Üretici güçlerle ve kendi varoluşlarıyla hala kurdukları tek ilişki olan çalışma, onlarda bütün kişisel faaliyet görünümünü kaybetmiştir ve ancak bitki gibi yaşayarak ayakta kalırlar (Marx, Alman İdeolojisi).
“çalışma” (arbeit) bireylerin akılcı ve toplumsal işbirliğiyle ortadan kalkacaktır (beseiting); bu çalışmanın yerini, seri üretimin parçası olmuş ve uzmanlaştırılmış bireylerin emeği değil, bilinçli ve yöntemli olarak işbirliği yapan bireylerin özerk faaliyeti olan kolektif bir poiesis alacaktır. (s.43)
Bizim bizim “sanayi” diye adlandırdığımız şey, gerçekte, ancak emekçilerin üretim araçlarından ayrılması temelinde mümkün olan bir sermayenin teknik yoğunlaşmasıdır. Sadece bu ayrım çalışmayı akılcılaştırmaya ve iktisadileştirmeye, üreticilerin ihtiyaçlarını aşan artıklar üretmesine ve bu büyüyen artıkları üretim araçlarının çoğalmasında ve güçlerinin büyümesinde kullanmaya imkan tanımıştır. (s.73)
Üretim, hesaplanabilir ve öngörülebilir olmak için, farklı verimlilik ve hızlarda üretim yapan işçilerin emeğine dayanmaya son vermeliydi. Farklı bireylerin üretken faaliyetlerinin kesinlikle aynı olması gerekiyordu; yükümlülükleri birbirinin yerine geçebilir olmalıydı, aynı ölçüde değerlendirilebilir ve verimlilikleri karşılaştırılabilir olmalıydı. Bunun için (Max Weber’in doğru olarak gördüğü gibi) çalışmayı emekçilerin kişiliğinden ayırmak gerekiyordu. Çalışmayı, aynı yükümlülüğün toprakların dört bir yanına, hatta dünyanın dört bucağına yerleştirilmiş herhangi bir fabrikada çalışan herhangi bir emekçi tarafından sağlanabileceği biçimde akılcılaştırmak ve şeyleştirmek gerekiyordu. Çalışmanın akılcılaştırılması makinelerin akılcılaştırılmasını ve sonra da standartlaştırılmasını zorunlu kılıyordu. Bu da ürünlerin standartlaştırılmasını ve ürünlerin standartlaştırılması da emekçilerin standartlaştırılmasını zorunlu kılıyordu. Benzer ürünlerin, her yerde benzer “jestlerle” ve benzer yöntemlere göre, benzer parametreli makinelerde imal edilmesi gerekiyordu. (s.79)
Adam Ferguson History of Civil Society adlı kitabında şöyle yazar: “Üretim en çok, zekadan vazgeçildiğinde ve atölyede, parçaları insanlar olan bir makine olarak kabul edilebildiğinde artar.” Kapital’de bu bölümü aktaran Marx, ardından Adam Smith ve G.Garnier’nin alıntılarıyla devam eder ve D.Urquhart’dan (Falimial Words) aldığı formülle sonuçlandırır: “İşbölümünün daha da ayrıntılandırılması bir halkın öldürülmesi demektir.” (s.80)
Kısacası emekçi kitlesini yönlendirici ütopya artık “emekçi iktidarı” değil, emekçi olmaktan çıkma imkanıdır; çalışma içinde özgürleşmeye daha az vurgu yapılırken, tam gelir garantisiyle çalışmaktan kurtulmaya daha fazla vurgu yapılmaktadır. (s.81)
İktisadi akılcılaştırmanın yerine araçsal bir çalışma anlayışı koymak için ortadan kaldırmaya çabaladığı çalışma ile yaşamın birliğini yeniden oluşturmak söz konusudur. Kriz, rekabet ve teknik değişimlerin şiddetlenmesi sayesinde, işletme, işlevsel bütünleşme yeri olmaktan çıkıp, toplumsal bütünleşme ve mesleki gelişme yeri haline gelmelidir. En azından, “insan kaynakları” denen yeni ideolji böyledir. Bu ideoloji çeşitli açılardan, ekonomist tüm-akılcılaştırma üzerinde gelişiyor gözükmektedir. İşgücünün diğerleri gibi bi alet olmadığını çıkça olmasa da kabul eder. İşgücünün etkinliği ve performansının, işletme ortamı, çalışma tatmini, işbirliğinin toplumsal ilişki niteliği vs. gibi hesaplanabilir olmayan unsurlara bağlı olduğunu ve iktisadi akılcılıktan kaynaklanmadıklarını da kabul eder.
