15 Nisan 2009 Çarşamba

888

1 Mayıs yaklaşıyor, gelmiş bahardan belli... Ve bizler 1 Mayıs’ta, yeniden, insanca çalışma koşulunun vazgeçilmezi olan çalışma saatinin azaltılması talebini 119 seneden beri olduğu gibi sokaklarda dillendiriyor olacağız. Peki nereden geldik bu konuya?

New Lanark’ta günlük çalışma saatinin 10 saatle sınırlandırılmasının mümkün (sermayedar açısından) ve elzem (insan ihitayaçları ve bundan türeyen motivasyonla sermayedarın çıkarları açısından) olduğunu görmüştük. Bugün bile devam eden o zulmedici hırsın itkisiyle sermayedarın satın alıp mal bildiği ve bir kılını dahi yoldurmaya yanaşmadığı emek zamanının yani çalışma sürelerinin azaltılması gerekliliğine dirençten ötürü idrakinin geciktiği de malum.

New Lanark’tan yaklaşık 7 sene sonra, 1817’de bu sefer yeni formülüyle gelir Owen: “sekiz saat çalışma, sekiz saat rekreasyon, sekiz saat dinlenme”. Kendi iplik fabrikasında bunu uygulamayı başarsa da dünya henüz buna hazır değildir zira işçilerin katedeceği daha uzun bir yol vardır.

10 saatlik çalışma süresinin İngiltere’deki çalışma mevzuatına dahil edilebilmesi (o da kadın ve çocuklarla sınırlı olmak kaydıyla) 1847 senesini bulacaktır. Fransız işçileri ise çalışma sürelerini, uzun süren Chartist hareketi ardından 1848 devrimiyle birlikte ancak günde 12 saate düşürebilecektir.

Velhasılı 1840 senesine kadar kayda değer bir ilerleme olmamış lakin yukarıda bahsedilen gelişmeler neticesinde tüm dünyadaki sekiz saat mücadeleleri ilhamını bulmuştur. 1840’da Wellington’da marangoz Samuel Duncan Parnell’ın başlattığı mücadelenin ardından Yeni Zelanda, dünyanın ilk sekiz saatlik çalışmayı kabul eden ülkesi olarak tarihe geçmişti. Buradaki sekiz saat direnişinin şiarı da Owen ile aynıydı ve günü üç eşit parçaya ayırmıştı.

Sonrası çok daha hızla gelişti; 18 Ağustos 1855 Sidney’li taş işçileri işverenlerine ultimatom vererek, o sırada en hızlı günlerini yaşayan ve bu nedenle de iş gücünün en kritik olduğu inşaat sektöründe sekiz saatlik iş gününe geçiş için altı aylık bir süre tanıdı. Şubat 1856’ya gelindiğinde, yani ultimatomun tanıdığı sürenin sonunda, bu konuda bir adım atılmayacağı belli oldu. Taş işçileri söz verdikleri gibi iş bıraktı ve greve gittiler. 2 haftanın ardından işveren, işçi ücretlerinde de kısıntı yapılması koşuluyla iş gününü sekiz saate indirmeye razı oldu, ancak bu elbette ki tatminkar bir sonuç olamazdı. Böylece 21 Nisan’da taş işçileri işi daha da büyüterek parlemento binasına bir yürüyüş tertipleyerek taleplerini ulusal ölçeğe taşıdılar. Parlemento, taş işçilerinin bu taleplerini haklı bularak 12 Mayıs’ta sekiz saatlik iş günü haklarını ücret kesintisi olmaksızın kabul etti. Bu eylem ülkedeki diğer tüm sektörlere ilham olarak 1858’de inşaat sektöründe çalışan tüm işçiler, 1860’da da tüm sektör işçileri için yaygınlaştırılarak yasalaştı.
















ABD’deki 10 saat mücadelesi aslında Robert Owen’dan evvele dayanıyordu ancak 1791 grevi hiçbir sonuç vermemişti. 1835’e gelindiğinde ise Philadelphia’da başlayan genel grevin ardından 12 saatlik çalışma süresinin 2 saati net olarak yemek molası olarak tanınmak koşuluyla görece 10 saat hakkı kazanılmış oldu. 1836’ya gelindiğinde işçiler sekiz saatlik iş günü taleplerini dillendirmeye başladılar.

1864 senesine gelindiğinde Chicago’daki işçilerin gündemlerinin merkezine artık sekiz saat mücadelesi oturmuştu. 1867’de Illinois’de bir sürü açığı ve çelişkisi olan bir sekiz saat yasası çıkarıldı ve bu yasa süprüntüsü, 1 Mayıs 1867 grevini tetikledi. Bunun sonucunda 1868’de kongre, sadece devlette çalışanları kapsayan kısıtlı bir yasa çıkardı.

