Ranciere, Platonik düşünce çizgisinde gelişen batı felsefesi geleneğinin, emek dökmek zorunda olduğu için boş zamanı olmayan kişilerin varlığına dayanan bir toplum düzenini temellendirmesini ve bu düzenin emekçinin düşünceye cüret etmemesini onun için bir erdem olarak nitelendirmesini ele alıyor. Platon’la başladığı bu okumanın farklı durakları var. Platon’da böyle bir izlek bulmak şaşırtıcı olmazken, bu okuma bağlamında Marx’ın farklı bir perspektiften benzer bir anlayışı üretmesini görmek şaşırtıcı oluyor. Ranciere, diğer okuma duraklarında, Sartre ve orta sınıf yaşamının ve yaşam değerlerinin hegemonyasının eleştirmeni Bourdieu’nun da eleştirel olsa bile aynı felsefe geleneğinden çıkamamasını sorunsallaştırıyor. Ranciere, “filozofa ve zanaatçıya kendi paylarına dağıtılan, zaman ve uğraş bölüşümünü kendi kökensel kuramsal çekirdeği içinde kavramaya ve modern bilimsel söylemlerin çoğunun –ilerici ve devrimci olsalar bile- tohumdaki özünü koruduklarını göstermeye çalışıyor”. (s.258)
Emekten kopuş ve özgürlük zamanı
Ranciere, emek, özgürlük ve düşünce ekseninin yeniden ele alınması ve Ortodoks düşüncenin eleştirilmesi anlamında, Foucault, Arendt ve Agamben çizgisine yerleşiyor. Foucault, Arendt ve Agamben, kapitalist modernliğin tarihini, insanı emeğe, üretime ve verimliliğe zincirleyen bir bakış açısının tedricen ve çoğu zaman da felaketlerle yerleşmesi olarak nitelendirdi. “İnsanın sahip olduğu en yüce değer olarak emek” anlayışı, aslında, üretimin, izolasyonun, “insan kaynaklarının” anlayışıydı. Emeğin doğal kaynağı olarak insan “kaynağı”. Oysa hiç kimse sadece emekçi olmasın! Bu düşünürlerin yaklaşımlarını “emek karşıtlığı” ya da “emek düşmanlığı” olarak nitelendirmek doğru olmaz. Yaşamda emek dökmek ve yaşamın zorunlulukları içinde debelenmek zorunda kalan insanları –ki hangimiz değiliz- yücelten değil de, kaybolan özgürlük ufkunun yeniden düşünülmesine ve ele alınmasına cüret eden yaklaşımlarıdır bunlar. Ranciere, işçi sınıfının özgürleşmesinin, işçilere özgü değerlerin olumlanması değil, “bu değerleri temellendiren düzenden kopuş, düşünce ayrıcalığını kimilerine, üretim görevini başkalarına veren geleneksel pay dağılımın kesintiye uğraması” olduğunu söylüyor. İşçiyi işçi yapan düzenin topyekun yıkılması! Sürekli ve kesintisiz devrim! Yaratıcı olan, şiirler yazan emekçilerin ürünlerini “işçi kültürü” olarak nitelendiren yaklaşıma karşı, yaratıcılığa ve düşünmeye cüret eden işçilerin yalnızca filozoflara ve sanatçılara tahsis edilmiş düşünce lüksüne “yekten” bir saldırısı olarak okumak. Bu düşünce lüksü ancak işçinin işçi kalmasıyla mümkünse, herkesi işçi yaparak düşünceyi yok etmek değil, kimsenin işçi olmadığı, emek dökmek zahmetinin ortak paylaşıldığı ve herkesin kendini gerçekleştirebileceği kişiler arası alanda varolabilmesi; yani özgürlüğe eşit olan eylem. Ya da, “özgürlük zamandır”.
