28 Kasım 2011 Pazartesi

Toprağın altında 10 dolara

Mogadişu'da Türk doktorların evinin bahçesindeki kuyudan su çıkaran Somalili işçi, 10 dolar yevmiye karşılığında her gün 8 saat toprağın 70 metre altında kalıyor. 
Toprağın 70 metre altında 10 dolara çalışıyor 

 
MOGADİŞU - İnsani yardım çalışmaları çerçevesinde Mogadişu'da bulunan Sağlık Bakanlığına bağlı doktorların kaldığı evin bahçesindeki kuyudan tatlı su çıkarılması için Somalili Abdurrahman Yusuf yaklaşık 3 aydır çalışıyor. 


Kuyuya iple sarkıtılarak indirilen Yusuf, 70 metre derinliğe geldiğinde suya ulaşıyor. Burada bulunan 4 metre derinliğindeki suya dalan Yusuf, suyun dibindeki kirli toprağı bir kovaya dolduruyor. Yusuf'un doldurduğu kova, kuyunun başındaki işçiler tarafından iple çekilerek içindeki toprak dışarı dökülüyor. Kova yeniden Yusuf'un bulunduğu 70 metrelik derinliğe iple indiriliyor. Yusuf'un, kirli topraklar temizlenip, tatlı su bulununcaya kadar çalışmasını sürdüreceği öğrenildi.

Abdurrahman Yusuf, evli ve bir çocuk babası olduğunu, 12 yıldır kuyu işçiliği yaptığını belirtti. Her gün 8 saat toprağın 70 metre altında çalıştığını söyleyen Yusuf, günlük 10 dolar yevmiye aldığını ifade etti.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1070879&Date=28.11.2011&CategoryID=79

Çernobil'in başlattığını devlet tamamlıyor!

Çernobil öldüremedi, polis öldürdü!

Ukrayna'da, Çernobil nükleer faciasından sonra santralde yetersiz koruma önlemleriyle görev yapan ve devletin maaşlarında kesintiye gitmesini protesto amacıyla açlık grevine başlayanların bulunduğu çadırlara düzenlenen polis baskınında Çernobil "temizlikçilerinden" bir kişinin öldüğü bildirildi.Mahkemenin eylemi yasa dışı ilan etmesinin ardından çadırkente giren güvenlik güçlerinin çadırları söktüğü, jeneratöre el koyduğu, ısıtma ve aydınlatmayı kestiği ve yaşanan arbedede bir kişinin rahatsızlanarak öldüğü belirtildi. Polis baskınını "terör" olarak nitelendiren eylemcilerin lideri Nikolay Gonçarov, baskında rahatsızlanan Gennadi Konoplyov'un hastaneye kaldırılırken yolda hayatını kaybettiğini söyledi.

1986 yılındaki nükleer facianın ardından Çernobil'de çalışmış ve hayatta kalmış yaklaşık 80 kişi, Donetsk kentinde emeklilik dairesinin önünde 20 çadır kurarak, 17 Kasım'da açlık grevine başlamıştı. Hükümet, emeklilik sistemindeki açığı kapatmak amacıyla nükleer faciadan sonra santralde görev yapanlara ödenen maaşlarda kesinti yapmıştı.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1070889&Date=28.11.2011&CategoryID=8

Apple ve IBM'de ayda 100-120 saat fazla mesai

Apple ve IBM’in Çin’deki fabrikasında işçiler greve gitti. 

Apple ve IBM için Çin’in güneyinde bazı bileşenler üreten fabrikanın 1000 kadar çalışanı, aralarında aşırı mesai saatleri de bulunan bir dizi şikayet sebebiyle greve başladılar. 

Sahibi Tayvan menşeli Jingyuan Computer Group olan tesis, IBM ve Apple için bazı elektronik bileşenler üretiyor ve bünyesinde 3000 kadar işçi çalışıyor. Aşırı uzun mesai saatleri (ayda 100-120 saat fazla mesai), eski çalışanlarla ilgili toplu işten çıkarmalar, yöneticilerin sözlü taciz ve aşağılamaları ve sıklıkla yaşanan iş kazaları, greve giden işçilerin şikayetlerden bazıları. Grev sebebiyle işçiler Shenzen’in önemli anayollarından birini de kapatınca polis müdahalesine ihtiyaç oldu; fakat polis daha olay yerine ulaşmadan şirket yönetiminin uzlaşmaya gitmesi ile grev sona erdi. Şirket fazla mesai sürelerini azaltmaya söz verince grev de sona erdi. 

Geçen yılın ilk aylarında Apple tedarikçilerinden Foxconn da “cehennem gibi çalışma koşulları” nedeniyle Çin’deki fabrikasında sorunlar yaşamıştı, çok kısa dinlenme süresi ve düşük ücret nedeniyle intihar girişimleri olmuştu.

http://www.hardwaremania.com/haber/2011/11/25/apple-ve-ibmin-cindeki-fabrikasinda-isciler-greve-gitti/

25 Kasım 2011 Cuma

Çalışmanın Anlamı

Çalışarak köleleşme ve çalışmaya alışmaya karşı rızanın üretilmesinde Avrupa örneği ahlakçı ve sopayla dayatılan bir model iken Amerikan örneği daha çok kazanç vaadi ve tüketim toplumunun inşasıyla iş yapıyor. Örnekler 100 sene öncesinde çok daha keskin iken günümüzde şiddete dayalı Avrupa modeli yavaş yavaş sadece üçüncü dünyaya ihraç edilir oldu. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ise Amerikan modeli, araçlarını karmaşıklaştırarak yer bulmaya devam ediyor. Bauman'ın çalışma etiğini incelediği çalışmasından sadece altını çizdiklerimizi paylaşalım:

Çalışma etiği nedir? Kısaca, iki açık önermeden ve iki dolaylı varsayımdan oluşan bir emirdir.
Birinci açık önerme, kişinin canlı kalmak ve mutlu olmak için başkalarının değerli bulduğu ve karşılığını ödemeye değer gördüğü bir şey yapması gerektiğidir; karşılıksız hiçbir şey yoktur; her zaman guid pro quo, "misliyle mukabele"; almak için önce vermeniz gerekir.

İkinci açık önerme, kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin ve böylece daha fazla yerine daha aza razı olmasının yanlış, aptalca ve ahlaki açıdan zararlı olduğudur; kişinin tatmin olduğunda kendini aşırı derecede yormayı ve germeyi bırakmasının değersiz ve mantıksız olduğudur; daha fazla çalışmak için güç toplamak şartıyla değilse dinlenmenin yakışık almayan bir davranış olduğudur. Bir başka deyişle çalışmak, başlı başına bir değer, asil ve asalet verici bir faaliyettir.

Hemen ardından emir gelir: Sahip olmadığın veya ihtiyacın olduğunu düşünmediğin neler
getirebileceğini göremesen bile çalışmaya devam etmelisin. Çalışmak iyidir, çalışmamak kötüdür.
.....
Çalışma etiğinin, kamusal tartışmaya konu olduğundan beri mücadele etmeye ve yok etmeye çalıştığı hastalıklı ve iğrenç alışkanlığın kökü, kişinin ihtiyaçlarının verili olduğunu kabul etme ve bunları tatminden daha fazlasının arzulanmaması şeklindeki geleneksel insani eğilimde bulunuyordu. "Gelenekçi" işçiler her zamanki ihtiyaçları bir kez karşılandıktan sonra çalışmaya devam etmekte ya da daha fazla para kazanmakla mantık veya anlam görmüyorlardı; niçin görsünlerdi ki?
.....
Modernleşmenin öncülerinin karşılaştığı asıl sorun, yaptıkları işin amacını belirleyerek ve akışını kontrol ederek bu işte anlam bulmaya alışmış insanları, hünerlerini ve çalışma kapasitelerini, şimdi başkaları tarafından tayin ve kontrol edilen ve yerine getirenler için artık hiçbir şey ifade etmeyen görevlerin yürütülmesinde harcamaya zorlama gereksinimiydi. Bu sorunu çözmenin yolu işçileri, iyi yaptıkları bir işin gururundan mahrum kalıp anlamını kavrayamadıkları bir görevi yerine getirirken düşüncesiz bir itaat göstermeye alıştırmayı amaçlayan kör bir talimdi. Werner Sombart'ın yorumladığı gibi, yeni fabrika düzeninin kısmi-insanlara ihtiyacı vardı: Karmaşık bir mekanizma içindeki ruhsuz küçük çarklar. Savaş açılan tarafsa, artık işe yaramayan diğer "insan kısımları"ydı: Üretici güç için uygunsuz olan ve üretimde kullanılan kısımlara gereksizce engel olan insani hevesler ve tutkular. Çalışma etiği, esas itibariyle, özgürlüğün teslim alınmasıydı.
.....
Çalışma etiği uygulandığında üretici emeği insani gereksinimlerden de koparabildi; tarihte ilk kez "yapılması gereken" yerine "yapılabilen"e öncelik verildi. İnsani gereksinimlerin giderilmesini, üretici emeğin mantığıyla ve daha da önemlisi sınırlarıyla alâkasız bir hale soktu; "gelişme amaçlı gelişme" şeklindeki modern paradoksu mümkün kılabildi.
.....
J.L. ve Barbara Hammonds dokunaklı metinlerinde şöyle derler: yüksek tabakadakiler işçilere, efendilerin kölelere verdikleri değerden fazlasını vermiyorlardı. İşçi çalışkan ve dikkatli olmalıydı, kendisini düşünmemeliydi, sadece efendisine bağlılık ve sadakat borçluydu, devlet ekonomisindeki yerinin şeker kamışı ekonomisindeki kölenin yeri olduğunu idrak etmeliydi. Bir insanda beğendiğimiz faziletlerin hepsi, bir kölede ahlak bozukluğuna dönüşüyor.
.....
Wolf Lepenies'in de gözlemlediği gibi, "doğa"dan (insan aklı ve hüneri tarafından işlemden geçirilmemiş ve dokunulmamış, ilahi yaratının şekillendirdiği 'verili' her şey anlamında) söz edilen dil 17. yüzyılın sonundan beri askeri kavram ve metaforlarla doldurulmuştu. Francis Bacon hayal gücüne hiç yer bırakmadı: Doğa fethedilmeli ve üzerinde öyle çok çalışılmalıydı ki, insanın çıkarlarına ve rahatına tek başına bırakıldığında yapabileceğinden çok daha iyi hizmet edebilmeliydi. Diderot pratisyenlerle teorisyenleri doğayı fetih ve itaat altına alma adı altında birleşmeye çağırırken, Descartes usun ilerleyişini doğaya karşı açılmış bir dizi muzaffer savaşa benzetti; Karl Marx tarihi gelişimi insanın doğa üzerindeki egemenliğinin durdurulamaz ilerleyişi olarak tanımladı. Diğer fikir ayrılıkları bir yana, Claude Saint-Simon ya da August Comte'la Marx arasında bu konuda hiçbir ayrılık yoktur.

Bir defa nihai amaç açıklandıktan sonra, pratik girişimlere atfedilen tek anlam insanı doğaya karşı kesin zaferinden hâlâ ayırmakta olan mesafenin kısaltılması oldu. Tüm diğer kriterlerin saygınlığı ba- şarılı bir şekilde reddedilebildi ve yavaşça fakat acımasızca bir hiçe dönüştürüldü. Adım adım reddedilen değer yargılan arasında belirgin şekilde göze çarpanlar acıma, merhamet ve sorumluluk ilkeleriydi. Azimli olamayacak kadar güçsüz kurbanlara acımak, değişimin hızını kesenlere merhamet duymak ve ilerlemeyi durduran ya da yavaşlatan bir şey ahlaki olamazdı.
.....
James Watt 1785'te, mucitlerin fikirlerinin vücut bulması için ihtiyaç duyulan fiziki gayrete sahip olan diğer insanların "sadece mekanik güçleri harekete geçiren öncüler olarak görülmesi" gerektiğini savundu: "... Onların akıllarını kullanmalarına hemen hemen hiç gerek yok".
.....
Blackwood's Magazine "işverenin işçi üzerindeki nüfuzu ahlaki gelişim doğrultusunda atılmış bir adımdır" diye yazarken, Edinburgh Review devam eden kültürel cihada sert bir tavırla işaret ediyordu:

Yeni iyilik girişimleri [hayırseverlik] ruhu içinde tasarlanmıyor. Bu mülk sahiplerinin yoksulluğu değil de -bu da pek arzulanır gözükmüyor- ahlaksızlığın, yoksulluğun ve fiziki düşkünlüğün daha aşağılık biçimlerini ortadan kaldırmak için... talihsizlerin babacan koruyucuları olarak yerlerini tekrar aldıkları... yeni bir ahlaki düzenin başlangıcı olarak yüceltiliyor.
.....
Çalışma etiği kapsamlı ahlaki/eğitici gündemin önemli konularından biriydi ve bu etiğin düşünce ve aksiyon işçileri için saptadığı vazifeler, daha sonradan, modern hareketi övenlerin "uygarlaşma süreci" olarak adlandıracakları şeyin merkezini oluşturuyordu.
.....
Onların eğilimlerine güvenilemezdi; istedikleri gibi davranmakta serbest kaldıklarında, kendi arzu ve hevesleriyle başbaşa bırakıldıklarında çaba sarfetmektense açlıktan ölürler, kendilerini geliştirmekle uğraşmaktansa pislik içinde yaşarlar, bir anlık, geçici bir eğlenceyi daha uzak fakat kalıcı bir mutluluğa yeğ tutarlar, sonuçta iş yapmak yerine hiçbir şey yapmamayı tercih ederlerdi.
.....
Herhangi bir nedenle koşulların değişimine ayak uyduramamış, iki yakasını bir araya getiremeyen ve yeni şartlar altında varlığını bile devam ettiremeyenlerin geçimini sağlama zorunluluğu. Elbette herkes fabrikada çalışmanın çarkları altına itilemezdi; sanayi istihdamının sert talepleriyle başa çıkabileceklerini kimsenin düşünemeyeceği sakatlar, hastalar, güçsüzler ve yaşlılar vardı. Brian Inglis zamanın ruh halini tasvir ediyor: Yoksulların, durumlarından suçlu olsalar da olmasalar da, gözden çıkarılabilir olduğu iddiası güçlendi. Toplum için risk taşımadan onlardan basitçe kurtulma yolları olsaydı Ricardo ve Malthus kesinlikle bunu tavsiye ederlerdi ve hükümetler de, herhangi bir vergi artışına yol açmayacağını temin ederek özel ilgilerini yine kesinlikle buna yöneltirlerdi.

Fakat "onlardan basitçe kurtulma"ya dair bir yöntem mevcut değildi ve bunun yokluğunda, daha az mükemmel olan bir başka çözüm bulunması gerekti. Çalışma hükmü -her koşulda her işte- birinin yaşama hakkını elde edebilmesinin tek uygun ve ahlaki açıdan kabul edilebilir çaresi olacak bu tür bir çözümü bulana kadar epeyce yol aldı. "İyilikte ikinci" bu stratejiyi Thomas Carlyle'ın 1837 tarihli, Chartism üzerine denemesindeki kadar pervasız ve samimi bir dille kimse anlatmamıştı: Eğer yoksullar sefil bir duruma düşürülürse büyük ölçüde azalacaklardır. Tüm fare avcıları şu sırrı bilir: Tahıl ambarının deliklerini tıkayın, devamlı miyavlamalar, panik ve patlayan tuzaklarla başlarına bela olun, "suçlanabilir emekçileriniz ortadan kaybolacaklar ve binayı terk edeceklerdir. Aksi takdirde caiz olan, daha kısa, belki de daha az sorun çıkaran metod arseniktir.
.....
Yoksulların "büyük ölçüde" azalmasını sağlayan girişimlerde çalışma etiğinin katkısı gerçekten paha biçilmezdi. Bu etik, işgücü ücretleriyle desteklenen her çeşit hayatın, ne kadar sefil olursa olsun, ahlaki yücelik taşıdığını zorla kabul ettirdi. Böyle bir ahlaki ölçütle yola çıkan, iyi dileklerde bulunan reformcular toplumun yoksullarına sunabileceği "çalışarak kazanılmamış" tüm yardımların "daha az münasip olduğu" ilkesini ileri sürebildiler ve bu ilkeye daha uygar bir toplum yolunda atılan büyük bir ahlaki adım gözüyle baktılar. "Daha az münasip olma", ücretler yerine sadakalara bel bağlayan insanlara sağlanan koşulların, onların hayatını, işgüçlerini kiralayan emekçiler arasında en sefil, en berbat durumda olanlarınkinden daha az cazibeli olması demekti. Umuluyordu ki, çalışmayan fakirin hayatı daha da sefilleştikçe ve yoksulluğa daha da battıkça, işgüçlerini en sefil ücretler karşılığında satan, çalışan fakirlerin talihleri ona daha çekici ya da en azından daha katlanılır gelsin; ve böylece çalışma etiği davasına destek olunabilir ve zafer daha da yaklaşabilirdi.

Bu ve benzeri düşünceler 1820 ve 1830'ların "Yoksulluk Yasası" reformcularının kafasında iyi yer etmiş olmalı ki, nüfusun yoksul kısmına (Jeremy Bentham'ın nüfusun "döküntü" ya da "süprüntü"sü demeyi tercih ettiği kısım) ayrılabilecek tüm yardımın düşkünlerevinin içerisi ile sınırlandırılması karan uzun ve sert tartışmaların sonunda hemen hemen oybirliğiyle alındı. Bu karar çalışma etiği yaygınlaştıkça bir çok avantaj içerdi.

En başta, düzenli çalışma rahatsızlıklarından sakınmak için kılık değiştirerek "gerçek yoksul" gibi göründüklerinden şüphelenilenleri gerçek yoksullardan ayırdı. Eğer içerideki koşullar yeterince dehşet verici duruma sokulabilirse düşkünlerevine kapatılmayı sadece "gerçek yoksullar" tercih edebilirdi. Böylelerine yapılan yardımın kısıtlanması, "para varlığı soruşturmasını"nı gereksiz kılan ya da yoksu- lun kendisine uygulamasını sağlayan düşkünlerevinin kasvetli ve bakımsız ortamında mümkün kılınabilirdi: Düşkünlerevine kapatılmaya razı olan kimsenin gerçekten de hayatta kalmak için başka çaresi kalmamış olmalıydı.

İkinci olarak, dış yardımın yürürlükten kaldırılması, yoksulları, çalışma etiğinin taleplerinin "kendilerine göre olmadığına", düzenli çalışmanın talepleriyle başa çıkamayacaklarına ya da fabrikada çalışmanın acımasız ve çoğu zaman iğrenç zorunluluklarının alternatifinden daha kötü bir seçenek olduğuna karar vermeden önce bir kez daha düşünmeye itti; en düşük ücretler ve fabrikadaki en yorucu ve usandırıcı angaryalar bile, bununla karşılaştırıldığında daha katlanılabilir, hatta hoş gelmeye başladı.
.....
çalışma etiği, an azından tarihinin erken dönemlerinde, seçeneğin kısıtlanmasını ya da tamamıyla ortadan kaldırılmasını seçti.
.....
Eğer erkek nüfusun büyük kısmının fabrika çalışmasının eğitici tesirine maruz kalması üretimin ve toplumsal düzenin korunmasının temel metoduysa, çalışan ('ekmek getiren') erkeğin mutlak, karşı çıkılamaz hükümdar olduğu, güçlü ve sağlam patriarkal aile de onun zorunlu devamıydı; çalışma etiği vaizlerinin aynı zamanda ailevi erdemlerin ve aile reisinin sarsılmaz hak ve ödevlerinin savunucuları olmaları tesadüf değildir. Aile içinde, kocalar/babalar fabrikadaki ustabaşılarının ya da askerdeki başçavuşların uyguladıkları denetim/disiplin rolünün aynısını kadınlara ve çocuklara uygulamaya teşvik ediliyorlardı. Disipline edici modern güç, Foucault'nun ısrarla ileri sürdüğü gibi, kalbin pompaladığı kanı canlı organizmanın en uç doku ve hücrelerine kadar taşıyan kılcal damarlar örneğine uygun dağıtılılıyordu. Kocanın/babanın aile içi otoritesi emir-üreten ve emir-taşıyan ağların yaptığı baskıyı, panoptikal kurumların başka bir şekilde ulaşamayacağı nüfusun diğer kısmına dağıtıyordu.
.....
Çalışma etiği esasen Avrupa'nın icadıymış gibi görünüyor; Amerikan toplum tarihçilerinin çoğu Amerikan endüstrisinin çarklarını çalışma etiğinden çok girişimcilik ruhunun ve yükselme arzusunun döndürdüğünü kabul ediyor. Çalışma, kendini adamış çalışma, ebediyen kendini adamış çalışma hem göçmenler hem de yerli Amerikalılar tarafından neredeyse en baştan beri kendi içinde bir değer, bir yaşam tarzı olmaktan daha çok bir vasıta gibi görülüyordu: Daha zengin ve böylece daha bağımsız olmak için bir araç; başkaları için çalışmanın iğrenç zorunluluğundan kurtulmanın aracı. Kötü fabrikalardaki kölelik benzeri çalışma bile, çalışmanın insanı soylulaştırdığı şeklindeki herhangi bir aldatmacaya kapılmaksızın, gelecekteki özgürlük için sakince kabulleniliyor ve katlanılıyordu. Çalışmanın sevilmesine ya da ahlaki faziletin bir belirtisi olduğuna inanılmasına gerek duyulmuyordu; en iğrenç koşullara bile katlanmak, asla uzak olmayan özgürlüğün mutluluğu için ödenen geçici bir bedel olarak görüldüğü sürece, disiplinin yıkılması riskini taşımadan uluorta yerilebiliyordu.

Michael Rose'a göre çalışma etiğine aldırmayıp onu bir kenara itme eğilimi, Amerika'da ve yirminci yüzyılın başında yeni bir ivme kazandı; o dönemde yaygınlık kazanan başlıca idari yenilikler, "çalışma çabasına yönelik ahlaki sadakati yıkacak şekilde uygulanıyordu. Ama bu niteliklerini, muhtemelen, bu tür sadakatin genel olarak güvenilemez olmasından aldılar"; ya da zenginlerin ve zenginliğin ülkesinin gözü doymaz ortamında böyle gözüktüğünden böyle oldular. Bu genel eğilim Frederick Winslow Taylor'ın öncüsü olduğu bilimsel işletmecilik hareketinde doruğa erişti:

Çalışma etiğine başvuru Taylor'un işletme teknikleri öneri listesinde hemen hemen hiç yer almadı. Olumlu çalışma sadakati esasen parasal teşviklerle dikkatli biçimde idare ediliyordu. Taylor'ın örnek emekçisi yerli Amerikalı değil, Hollandalı bir göçmen, bir Schmidt'di. Schmidt'de Taylor'ı büyüleyen şey, etkili ve maharetli çalışmanın Schmidt'de uyandırdığı ahlaki sorumluluk duygusu kesinlikle değildi ama bir dolar banknotu karşısında gösterdiği coşkulu tepki ve onu elde etmek uğruna Taylor'ın her söylediğini yapma isteğiydi.
.....
Amerika'da ve başka yerlerde "çalışmayı maddi olarak teşvik edici" başka araçlar bulundu: Fabrika disiplinine sessiz itaate ve böylece işçinin özgürlüğünden vazgeçmesine ödüller verildi. Sopa tehdidiyle destekli ya da desteksiz sıkıcı vaazlarla elde edilen şeye, ödülün baştan çıkarıcı gücü sayesinde daha sıkı olarak ulaşılmaya çalışılıyordu. Çalışma çabasının, ahlaki açıdan üstün bir hayata giden yol olduğunu iddia etmek yerine artık bunun daha fazla para kazanmak için bir vasıta olduğu şeklinde reklam yapılıyordu. "Daha iyi" ye boşverin, geçerli olan-tek şey "daha fazla"dır!
.....
Çalışmanın ahlaki açıdan yüceltici kapasitesine başvurma, süreç içinde, değerini yitirdi. Üreticilerin toplumsal statü ve prestijlerini belirleyen şey artık çalışmaya duyulan istekli sadakat gibi gerçek ya da sözde erdemler veya kayıtsız tutum gibi günahlar değil, ücret farklılıklarıydı.
.....
Başlangıçtaki çalışma etiğinin iktisadi araçlarla ve yeri geldiğinde fiziki zorlamanın desteğiyle boşuna oluşturmaya çalıştığı davranış biçimini meydana çıkardı. Modern üreticilerin bilinçlerine ve hareketlerine, insani itibar ve onuru parasal ödüllerle ölçme eğilimini "kapitalizmin ruhu"ndan daha kalıcı biçimde yerleştirdi. İnsanın özgürlüğe olan şiddetli isteğini ve güdüsünü sağlam ve kalıcı biçimde tüketim alanına yöneltti. Bu sonuçlar üretim toplumundan tüketim toplumuna doğru giden modern toplumun sonraki tarihini geniş ölçüde belirledi.

Bu ikinci yol modern toplumun her alanında, aynı ölçüde ya da aynı sonuçlarla izlenmedi. Her ne kadar çalışma etiğine itaati sağlamak için modern dünyanın her yerinde baskı ve teşvik karışımı kullanıldıysa da bu karışımın malzemeleri farklı oranlardaydı. En önemlisi, modern toplumun komünist versiyonunda üreticinin içindeki gizli tüketiciye yapılan çağrılar kararsız ve isteksizdi, inandırıcı olmaktan uzaktı. Bu sebepten dolayı, modernitenin iki versiyonu arasındaki kopukluk zaman içinde derinleşti ve Batı'daki yaşam tarzını tamamıyla değiştiren tüketiciliğin yükselişi komünist rejimi dehşete düşürdü, onu tamamen hazırlıksız, geride kalmış ve hatta yenilmiş olduğunu kabul edip havlu atmış bir durumda yakaladı.

Çalışmanın Anlamı: Çalışma Etiği Üretmek Zygmunt Bauman

6 Ekim 2011 Perşembe

Masasının Başında Beş Gün Ölü Olarak Kalan İşçi








New York Times’dan / Bir yayınevi şirketinin patronları masasının başında ölen çalışanın, birisi ona iyi olup olmadığını sormadan önce, 5 gün boyunca neden kimsenin dikkatini çekmediğini anlamaya çalışıyor. Goerge Turklebaum 30 yıldır düzeltmen olarak çalıştığı bir New York firmasında 23 kişi ile paylaştığı açık ofiste kalp krizi geçirdi.


Pazartesi günü sessizce ölen adamı, Cumartesi sabahı bir temizlikçi neden haftasonu çalıştığını sorana kadar kimse farketmedi.

Patronu, Elliot Wachiaski şöyle dedi: “George her sabah ofise en önce gelir ve akşam en geç çıkardı. Bu yüzden kimse hep aynı pozisyonda durup hiçbir şey söylemiyor olmasını garipsememiş. Her zaman işine yoğunlaşmış olurdu ve içine kapanıktı.”

Yapılan otopsi, tıkanan damarı sebebi ile geçirdiği kalp krizi sonrası beş gündür ölü olduğunu ortaya koydu. George öldüğünde tıp ders kitaplarnın düzeltmenliğini yapıyordu.

Altınızda çalışanları arada bir dürtmek iyi olabilir. Kıssadan hisse:
Çok çalışmayın. Nasıl olsa kimse farketmiyor.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Tıkanma


"İnsanlar dünyanın düzenli ve güvenli bir yer olması için yıllarca çalıştılar. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı. Dinazorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.

Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.

Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.

Her şey berbat bir hal almadığı sürece, yoluna da girmeyecek.

Bürokrasimiz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi.

Kölelerden oluşan bir jenerasyon yetiştiriyoruz.

Çocuklarımıza çaresiz olmayı öğretiyoruz.

Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu."

Tıkanma - Chuck Palahniuk

Göğü Delen Adam


"Papalagi,yuvarlak metali ve ağır kağıdı sever. Katledilmiş meyvelerin suyunu, domuz,sığır gibi hayvanların etini midesine indirmeyi sever. Ama, hepsinden çok sevdiği bir şey vardır ki, bunu elle tutmak mümkün değil: Zaman! Bu yüzden dünyanın patırtısını kopartır, saçma sapan konuşur durur. Güneşin doğuşuyla batışı arasında kullanmadığı hiçbir zaman kalmasa yinede yetmez Papalagi’ye. Zaman, Papalagi’yi memnun edemez bir türlü. Büyük Ruh’a yakınır da yakınır, daha fazlasını vermedi diye.Evet, böyle işte; her yeni günü belli bir plana göre bölüp
parçalayarak Büyük Ruh’a ve onun hikmetine etmediği hakareti bırakmaz.

Çalı bıçağıyla yumuşak bir hindisdan cevizini boydan boya keser gibi böler günü. Her bir bölümün ayrı adı vardir.Saniye, dakika, saat. Avrupa’da zamanı olan çok azdır. Belki de hiç yoktur. Bu yüzden herkes yaşamın içine fırlatılmiş birer taş gibi koşuşturur. Hemen hepsi yürürken yere bakar ve daha hızlı ilerleyebilmek için kollarını ileri savurur. Eğer durduracak olursan isteksizce, ’Niye beni rahatsız
ediyorsun?’ derler. ’Kaybedecek zamanım yok, sen de kendi zamanını değerlendirmeye bak.’ Sanki hızlı yürüyen insan daha değerli, yavaş yürüyenden daha yürekliymiş gibi davranırlar."