Ancak tüm bu gelişmelere karşın ABD’deki sekiz saat mücadelesi, gerçek ve tatmin edici bir düzenleme yapılıncaya kadar sürecekti. 1870 yılında başını bilhassa anarşist ve sosyalistlerin çektiği işçi hareketlerinin ana gündem maddesi sekiz saatlik iş günüydü. 1872’de New York’da yüzbinlerce işçinin katıldığı eylemler sonunda sekiz saat hakkı belli bazı sektörlerde elde edilmiş oldu. Albert Parsons’un 1878’de sekreterliğine gelmesiyle birlikte Chicago Sekiz Saat İttifakı 1880 senesine gelindiğinde Ulusal Sekiz Saat Komitesine katılacak ve bunun devamında da 1 Mayıs 1886 olaylarının yapı taşları örülmeye başlanmış olacaktı.

1 Mayıs 1886 günü Albert Parsons karısı ve iki çocuğunu da alarak Michigan Caddesinden 80.000 kişiyle birlikte bir yürüyüş başlatır. Bu yürüyüş aynı zamanda Chicago, Cincinnati ve Milwaukee’deki birçok işçi örgütünün desteğiyle yürütülecek genel grevin de başlangıcıdır. Ulusal ölçekte bu eylemlere 350.000 işçi işlerini bırakarak destek verecektir.

3 Mayıs’ta gösteriler seyir değiştirecek, McCormick’in grev kırıcı işçileri, eylemdeki işçilere saldıracak, çıkan olaylara polis sert müdahalelerde bulunacaktır. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs günü Haymarket meydanında toplanan binlerce işçinin düzenlediği miting dağılırken meydana atılan bir bomba 7 polisin ölümüne ve birçok insanın yaralanmasına yol açacaktır. Olaylardan eylemci işçileri sorumlu tutan devlet, tutukladığı August Spies, Albert Parsons, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg, Michael Schwab, Samuel Fielden ve Oscar Neebe’den sadece Neebe’ye 15 yıl hapis verecek diğer eylemcileri ise idam edecek, sanki yediye karşı yedi isteyecektir.

1889’da toplanan toplanan İkinci Enternasyonal’de 1 Mayıs İşçilerin Birlik Mücadele ve Dayanışma günü ilan edilerek 1890’dan itibaren tüm dünyada kutlanmaya başlanır.

Türkiye’de ise 1911’de o sıralarda henüz Osmanlı toprağı olan Selanik’te kutlanan 1 Mayıs’tan sonra 1912’de İstanbul’daki ilk 1 Mayıs kutlaması yapılır. 1923 senesinde 1 Mayıs İşçi Bayramı ilan edilir ancak 24’de kitlesel gösteriler, 25’de ise bayram tümüyle yasaklanır. 1935’te içeriği boşaltılıp mumyalanarak 1 Mayıs Bahar Bayramı halini alır.

1976 senesinde Taksim İşçi Bayramı kutlamaları Türkiye’deki ilk ve belki en görkemli kutlama olacaktır. Fakat hemen ardından gelen 77 kutlamaları tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçer. Malum provakasyon sonucunda 34 kişi hayatını kaybeder. 79 senesinde İstanbul’da miting her yerde yasaklanır ve sokağa çıkma yasağı konur. 81 cuntası 1 Mayıs tatilini tamamen iptal eder ve Taksim’deki gösterileri yasaklar. Sonraki yıllarda bu yasak yüzünden polis ve göstericiler hemen her yıl karşı karşıya gelecektir ve Taksim Meydanı giderek 1 Mayıs’ın Türkiye’deki Haymarket’i, sembolü olacaktır. Bu yasak ve ona karşı direniş halen sürmektedir.

Burada özetlemeye çalıştığımız 1 Mayıs ve Sekiz Saatlik İş Günü Mücadelesi’nin tarihidir. Bugün artık kazanılmış, kabul görmüş görünen sekiz saat hakkı, bizzat devletin kurumlarınca belgelendiği üzere haftada 50 saatin üstüne çıkmış olan çalışma haftasınca yalanlanmaktadır. 1 Mayıs’ın bu mücadeleden ayrılamaz tarihi, bu nedenle de bugün dahi ibretlik konumunu korumaktadır. Yaklaşık 70 sene içerisinde 10-12 saatlik çalışma sürelerinden 8 saate pekala inebilmiş iş günü yaklaşık son 120 senede bir saat daha kısalamadığı gibi krizler, verimlilik, optimizasyon ve hatta maksimizasyon vb. gerekçelerle uzamaya, uzatılmaya başlanmıştır. Bugün 7 saatlik iş gününü konuşmanın, bunu var gücümüzle talep etmenin vakti geçmektedir. Avrupa’da kazanılmış gibi görünen bu 7 saat hakkının son krizle birlikte işverenlerce geriye alınmaya çalışılması, Türkiye’de ise tahayyüllerden bile ne kadar uzak olduğu gerçeği bu ivediliği ispat eder niteliktedir. Burada bir kazanım elde etmek, daha ötesi için, ücrette ve yaşam standardında adalet için ve küredeki belli bir azınlığın aşırı tüketiminden kaynaklı kötü kirliliğin sebebi olan varlığın, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları yönüne doğru kaydırılarak dengelenmesi için ilk adım olacaktır.

Zamanı kontrol eden sokakları, sokakları kontrol eden hayatı kontrol eder...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hayatın Mekaniği