Platon ve “ascholia”
Kölelerin köleliği hak ettiğini, çünkü köle olmaktansa ölmeyi tercih edecek kadar “onurlu” olmadıklarını söyleyen filozofların tiranı Platon, bir kölenin düşünmeye cüret edebileceğini tahayyül bile etmek istemezdi. Fakat Platon’un felsefesi sadece köleleri değil, özgür zanaatçıları da düşünceden dışlıyordu. Platon, iş bölümü kesinleşmiş şehirde, “herkes kendi işini yapsın ve kendi durumuna özgü erdemi geliştirsin” (s.258) diyordu. Zanaatçının erdemi, ancak boş zaman yokluğuyla biçimleniyordu: “ascholia”, boş zamanın yokluğu. “Ama bu ‘zaman yokluğu’ da zaman ve mekanın simgesel bir bölümlenmesiydi yalnızca. Platon, zanaatçıyı salt üretme ve yeniden üretme yazgısından ayıran boş zamanı ve boş mekanı dışlamıştı” (s.264) Başlarını yaptıkları işten kaldırmama ve itaati erdeme dönüştüren zanaatçı ahlakının şehir devleti tarafından biçimlendirilmesi...
... Özgür vatandaş, bedenin ve şehrin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda değildir, yani çalışmaktan özgürleşmiştir. Vatandaşın erdemi, boş zamana –scholia- sahip olarak biçimlenir. Vatandaşlık ancak boş zaman sahibi olarak mümkündür ve ancak boş zaman bir insanı vatandaş yapabilir.
“1844 El Yazmaları”nda komünist işçilerin bir araya gelmesinde, işçi sosyalleşmesinde işçiliği aşan birşeyler görür Marx: “Komünist işçilerin bir araya gelmekteki amaçları öncelikle öğreti ve propaganda. Ama bu yolla yeni bir ihtiyacı da –sosyalleşme ihtiyacını- kendilerine mal etmiş oluyorlar ve böylelike araç gibi görünen şey amaç oluyor. Amacı sosyalleşmek olan meclis, dernek, sohbet onlara kafi geliyor; insanlığın kardeşliği onlar için boş değil, hakikattir ve alın terinin çizgilerini sertleştirdiği bu çehrelerde insanlığın soyluluğu parıldar”. Amaç, yani Antik Yunan’ın vatandaşının özgürlüğünün kırıntıları, 19.yüzyıl sosyalleşmesidir. Amaç, işçinin diğer işçilerle birlikte işçi vasfını aşmasıdır.
Fakat Marx, emeğin ve işçilik durumunun yüceltilmesindeki sorunun farkındadır. “Gotha Programının Eleştirisi”nde, emeğin tek zenginlik ve bütün kültürün kaynağı olmasını kıyasıya eleştirir. “Burjuvaların yanlış olarak emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri pek iyi temellere sahiptir, çünkü salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek gücünden başka bir şeye sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında emeğin maddi koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu ortaya çıkar. Bu insan, ancak onların izniyle çalışabilir ve yaşayabilir”. Yararlı emeğin toplum içinde üretildiğini söylemek, “birey olarak işçiye emeğin koşulu olan toplumun varlığını sürdürmesi”ni öğütler. Yararlı emeği yüceltmek mevcut toplumu yüceltmek olur ama Marx, işçiye mevcut toplumsal düzen yıkılana kadar şiiri yasaklar, çünkü bunun burjuva şiiri olacağını ve işçiye sahte bir yaratıcılık hissi vereceğini düşünür.
Ranciere, eleştirel düşüncede bile korunan bu Platonik nüvelere dikkat çekerken bir sloganı ters-yüz ediyor –bunun tüm tehlikeleriyle birlikte: Dünyanın Bütün İşçileri, Felsefe Yapın!
Express Dergisi 2009/08 sayısında Jacques Ranciere’in Filozof ve Yoksulları kitabını “Emeğin Metafiziği” başlıklı yazısında inceleyen Göksun Yazıcı’dan alıntıdır.