30 Temmuz 2009 Perşembe

Çalış ama Alışma

Umur Talu'dan:

"Bu sırrı vermeyecektim ama...
Arabada "Nazar etme ne olur..." gibi yaratıcı sözler bulundurmasam da, çalıştığım odanın bir yerinde, yıllar önce Fransa'dan aldığım bir kart var:
"İnsanoğlu çalışmak için yaratılmamıştır... Öyle olsaydı, yorulmazdı."

Şimdi, "Çalış, övün, güven" denmiş, çalışkanlara iyi not verilen, çalışkanlara prim verilen bir (ve her) memlekette bizimkisi olsa olsa fantezi, küstahlık, şımarıklık sayılır.
Buna zaten sermayedar, bürokrat, siyasetçi, hocalar, büyükler hep kızar da...
Solda veya sosyalist olmayı "Emek övgüsü" ile izah eden, onca "Kapital"in sonunda, onca manifestonun nihayetinde neyin hayal edilmiş olduğunu atlayanlar da öyle yapar muhtemelen.
Oysa...
"Yabancılaşmış emek"in ortadan kaldırılmasına dair hikaye başka bir şey anlatmak ister; çok sayıda insan anlamıştır ama çoğu yanlış anlamıştır.
Neyse...
Zaten "somut durumun tahlili"nden gerçekçi bir hayalin peşine düşen, yanlış biçimde "emek övgüsü" yaptığı sanılıp duran o Marx'ın damadının, Lafargue'ın da "Tembellik hakkı"nın yazarı olması ironidir tabii.

Bodrum'da, öyle sadece kaymağın değil ama her kesimden insanın "gevşeme" çabasına, gayretine ve gerilerek gevşeme telaşına tanık oldum biraz.
Kafamdaki soru şuydu:
İnsanlar başka birisi mi olmak istiyor; yoksa esas aradığı, bulmak istedikleri kendileri midir? (Tabii buna "başka birini bulmak" da dahil!)
Yani esas olan, işteki, ailedeki, memleketteki, kendi her günkü ortamlarındaki halleri midir; yoksa şu arınma, sıyrılma, dinlenme veya çıldırma seferberlikleri mi?
Önünde sonunda süresi belirli, mevsimi kısıtlı, günleri sayılı bir "tatil" kendinden kaçış mıdır, kendine kaçış mı (Başkalarından... daha başka, bambaşka başkalarına kaçış teşebbüsü belki)?
Eğer ikincisiyse, o kısacık zaman diliminde kendine rastlamama, kendini bulamama ihtimali yüksek değil mi ki? Yine hep başkasına öykünme, yine kendini başkalarına beğendirme, bir ötekine benzeme, daha serbest görünse de rutinlere, standartlara, eğlence ve dinlenme kalıplarına uyma endişe, telaş ve kargaşası, çalışma günlerinden de daha uzun ve yoğun bir "tatil çalışkanlığı" kendine kaçmaya fırsat tanıyabilir mi?
"Tatil kalıbı" da bir bakıma "iş"in formatında ise...
Çalıştığın, çalıştırıldığın, alıştırıldığın biçimlerin "öteki yüzü" ise...
Çölde bir vaha illüzyonu ise...
Ey köle...
Biraz nefes al...
Ve tekrar geç yerine!
Duruma uygun olsun diye, iki kitap okuyordum şu ara:
Ne tesadüf!
Biri, Robert Musil'in, 1921'den 1942'de ölümüne kadar üstünde dolaştığı romanı, harika Ahmet Cemal çevirisi, "Niteliksiz Adam" (Yapı Kredi Yayınları):
"İnsanlık gerçekliği kazanırken düş denilen şeyi yitirdi. İnsan artık bir ağacın altına uzanıp ayağının başparmağı ile ikinci parmağı arasından gökyüzünü seyretmiyor, fakat bir şeyler yaratıyor...
Sanki eski, tembel insanlık bir karınca yığınının üstünde uyuyakalmış ve yeni insanlık uyandığında, karıncalar kanına karışmışlar ve sanki insanlık, o zamandan beri, bu hayvanlara özgü berbat çalışkanlık duygusunu üzerinden bir türlü atamadan en büyük hareketleri gerçekleştirmek zorunda...
İnsanoğlunun iç dünyasındaki kuraklık, ayrıntıda kılı kırk yarmaktan, genelde ise umursamazlıktan oluşan o korkunç karışım, insanlığın bir ayrıntılar çölündeki korkunç terkedilmişliği, tedirginliği, kötülüğü, yüreğe değgin eşsiz umursamazlığı, para hırsı, soğukluğu ve zorbalığı..."
Biri böyle işte.
Diğer kitap ise Fransa'da halen üniversitede dersler veren Cezayir doğumlu düşünür Jacques Ranciere'in "Filozof ve Yoksulları" (Metis Yayınları, çeviren: Aziz Ufuk Kılıç) Uzatmayayım.
Bu kitabın özü de şu:
Birileri sadece çalışmalı; birileri ise onlar adına da düşünmeli.
Düzen bu. Birinciler düşünmeye de kalkarsa düzen bozulur.
Esas eşitsizlik bu. Eşitsizliklerin esası bu.
O yüzden de...
Hep çalışma övülür.
Kimler tarafından:
Çalışan, çalıştırılan, alıştırılan çok çok çok sayıda insan adına lüzumlu, önemli, kıymetli her şeyi zaten düşündüklerini kabul ettirenler tarafından.
İnsanın zincirlerini kırması o yüzden aslında emeğe dair bir şey değildir; tam tersine, işten ve ezberden kafasını kaldırıp "Dur yahu, ne oluyoruz" demesine dairdir. Emeği karşısında bile özgürleşebilmesidir.

Öyle işte...
İnsan, çalışmaktan ziyade düşünmek için yaratılmıştır aslında.
Tamam, çalışmak gerekebilir; ama, çalıştıranların istediği biçimde öldürmeyin düşünceyi, kurutmayın düşlerinizi.
İki parmağınız arasından gökyüzüne bakacak ve hiç görmediklerini görecek, hiç düşünmediklerini düşünecek, hiç düşlemediklerini düşleyecek kadar, kendinizden kendinize kaçmayı unutmayın!
Mekan önemli olmayabilir; bu, zamana dair bir şeydir."

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/talu/2009/07/28/calis_ama_alisma

21 Temmuz 2009 Salı

AŞIRI ÇALIŞAN JAPONLAR KASILIYOR

Japonları çalıştıran yeşil çay ve suşi değil, hazımsızlık hapları.

Bunun sebebi; felaket patronlar, eksik uyku, kötü çalışma alışkanlıkları, tuzlu besinler ve mide ülseri.

Nobel ödüllü Avustralyalı Dr. Barry Marshall gelecek hafta Japon'yay geldiğinde, Tokyo’ya bir aziz dokunmuş gibi olacak. Dr. Marshall, Perth laboratuarlarında, genel mide bakterileri ve ülserler arasındaki bağlantıyı ortaya koymuş kişidir. Dr.Marshall, büyük bir bardak bakteri ile ülserin tedavi edelebileceğini ispatlamıştır.

Japon nüfusunun, nerdeyse yarıya yakını için bu kokteyl gereksiz – onlar çoktan rahatsızlığı kapmışlar ve yaklaşık 1 milyon kadarı ülser. Tedavi yani kısa sureli antibiyotik kullanımı, şu anda sadece standart bir tedavi.

Hâlihazırda, Japonlar ulusal midelerinden rahatsızlar. Japonlar boğazlarına kadar, mide asidine karşı kullanılan tertiplere gömülmüş durumdalar ve 2004’de reçetesiz satılan, bitkisel ilaçlara 1,2 milyar Yen ( USD 13,7) harcadılar. İşdeki stres suçlandı.


Bir başka enstantane; işçilerin yarısından daha azı, ücretli senelik izinlerini alınca; dağ gibi 7,2 milyar Yen’lik fazla mesai ücretleri kalıyor, “babalık izni”ne hala karşılar. İşçilerin %41’i 6 saatten az uyuyor. Ölesiye çalışmak, mahkemelerce tanınacak kadar yaygın ve özel bir kelime ile şereflendiriliyor “karoshi”.

Resmi Japon istatistikleri ve OECD rakamlarında gözüken toplam çalışma saatlerindeki hafif düşüş, usta işçiler tarafından şüpheyle karşılanıyor

Tokyo metrosunun vagonları; stresin, fazla çalışmanın ve tükenişin sonuçlarının harika bir incelemesi.

Dün, bir muhabirinde içinde olduğu vagonunda, genç bir kadın ayakta uyurken, sıkıca tutunduğu tutamaç elinden kayınca, ufak bir velvele yaşandı. Kendisi de uyumakta olan ve irkiltilmesiyle diğerlerini de uyandıran, oturan bir yolcunun üstüne doğru tökezledi. Karşılıklı saygı sunmalar ve özürlerin arkasından herkes eski haline geri döndü.

Daha esnek ve yarı-zamanlı işlerin varlığına rağmen, bu işler daha az yetenekli kimseler için uygun bulunuyor. Güvenli bir iş hala süper-insan adanmışlığı ve bunun getireceği stresi içeriyor. Japon işletmeleri bunu değiştirmek ister görünüyorlar ve çözüm için gözlerini dışarıdan gelenlere dikmiş durumdalar.

Yabancılar şu anda Sony ve Nissan’ı işletiyor ve bir kadın Sanyo’nun başına geçirildi. El birliği ile yeni bir kolektif kültür oluşturmaya çalışıyorlar.

Yönetim danışmanı olarak, idaricilere liderlik dersleri veren Brian Martin, bu ölümüne çalışma davranışının değişmesi için yardıma gereksinim var diyor.

Brian’a göre: zayıf organizasyon, gönülsüz temsil, açık hedeflere ulaşmada ve ya ortak amaç için birleşmekte başarısızlık (yöneticiler arasında görülen tipik eksiklikler) etkisiz kalmaya, ofiste strese ve evde sorunlara neden oluyor.

Onun düşüncesine göre; yeniden güçlenen bir ekonomi ve rakiplerin daha modern bir yönetim stratejileri, ihtiyaç duyulan güdüleyici olabilir.

Ancak karşı cepheden kanıtlanmış konular geldi. 2003’de yayınlanan "Japan Journal of Occupational Health", ekonomik refah, borsanın performansı ve ölüm oranları arasında, çok vahim bir ilişki buldu.

1985-1990 yılları arasında hisse fiyatları yükseldi ve işsizlik düştü ancak işçiler arasında ki ölüm oranı arttı. Yani, ne kadar çok çalıştılarsa, o kadar çok öldüler.

Deborah Cameron, Tokyo
http://www.japanprobe.com/?p=55

Çevirtmec: Aiken

9 Temmuz 2009 Perşembe

“Karoshi” ya da “çok çalışmaktan ölmek”

"II.Dünya savaşının yıkımı ardından 1945 ile 1975 yılları arasındaki Japon ekonomisindeki dikkat çekici yükseliş, bedelini ödeyen insanlardan bağımsız değildir. İnsanlar fiziki ya da mental ızdıraplara katlanarak bütün yıl boyunca günde on ya da oniki saat, haftada altı ya da yedi gün çalışmışlardır.

Fakat ilk üç savaşın yıkımından sonra hiçkimse, 40’ların ve 50’lerin beyin ya da kalp rahatsızlıklarından (ekseriyetle akut kalp yetmezliği ve beyin kanaması) dolayı ölen adamlardan daha fazla özel bedel ödememiştir.

Lakin bu durum 80’lerin ikinci yarısında, herhangi bir hastalık belirtisi göstermeden ve henüz kariyerinin başında olan çok sayıda genç yöneticinin ani ölümleri ile tekrar ortaya çıkmaya ve medya tarafından haberlerde yeni bir fenomen şeklinde ele alınmaya başladı.

Bu yeni fenomen karoshi (kah-roe-shi) ya da “çok çalışmaktan ölmek” olarak hemen etiketlendi ve bir kere ismine ve tarifine kavuştuktan sonra haberi her yana uçarak Japonyanın fiili bir salgın yaşadığı gerçeğini süratle ifşa etti.

Çalışma Bakanlığı istatistiklerine göre 1987’de sadece 21 karoshi vakası bulunurken 1988’de 23 ve 1989’da 30 vaka tespit edilmiştir. Fakat 1988’de ölümlere dikkat çekmek amacıyla kurulan avukatlar irtibat konseyine göre 1990 yılında aşırı çalışan yaklaşık 10.000 kişinin karoshi’den dolayı hayatını kaybetmiştir.