Başka açılardan, “insan kaynakları” ideolojisi iktisadi olmayan özlemelerin iktisadi akılcılık tarafından akılcılaştırılmasına –veya Habermas’ın deyişiyle, sömürgeleştirilmesine- zemin hazırlar: Yeni tip işletme bunları sadece üretkenlik ve özel tür bir “rekabet” unsurları olduklarından dikkate almaya çabalayacaktır. (s.83-84)
Mesleğinden gurur duyan, yaptığı işe egemen, iş teknikleriyle aynı tempoda gelişebilen yeni tip emekçi figürü patronların çalışma hümanizmasına verdikleri geçikmiş bir tavizden doğmamıştır. Teknolojik değişmlerin sonucu olan bir zorunluluğa denk düşer. Sermaye işçi sınıfının bütünlüğünü, sendikal hareketi ve toplumsal dayanışma ve bağlardan geri kalanları parçalamak için bu zorunluluğu bir levye olarak kullanır. Bunu yapmak için, çalışma ütopyasının değerlerini kendi hesabına geçirmesi yeter: Bu değerler, üretim araçlarının emekçiler tarafından sahiplenilmesi (yani tekniğin yeniden mal edilmesi); çalışmada bireysel kapasitelerin tam olarak gelişmesi; ve mesleğin ve meslek etiğinin değer kazanmasıdır. (s.91)
Almanya örneğinde, imtiyazlı eçkin emekçiler tarafından yönetilen sendika, periferik işçilerle, işsizler ve geçici işçilerle ilgilenmeme gibi tehlikeli bir eğilim taşır. Patronlarla, bilinçli veya bilinçsiz olarak, “kazananların” ve “yeterli olanların” “yeterli olmayanlara” ve “tembellere” karşı ideolojik ittifakını oluşturur. Burada da sorun, Peter Glotz’un formülüne göre, “güçlülerin zayıflarla dayanışmasını” başarmaktır.
Oysa bu dayanışma ancak çalışma etiğinden ve çalışma ütopyası diye adlandırdığımız şeyden ayrıln bir perspektif içinde mümkündür. Bu ütopya –ve verimlilik, çaba, profesyonelleşme etiği- çalışmanın artık temel üretici güç olmadığı ve sonuç olarak, herkes için yeterince sürekli iş olmadığı bir durumda tüm hmanist içeriğinden yoksun kalır. Bu durumda, çabanın yüceltilmesi, meslekle yaşamın birliğinin onaylanması ancak ücreti iyi, nitelikli ve düzenli işleri kendine ayıran ve bu gaspı da yüksek nitelikleri adına haklı gösteren imtiyazlı bir seçkin tabakanın ideoloji olabilir. Çalışma ideolojisi, çaba ahlakı bundan böyle aşırı-rekabetçi egoizmin ve kariyerizmin kılıfı olur: En iyiler kazanır, diğerlerinin ise kendilerine öfkelenmekten başka ellerinden bir şey gelmez; çalışmayı cesaretlendirmek ve ödüllendirmek gerekir, dolayısıyla işsizlere, yoksullara ve diğer “tembellere” ödün verilmemelidir.
Avrupa’da en açık ifade Thatcherizm olan bu ideolojide, sermaye açısından, kesin bir akılsallık vardır: Güç yenilenebilir (en azından şimdilik) bir işgücünü güdüledirmek ve maddi olarak denetlenemeyeceğinden ideolojik olarak denetlemek söz konusudur. Bunun için, çalışma etiğini korumak gerekir. Seçkin işçileri daha az imtiyazlılara bağlayabilecek dayanışmayı yıkmak, mümkün olduğunca fazla çalışarak kendi çıkarından başka topluluğun çıkarına da daha iyi hizmet edeceğine onu inandırmak gerekir. Dolayısıyla, yapısal olarak fazlalaık konumundaki bir işgücünün sürekli büyüdğünü ve düzenli ve tam gün işlerde büyüyen bir yapısal kıtlık olduğu olgusunu gizlemek gerekir; kısacası ekonominin herkesin çalışmasına ihtiyacı olmadığını ve bundan sonra da daha az ihtiyacı oalcağını gizlemek gerekir. Ve sonuç olarak, “çalışma toplumu”nun hükümsüz olduğunu gizlemek gerek: Çalışma, artık toplumsal bütünleşmenin temeli değildir. (s.93-94)
Yüksek yeteneklerin ve vasıfların sıradanlaştırılması yukarda anlatılan toplumun ikiliğiyle mücadele etmenin en vazgeçilmez ve etkli aracıdır. En vasıflı işlerin bile çok sayıda çalışana dağıtılmasıyla çalışma süresindeki indirimin peşinden gelecek bir politika için bu sıradanlaştırma gereklidir. Ve dahası, çalışma süresinin azaltılmasının hedeflerinden biri olmalıdır: Serbest zaman, mesleki olsun olmasın bilgilerin derinleştirilmesi ve genişletilmesi için de kullanılabilmelidir. Toplumsal olarak gerekli çalışmayı, yetenekli ve çalışmayı arzulayan bütün yurttaşlara dağıtmanın başka yolu yoktur: herkesin hayatını çalışarak kazanabilmesi için, herkesin daha az çalışabilmesi gereklidir. (s.103)
A.Gorz, İktisadi Aklın Eleştirisi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder