane, aile, siyasi partiler, sendikalar… ) ve insanlığın sürüleştirilmesi tarihin hiçbir döneminde bu kadar gönüllü bir düzeyde gerçekleştirilmemiştir.

Kapitalizm nasıl ki üretim için üretimdir, üretim için ihtiyaç unsurunu ortadan kaldırmıştır, bunun önemli bir yüzünü de çalışma etiğinde görüyoruz; çalışmak için çalışmak. “Son derece ölçülü, akla dayalı bir örgütlenme kurulduğunda, sıradan bir ücretlinin günde dört sat çalışması herkese yettiği gibi, işsizlik de ortadan kalkar. Hali vakti yerinde kişiler böyle bir düşünce karşısında dehşete kapılırlar, yoksulların bu kadar boş zamanı ne yapıp edeceklerini bilmediği görüşündedirler… Doğrusu geniş kitlenin böylesi bir yoksunluk yaşaması için bir neden yok ki artık; günümüzde hiç de gerekmediği halde, aşırı derecede çalışma gerektiği konusunda bir tek, genelde günahkar olduğu kadar salakça da bir çilekeşlik ayak direyebilir ancak”[28]. Fazladan çalıştırma ya da iş günü süresinin uzunluğu aynı zamanda kitlelerin bir denetim mekanizmasıdır. “1938’de yayımlanan istatistikler en modern teknolojinin kullanılmasıyla zorunlu işgününün üç saate indirilebileceğini gösterdi. Yedi saat çalışmamızla iş bitmiyor, burjuvazi (ve onun Sovyet versiyonu) bu gün Taksit taksit satılan bir mutluluk vaat ederek işçi kuşaklarını tükettikten sonra fabrika dışında da insanı yok etmeye devam ediyor”[29].Zorunlu çalışmanın uzunluğu salt düzenin sürdürülmesi için gerekli olan barbarca uygulamalardan,biridir, iktidar, bu sayede yayımladığı koşulsuz emirlerin özümsenmesi için yorgunluk dozunu da imal etmektedir.

Marx, Bu fazladan çalıştırma ve yedek işgücünün kapitalizm için gerekliliği konusunda; “Ama fazladan emekçi nüfus, birikimin ya da zenginliğin kapitalist temelde gelişiminin zorunlu ürünüyse, bunun tersi de doğrudur, bu artık nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı, yani, kapitalist üretim tarzının varoluşunun bir koşulu haline gelir. İhtiyaca göre göreve çağırılıp sonra terhis edilebilen bir yedek sanayi ordusu oluşturur ve bu ordu, sanki masraflarını kendi cebinden karşılayarak kendisini oluşturmuş gibi, sermayeye aittir.”[30]

Çalışma etiğinin Bir sonraki zinciri de düzenli ve çılgın tüketici yurttaş olma erdemidir. Ücretliler düzenli tüketiciler haline dönüştürülerek yoksunlar üzerindeki fetih tamamlanmıştır.

Ve Özgürlük…

Acaba hiç kimse ilkel halkların çalışmaya yaklaşımlarını, oyun ve yaratıcılığın önemini, modern teknojinin yüz kere daha etkili hale getirebileceği yöntemlerle sağlanacak inanılmaz verimi araştırma zahmetine katlanmış mıdır?[31]

“Daha dün çok değil değil on bin yıl kadar önceleri, insanlar ancak acıkınca inlerinden çıkarlardı (sözgelimi). Hepsi aynı saatlerde uyanıp, aynı saatlerde inlerinden fırlamaları, olacak şey değildi. Bu gün bir de bunu her gün yaptıklarını düşününce, aklım durdu. Akıllı hayvan bunu yapar mıydı? Gereksinimi (örneğin açlığı)ona batmaya başlayınca ava ya da toplamaya çıkardı.Günümüzde insanların, yılın hemen hergünü ava çıkmaları, sekizden beşe iş talim etmeleri akıllı bir iş mi? Özgür insan, yaşamı tutsaklığa çevirecek kadar akılsız mıydı?… İnsanın hep böyle yaşamadığını anımsadım. Dolayısıyla ileride böyle yaşamayabileceğini düşünerek umutlandım. Bu devletle gelen, devletin getirdiği bir yaşam biçimi (ya da biçimsiz bir yaşam) idi.”[32]

Çalışmanın ya da hayatta kalmanın bir angarya veya sömürüye dönüştürülmesi tarihsel koşulların, sınıflı toplumların ürünüdür, sınıflı toplumun ve onun ürünlerinin ortadan kalkmasıyla, çalışma diktatörlüğü ortadan kalkacak, çalışmak için çalışma, ihtiyaç için çalışma esasına göre, bir angarya ve sömürü aracı olan işin bir keyfe dönüşmesi, emeğin dönüşümlü olması mümkün olacaktır. Sınıfsız ve hiyerarşinin ortadan kaldırıldığı akla dayalı bu örgütlenmede, Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinelikten ve çalışma diktatörlüğünden kurtulan insan, kendini ve insanlığı geliştirmek için sonsuz fırsatlara kavuşacaktır. Ancak bunun gerçekleşmesi ihtimali burjuvazi için bir karabasandır; bir eşitsizlik ve hiyerarşik düzen olan kapitalizm için bunlar kabul edilemezdir, “tüm servetlerin eşit olduğunu düşünün, her türlü zenginliğin ve yoksulluğun ortadan kalktığını farzedin, o zaman kimsenin verecek bir şeyi kalmaz… Ve insanlığın en yumuşak, en güzel, en iyiliksever etkinliğini yok etmiş olursunuz. Düzeltme isterken tanrının eserini bozan zavallı reformcu durumuna düşersiniz”[33] vaazı, burjuvazinin (kapitalizmin) sistem içi reformlara dahi tahammül edemeyeceğini açıkça anlatmaktadır. Bu sözler, kapitalizmin sıkışmışlığını ve burjuvazinin eşitlik düşüncesi karşısındaki korkusunu ifade ederken, eşitsizliğin ebediliğine, değişmez ilahi yasaları referans vermesi, mezarlıktan geçerken korkudan ıslık çalmasına benzemektedir.

*Çalışma İnsanı Özgürleştirir!, Toplama kamplarının girişinde yazılan Nazi sloganı
[1] Bauman Zygmunt, Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Çev. Ümit Öktem Sarmal Y.1999 s.14
[2] Marshall Gordon Sosyoloji Sözlüğü, Çev Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Y. 1999 s 110
[3] Bauman Z. Çalışma… s 14
[4] Önder İzzettin, Tembellik Hakkı, Cogito sayı 12 s 74
**Kitabı Mukaddes, Sirak Kitabı 38:24
[5] Bauman Z. Çalışma… s 15
[6] Vaneigem Raoul, Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı-Gündelik Hayatta Devrim, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Y. s, Febre Lucien, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler Çev Mehmet AliKılıçbay, İmge Y. 1995 s 109-110
***IssacWats İngiliz ilahiyatçı
****Calamus, bir ata binmişti… ama çalışmayı sevmediği için, tahtırevana geçti”. Veya Bosuet’de, “Kilise, ölenler karşısında duyduğu mümin çalışmayla”. Buradaki anlam kaygı ve üzüntüdür. Akt. Lucien Febre Uygarlık, Kapitalizm… s110
[7] Güllap Recai , 212.154.21.40/pazarek/sayi088/sayfalar/besir.htm
[8] Vaneigem R. Gençler İçin… s 61
[9] Marx Karl,Boş Zaman Üzerine Seçmeler , Cogito Sayı 12 1997 s 23
[10] Bauman Z, Çalışma… s 23
[11] Braudel, Fernand, Maddi Uygarlık, Mübadele oyunları, cilt II, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Y.1993 s 453
[12] Braudel, Fernand Maddi Uygarlık c II, s 453
[13] Beaud Michel, Kapitalizmin Tarihi, Çev. Fikret Başkaya Dost Y.2003, s 100
[14] Engels Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev Oktay Emre,Gözlem Y. 1974, s 154
[15] Başkaya Fikret, Burjuva Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Sendikalar,www.ozguruniversite.org
[16] Beaud Michel, Kapitalizmin Tarihi… s 114
[17] Engels Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların … s. 155
[18] Lafargue Paul, Tembellik Hakkından Seçmeler, Cogito, sayı 12 1997 s 12
[19] Russel Bertand,Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12 1997 s 65
[20] Marx Karl Boş zaman Üzerine Seçmeler Cogito sayı 12 1997 s 27
[21] Başkaya Fikret, Burjuva Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Sendikalar,www.ozguruniversite.org
[22] Haug Wolfgang, Emeğin Yeniden Yapılanması-Yeni Bir Sınıf Savaşının teorisinin ronesansı mı? Anarşınin Bugünü, Der. Hans-Jürgen Degen. Çev. Neşe Ozan Aykırı Y. s 66
[23] Aktaran Zeki Coşkun, Rıdvan Budak’la Söyleşi Cogito sayı 12 1997 s 85
[24] Coşkun Zeki, Rıdvan… s. 84-85
[25] Bookchin Murray, Toplumu yeniden Kurmak, çev. Kaya Şahin Metis Y. 1999 s 89
[26] Yıldırım Ergun, Serbest Piyasa Ahi Evranları: Anadoluda Yükselen Kalkınma Ahlakı,www.bilgi.hikmet.com
[27] Duhm Diether, Kapitalizmde Korku, Çev. Şargut Şölçün, Ayraç Yayınları, s 106
[28] Russel Bertand, Aylaklığa Övgü, Cogito Sayı 12 s 66
[29] Vaneiggem Raoul , Gençler İçin Hayat Bilgisi… s 63
[30] Marx, Karl, Kapital, I. Cilt
[31] Vaneigem Raoul, Gençler için Hayat Bilgisi… s 64
[32] Şenel Alaeddin, Çalışma, Baban Gibi, Köle Olma, Cogito Sayı 12, s 90
[33] Beaud ,Michel kapitalizmin Tarihi s. 129

Hayatın Mekaniği