Göğü Delen Adam: Papalagi – Tuiavii

14 Nisan 2011 Perşembe

Yerli Dizi Yersin Uzun

Her akşam 20:00'de özetleriyle başlayıp 22:00 gibi yeni bölümü ile devam eden ve haftanın beş gününü birden üçer beşer kanalda birden doldurabilen diziler nasıl üretiliyor? Bir uzun metrajlı film uzunluğuna ve prodüksiyonuna sahip bu dizilerin yapımı 6 ay-1 sene aralığında süren uzun metrajlı filmlerin aksine 1'er haftalık sürelerde bitmek zorunda. Set işçileri zaten çok zor şartlarda çalışırken bu saçma sapan tempo artık oyuncuları da pes etme noktasına getirdi ve bu sorun elbet onların pes dediği noktayla birlikte ancak gündeme taşınabildi. İşte Anadolu Ajansından bir gazete haberi:

""İzmir Çetesi" dizisinin oyuncuları Mustafa Üstündağ, İsmail Oral, ses teknisyenleri Görkem Barçın ve Özkan Coşkun ile kuaför Özgün Doğan Yalçın, Gündoğdu Meydanı’nda "Jetonla çalışmıyoruz, biz de insanız", "Bu iş yerinde grev var", "Yerli diziler yersiz uzun", "Sendika istiyoruz" yazılı dövizleri açtı.

Sinemaseverlerin, daha önce canlandırdığı "Muro" karakteri ile tanıdığı oyuncu Mustafa Üstündağ, gazetecilere yaptığı açıklamada, TV kanalı ve yapımcı firmayla sorunları olmadığını, Türkiye’de çekilen tüm dizilerin ekiplerinin aynı sorunu yaşadığını anlattı.

Üstündağ, çalışma saatlerinin insani koşullara göre düzenlenmesini, devletin kendilerine sahip çıkmasını istediklerini ifade ederek şöyle konuştu: "Dün gece başlayan çekimler saat 07.30’da bitti. Saat 14.30’da yeniden sete döneceğiz. Ve sabaha kadar çalışacağız. Çünkü bölümün cumartesi gününe kadar yetişmesi gerekiyor. Burada herkes yoğun çalışmak zorunda kalıyor. Dünyanın hiçbir yerinde 20 saatlik mesai yoktur. Sendika hakkımız yok. Odamız, meslek birliğimiz, iş güvenliğimiz yok. Ayağım burkulsa ve çekimlere katılamasam, üzerimde 250-300 bin dolarlık sözleşme var. Böyle bir sorumluluğum var. Modern köleyiz biz. İşten çıkınca eve gittiğimde uyumak değil, bir çay demleyip eşimle içmek itiyorum. Çalışma şartlarımızın güvence altına alınmasını istiyoruz."

Ses teknisyeni Görkem Barçın da çalışma saatlerinin fazlalığından şikayetçi olduklarını belirterek, "İnsani bir şekilde çalışmıyoruz. Dizilerin 60 dakikaya düşmesini istiyoruz" dedi.

Ses kayıt ekibinden Özkan Coşkun ise dizinin yayınlandığı kanal ve yapımcı ile bir sorunları olmadığını, devletin kendilerine sahip çıkıp haklarını korumasını istediğini bildirdi.

Yağışa rağmen meydanda 2 saatten fazla kalan dizi çalışanları basın açıklamasının ardından dağıldı."

18 Mart 2011 Cuma

ÇALIŞmak lanettir!

İnternet sansür politikalarının mağduru blogspot tünellere, proxylere sıkışmış durumda ancak uzun süredir yeni yazı yayımlayamadığımız "azçalış" bu karartma günlerinde de olsa yeni bir yazıyı gündeme almak niyetinde. üç aylık bir geçmişi olan Radikal Politika Dergisi Qijikareş'in son sayısında çıkan bu yazı çalışma kültü üstüne dair söylenenlere yeni bir soluk getiriyor, buyrunuz:

"...Örtülü bir emir formu olan ÇALIŞ!, ailede, sözde en masum haliyle, ders ÇALIŞ!tır. Ders (müderris-öğretmen, medrese-okul, tedrisat) ifadesi biinci iyilikle şekillendirirken, ÇALIŞ! Emir formu, tüm hyatı sizden bağımsız olarak, bilinçdışınızda, sistemi var eder. İktidar nasıl ki hiç dokunulmayan en çocuksu öznel bilinçse, ÇALIŞ! Da toplumsallığın en yüce merhalesi olan devletin en dokunulmaz olan nesnel söylemi ve varlığıdır. Öyle ki, özne-nesne ilişkisi, dil denen lanetin en masum dizgesi olan gramerdir. Sizi, işe ders ÇALIŞ!tırmakla başlatıp, tüm hayatınız boyunca en saçma işlerde çalıştırarak kölelik değerleri ürettirir. En radikal fikirler bağlamında başka bir dünya mümkündür gailesinde bir laf ederseniz, mümkünse, bunu işsizken yapın. Çünkü ilk karşılaşacağınız soru, “Hayatını nasıl idame ediyorsun?” olur. Bu soru hayatınızdaki her şeyi anlamsızlıkta hiçleştiren bir sorudur. Çünkü pratik (eylem) denen lanet, hiç de pratik ya da pratikçe değildir. Dil denen mantık silsilesi, sizi her şeyiyle mahkum eder. Size loklamı veren dil ile boğazınızda bıraktırır. Açken ya da yemek yerken asla çalışma üzerine konuşmayın. Çünkü sizi aç bırakan şeyi çalışmanın kendisidir....

