21 Şubat 2010 Pazar

İşli güçsüz, işsiz güçsüz

Tarihin ilk aşamalarından beri, farklı dönemlerde, farklı biçimlerde olmak üzere köleleşmiş olan emek, sanayi devrimi ile daha da yoğun, fakat fark edilmesi güç bir kölelik dönemine girmiş oldu. Makine ile üretim dönemine girilmekte, giderek daha çok ve hızlı üretim, daha az emek istihdam edilerek gerçekleştirilir oldu. Böylece üretim artarken, sermaye sahibinin eline geçmiş olan emeğin iş bulma olanakları görece gerilemeye başladı. Sermaye sahipleri bolluk ve israf içinde yüzerken, bu bolluğu yaratan güçler, kölelik için birbiriyle yarışır hale geldi. Üretim ve bolluk arttıkça istihdam olanakları daraldığından dolayı, emek, üretip işsiz kalmakla üretmeden işsiz kalmak arasında sıkışıp kaldı.

Emek iş güvencesi peşinde koşarken, tembellik hakkı yerine, kölelik hakkı talep eder oldu. Üretimde makineleşme yoğunlaştıkça, günlük çalışma saatleri kısaltılmadan, daha az emek istihdamı gündeme geldi. Bu yolla ücretler baskı altına alınırken, kar payı korunmaya çalışıldı. Oysa çok daha insancıl bir yöntemle, aynı üretim, tüm emek gücüyle, fakat daha kısa çalışma süreleriyle sağlanabilir. Böylece hem istihdam sorunu hafifler ya da çözümlenir hem de insanlar boş zamanlarında kendilerini geliştirici farklı faaliyetlere yönelebilir.

Günümüz toplumlarının içine itildiği çalışma fetişi sadece eş zamanlı olarak bireylerin tembellik hakkını tehdit etmekte kalmamakta, fakat aynı zamanda tüm doğa ve çevreyi de tahrip ederek, gelecek kuşakların yaşama hakkını da tehdit etmektedir...

...çalışmayı kutsayan tüm sosyal, dinsel ve ahlaksal bakış açıları, sermayenin ideolojik aygıtı işlevini görereki sosyo-ekonomik işleyişi sermaye lehine perdeleyip kolaylaştırmıştır. Tüm bu ideolojiler, ekonomide yaratılan değerlerin paylaşımını, üretime katılma koşuluna bağlayarak ve istihdam politikalarını da sermaye ağırlıklı karar merkezlerine bırakarak, emekçiler arasında ölesiye bir rekabet yaratıp, bir yandan ücretleri baskı altına almaya, diğer yandan da sosyal güvenlik kurumlarını işlevsiz kılmaya çalışmaktadır.

Görülüyor ki, iş fetişi veya işkolik olma hali günümüz toplumlarında görülen ve sermaye yoğun karar merkezlerinde dayatılan, bireylerin tembellik yapma ve kendilerini geliştirme haklarını ellerinden alan bir dayatma ve davranış kalıbıdır. Sermaye ağırlıklı karar merkezleri böyle bir davranış biçimini tetikleyerek, bir yandan bireysel ve toplumsal gereksinimleri durmadan kabartmayı, diğer yandan da bunları tatmine yönelik faaliyetlerde bulunarak sermaye birikimini hızlandırmayı amaçlamaktadır... bu nedenle sadece istihdam alanında değil, fakat tüketim alanında da “tembellik hakkı”, insanoğlunun birbirine karşı değil, fakat sermayenin mülkiyet biçimine karşı girişeceği onur mücadelesinin temel gerekçesini oluşturmaktadır.

İzzettin Önder, Tembellik Hakkı, Cogito, Sayı 12, s.73-77

14 Şubat 2010 Pazar

Kropotkin neyi göremedi?

Kropotkin’in “Ekmeğin Fethi”ni yazmasının üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçti... ve o zamanlar Kropotkin’e “teknolojik mucizeler gibi görünen şeyler, çoğumuzun gündelik yaşamlarının bir parçası: Çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, her evde akan sıcak su, iş mekanlarının verimli ve anlamlı düzenlenmesi. Gerçekleşmekten en uzak görünen öngörü ise otomatik ayakkabı boyama makineleri; hala ayakkabı boyacılarımız var, ya da en azından kendi ayakkabımızı kendimiz boyuyoruz.

Esas gerçekleşmeyen şey ise, Kropotkin’in tüm bu “mucize”lerin ardından geleceğini umduğu özgürleşme ve boş zamanda artış...

Kropotkin’in öngöremediği şu olsa gerek: Kurulu düzen, merkezi sıcak su sistemi yerine her aileye bir şofben ya da termosifon satmayı, kolektif yemekhaneler, bulaşıkhaneler ya da çamaşırhaneler yerine her aileye bir çamaşır makinesi, bulaşık makinesi ve fırın satmayı tercih ediyorlar. Ev işi köleliğinden kurtulalım derken bu kez de fırın taksidi, bulaşık makinesi taksidi, çamaşır makinesi taksidi, “ay, yeni bir kurutma makinesi çımış, onu da alalım”lar, buzdolabının kapı sayısını arttırma çabaları, vesaire, boş zamanımızı da, emek gücümüzü de kemirip bitiriyor...

Bülent Somay, Pyotr Kropotkin’den alıntının girişinden, Cogito, sayı 12, s.53-54.

7 Şubat 2010 Pazar

Aylaklığa Övgü

Kuşağımdan pek çok kişi gibi ben de “Boş duranı Allah sevmez” deyişiyle büyüdüm. Son derece erdemli bir çocuk olduğum için, söylenen her şeye inandım, sonuçta öyle erdemli biri olup çıktım ki, şimdiye kadar çalışıp durdum. Ne var ki vicdanım eylemlerimi denetlese de, düşüncelerim müthiş bir devrime uğradı. Dünyamızda gereğinden çok şey yapılıp durduğu, sanayileşmiş modern ülkelerde övülmesi gereken şeyin, bugüne dek övülenden bambaşka bir şey olması gerektiği inancındayım...

...olanca ciddiyetimle söylemek istediğim şey, ÇALIŞMA’nın erdemli bir şey olduğuna inanmanın müthiş zarar verdiği, oysa mutluluk ve refaha götüren yolun, çalışmanın örgütlü biçimde azaltılmasında yattığı.

İlkel topluluklarda, kendi başlarına bırakıldıklarında, köylülerin savaşçılarla rahiplerin yaşamasına olanak veren o azıcık artı ürünü oluşturmayıp, ya daha az üretecekleri ya da daha çok tüketecekleri açıktır. İlk başlarda, artı ürünü yaratıp sonra da elden çıkartmaları için kaba güç kullanmak gerekmişti. Ama sonraları yavaş yavaş pek çoğuna öyle bir ahlak aşılanabildi ki, çalışmalarının bir bölümü başkalarının aylakça dolaşmasına destek olsa bile, çabalayıp durmanın kendi yükümlülükleri olduğuna inandılar. Böylece daha az zorlamaya gerek duyulur olduğu gibi, yönetim giderleri de azalmış oldu... Tarihsel açıdan baktığımızda bu ödev anlayışı, iktidarı elinde bulunduranların kişileri kendi çıkarları için değil de efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiğine inandırmak amacıyla kullandıkları bir araçtır. Şuna hiç kuşku yok ki iktidarı elinde bulunduranlar, kendi çıkarlarının, insanlığın çok daha geniş kapsamlı çıkarlarıyla özdeş olduğuna inanıp savunmaktalar böyle bir şeyi.

Modern teknikler sayesinde, herkese yaşaması için gereken şeyleri sağlayacak çalışma miktarı korkunç biçimde azalmış bulunmakta. Savaş yıllarında açıkça ortadaydı bu. O zamanlar, silahlı kuvvetlerdeki herkes, mühimmat imalatında çalışan, savaş propagandasıyla, istihbaratla uğraşan ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalışan kadınlı erkekli bütün herkes üretken uğraşlardan geri çekilmişti. Buna rağmen Müttefik ülkelerdeki vasıfsız işçilerin fiziksel refah düzeyi o zamana dek görülmedik derecede yüksekti neredeyse. Genel mali durum bu olayın anlamını gizlemişti: Alınan borçlar nedeniyle geleceğin bu günleri beslediği izlenimi doğmuştu. Kuşkusuz olanaksızdı böyle bir şey; insan var olmayan bir lokma ekmeği yiyemezdi ki. Savaş, üretim bilimsel olarak örgütlenip düzenlendiğinde, modern dünyanın sunduğu çalışma olanaklarının küçücük bir parçasıyla bile, içinde yaşadığımız modern toplumları son derece rahatça yaşatabileceğimizi tartışılmaz biçimde kanıtlamıştı. Savaş son bulduğunda, insanları savaşmaktan ve mühimmat yapımından kurtarmak için kurulan bilimsel örgütlenme korunmuş, işgünü de dört saate indirilmiş olsaydı, herşey yolunda olurdu pekala. Ama bu yapılmadı, eski karışıklık getirildi gene ortaya, emeğine gerek duyulanlardansa daha da uzun işgünleri boyunca çalışmaları istendi, emeklerine gerek duyulmayanlarsa işsizlik içinde kıvranmaya terk edildiler. Neden? Çalışmak bir ödevdi, kişinin de ürettiğine değil, çalıştığı sanayi kolu tarafından belirlenmiş erdemlerine oranla ücretlendirilmesi gerekirdi de ondan.

Köleci devletin ahlakıdır bu, ortaya çıktığı koşullardan bambaşka koşullara uyarlanmıştır yalnızca. Sonuçsa tam anlamıyla yıkım olmuştu. Bir örnek verelim: belirli bir anda, belli sayıda kişini topluiğne yapımı işine girdiğini, günde (örneğin) sekiz saat çalışıp, dünyanın gerek duyduğu sayıda topluiğne ürettiklerini varsayalım. Birinin kalkıp aynı sayıda kişinin, eskisinin tam iki katı iğne üretmesini sağlayan bir buluş yaptığını düşünelim. Peki ama dünyada bunun iki katı iğne gerekmiyor ki; hem iğnenin fiyatı o kadar düşük ki, bundan daha ucuza satılıyor diye kimse gidip daha çok iğne almaz ki zaten. Akla uygun bir dünyada, iğne yapımıyla uğraşan herkesin sekiz yerine dört saat çalışmasıyla herşey gene eskisi gibi sürüp gidebilirdi rahtlıkla. Ama şimdi yaşadığımız dünyada böyle bir şeyin ahlak açısından çöküntüye yol açacağına inanılır. İnsanlar hala sekiz saat çalışmakta, hala gereğinden çok iğne var ortada, kimi işverenler iflas etmekte, daha önce iğne yapımıyla uğraşan kişilerin yarısıysa işsizlik içinde sürünmekte.

Yoksulların eğlenceyle geçirecekleri boş zamanlarının olması son derece şaşırtmıştır hep zenginleri. XIX. Yüzyılın ilk başlarında, İngiltere’de erkekler günde onbeş saat çalışırlardı; alışılageldiği üzere çocuklar günde oniki saat çalışırdı, ama kimi zaman onbeş saate kadar varırdı işgünleri. Bazı ukala işgüzarlar kalkıp da çalışma saatelrinin iyice uzun olduğunu ileri sürdüklerinde, çalışma sayesinde büyüklerin kndilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söylendi onlara. Benim çocukluğumda, kentli erkek işçilerin seçme hakkını kazanmalarının üstünden kısa bir süre geçmişti ki, kimi günler tatil olarak kabul edildi yasalarla; böyle bir şeyden hiç de hoşnut olmadı üst sınıflar. Yaşlı bir düşesin şöyle dediğini anımsamaktayım: “Tatil yapmak neyine yoksulların? Çalışmaları gerek.” Şimdilerde insanlar bu kadar açıksözlü olmasalar da, aynı duygu sürüp gitmekte hala, üstelik ekonomik alandaki pek çok karışıklığın kaynağında da bu duygu yatmakta.

Son derece ölçülü, akla dayalı bir örgütlenme kurulduğunda, sıradan bir ücretlinin günde dört saat çalışması herkese yettiği gibi, işsizlik de ortadan kalkar. Hali vakti yerinde kişiler böyle bir düşünce karşısında dehşete kapılırlar, yoksulların bu kadar boş zamanı ne yapıp edeceklerini bilmediği görüşündedirler. Amerike’da insanların tuzu kuru olsa bile, uzun uzun çalıştıkları görülür; işsizliğin verdiği o acımasız ceza dışında, bu kişilerin ücretlilerin de boş zamanı olması gerektiği düşüncesine karşı çıkmaları doğal; gerçek şu ki, kendi çocuklarında bile hoş görmezler boş durmayı. Oğullarının eğitilip uygarlaşmaya zaman kalmayacak kadar ağır biçimde çalışmalarını isteseler bile, karılarıyla kızlarının hiçbir işi olmamasıyla ilgilenmezler.

Birazcık boş zaman hoş bir şeyse de, yirmi dört saatin yalnızca dört saatini çalışarak geçiren birinin geriye kalan zamanını nasıl dolduracağını bilemeyeceği söylenecek bana. Modern dünyada doğrulanabilen bir gerçekse bu, uygarlığımıza yöneltilmiş bir suçlamadır da; bizden daha önceki dönemlerde doğru olamazdı böyle bir şey. Daha önceki çağlarda, bir ölçüde etkililik tapınmasında gizlenmiş bir şen şakraklık ve oyunlar yapma yetisi vardı. Modern insansa her şeyin, kendisi için değil de hep başka bir şey için yapılması gerektiğine inanır.

Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12, s.61-68
Çeviri: Alp Tümertekin

Hayatın Mekaniği