Alın terinin akmadığı hiçbir iş, doğal değildir ve gerçeklikte emek de değildir. Emek, kendi ihtiyacından az ya da çoksa, değersizdir ve kölelik üretir. İhtiyaç ise, doğallığımızın en güzel ve en estetik hali olan çıplak bir midenin gereksiniminden başka birşey değildir. ondan ötesi, artı değerin yeniden dolaşımıdır. Artı değerin arttığı her oranda değersizleşen biziz. Dolayısıla kendi bahçesinde kendi ihtiyaçlarından fazlasını üreten herkes, kapitalizmin kuludur, kölesidir ve ondan en büyük sermayedardan daha fazla mesuldür. İhtiyaç ne midir? Karnınızda taşıdığınız bok çuvalından başka birşey değildir! ihtiyaç midenizdir. Kapitalizmin imgesinin obezden farklı birşey olmamasının nedeni budur. Her göbeği olan kapitalisttir. Bu sporla ya da zayıflama haplarıyla atlatılabilecek birşey değildir; bu, aç olanın doyurulmasıyla atlatılabilir. Ha bir neşter yemişsin midene, ha bir bıçak, eğer kusuyorsan, bir Romalı gibi açlıktan nefesin kokmuyorsa, kapitalistsin.

Patronun çocuğunu özel okullarda asgari ücretle çalışan yeni mezunların sömürülmesini iplemeden okuturken, kendisi rezidans denen modern ranzalarda yaşarken; sen asgari ücret köleliğinin var olması için uykundan, çocuklarına ayıracağın vakitten feragat ederek, kendii sorgulamadan erkenden oraya koştuğun için o, özel aracında, elinde kahvesi, kulağında telefonuyla aheste trafiğe uyum sağlarken sen, senin gibi binlerce köle ile metrobüsle ondan önce işe varmak için uyuklayarak için geçmiş, elini otobüsün bir tarafında tutturmakla kapitalizmin var olması için kanını akıtan kepazesin. O yüzden, kepazeliğin senin kadar bana da bulaşıyor. Bunu reddedemediğin rezilliğinde beni de köleleştirmeye çalışan aşağılık kölesin. İşçi bozuntusu sıl kapitalist, SENSİN! Senin yaptığın her iş lanettir...

Herhangi bir üniforma ile masa başında oturup onun bunun dedikodusunu yapan, aynı şekilde onun bunun hakkında dosyalar tasnifleyen, bir de eliyle belindeki silahı sürekli yoklayan, buna da çalışıyorum diyenin en işi ne de emeği kutsaldır. Aksine, lanettir.

Sonnot 1: Çalıştığımız işyerinin, yaşadığımz evlerin, alışveiş yaptığımız ve gittiğimiz mekanların ve yaşamımızı sürdürdüğümüz tüm alanların insanlarının şahsiyetlerinden kendimizin varlığı kadar sorumluyuz. Zor koşullarda kazandığımız kazancı kişilksiz, mesnetsiz, aşağılık kimselere heba ettirmemeliyiz. Mümkün olabildiği kadar, emeğimizi ucuza satmamalıyız. Daha az çalışıp daha çok kndimiz olmalıyız. Herşey çok zor, zaten bunun bilincindeyiz. İnandığımız ya da düşündüğümüz değerleri kendi hayatımıza yansıtmalıyız. O zaman gerçekten birçok şeyi değiştirebiliriz. Ben kendi şahsıma çok uzun seyahatler ve araştırmalar sonucunda kendi karakterime uygun bir çözüm bulabildim. Samimiyetle eyleme geçecek herkesle çözümler konusunda fikirlerimi memnuniyetle paylaşacağım ve elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağım.

Sonnot 2: Tüm hayatını ünde 2 saat çalışarak ve sadece bir tepsi Şam tatlısı satan Hasan emminin hayt felsefesine sadık kalarak, dünyanın en doğal, en şifalı ve maliyeti gayet yüksek olan tatlısını sokaklarda satacağım. Günlük ihtiyacım olan çok düşük masraflarımı oradan kazanacağım. Tepsinin yarısını da çocuklara, kadınlara ve yoksullara dağıtacağım. Lanet iş yapan hiç kimseye el emeğim olan tatlıyı satmayacağım. Ali ustama verdiğim söz üstüne, işin sırrını açıklamayacağım."

Birahime Qijik, Çalışmamanın Erdemi Üzerine, Radikal Politika Dergisi Qijikareş, sayı 3.

Hayatın Mekaniği