O günlerde, Karoshi Bengo Dan Zenkoku Renraku Kaigi ya da “Çok Çalışmaktan Dolayı Ölümler için Ulusal Avukat İrtibat Konseyi” genel sekreterliğini de yürüten bir avukat olan Hiroshi Kawahito şöyle der: “Küresel dünya, tüketicilere mükemmel hizmet vaatleri ardında kaybolurken, ölçüsüz bir yarış ihtiva eden bu süreç kendi çalışanlarını kurban veriyor.”

Kawahito, çalışanların işleriyle bağlantılı bir karoshi tespit edemediklerini ve Çalışma Bakanlığının endüstriyel kapasiteyi yükseltmek için üretim arttırımını desteklemesinin çalışanların menfaatlerine aykırı olduğunu da ekliyor.

Chiba Kensei Hastanesinin Müdür Yardımcısı ve karoshi konusunda otorite olarak itibar gören bir kişi olan Yoshinori Hasegawa, çok çalışmaktan ötürü hayatını kaybeden kurbanların çoğunun yüz saatten fazla çalıştıklarını söylüyor. Çalışanların fazla mesai ücreti almadıklarını, fakat kendilerine çalışan elit yönetici sınıfının “samuray tarzı onurdan muaf” olduğunu da ekliyor.

Çalışanlar arasında korunan sabit baskı nedeniyle gruplar arası rekabet ve rakiplerin maliyetlerinde pazar payının yükselmesi yüzlerce, binlerce Japon yöneticiyi bu çılgın gidişatın çalışma yönünde tazyikte bulunduğu bir fiziksel baskının girdabına teslim ediyor.

Bu denli yoğun bir çalışmayla geçen senelerden sonra çoğu yönetici boş zamanında dahi dinlenemediğini fark eder. Böylece ciddi stresten kaynaklı sıkıntılar ve sürmenajdan dolayı işlerinden ayrılarak tasviye olurlar.

Kobe Üniversitesinde dış ilişkiler profesörü olan Masaaki Noda, ücretli çalışanların neden çok çalıştıklarını anlamanın zor olmadığını çünkü bu kişilerin kendilerini aile hayatına kapadıklarını ve iş yerinden başka gidecek bir yerleri olmadığını söylüyor."

Boye Lafayette de Mente

http://www.apmforum.com/columns/boye51.htm

çeviri: azcalis

2 Temmuz 2009 Perşembe

Kriz Sonrası Dünya, Çalışma Sürelerini Gözden Geçiriyor.

"Küresel ekonomi çuvallamadan önce, uzun bir geçmişe dayanan ve çalışan kesimin haftalık çalışma sürelerini sınırlayan bir Avrupa geleneği mevcuttu -Avrupa Topluluğu, 48 saatlik çalışma süresi limitini Çalışma Süreleri Yönergesine dayanarak şart koşmaktadır.

Birleşik Krallık ise, işçilerin bu şekliyle daha çok kazanacakları vaadiyle 48 saatlik limit uygulamasının dışında kalmak için direndi. Sürelerin sınırlandırılmasını savunanların elindeki argüman uzun çalışma saatlerinin sağlık problemlerine ve çalışanların sömürülmesine yol açacağı yönündeydi. Fakat, muhtemelen dünyanın en harap sağlık sistemine sahip Avrupa Birliğinde ekonomik gelişme daha öncelikliydi.

“Beklendiği üzere Birleşik Krallık hükümeti uygulamanın (çalışma sürelerinde indirim) dışında kalmak ve ülkelerin çoğunluğunun desteğini almak için Brüksel’de çok çetin bir mücadele vermiştir.” argümanını öne sürüyor İngiliz Sanayi Birliğinden John Cridland “Şaşırtıcı gelebilir ama uygulamanın dışında kalmaktan vazgeçmek bir resesyon içinde bulunduğumuzu göstermektedir ve bu durumda ekonominin en son ihtiyaç duyacağı şey de bir indirim (çalışma sürelerinde) olacaktır.”

Amerika’daki bazı firmalarda çalışma süreleri düşürülmek yerine arttırılmaya başlandı. Thomas Weisel isimli bir yatırım bankası yöneticilerine Paskalya tatili sırasında gönderdiği mesajla “Para kazanamadığımız için ücretleri minimum seviyelere çekiyoruz” şeklinde bir mesaj yolladı.

Sırbistanda ise, haftada dört günlük çalışma süresi tartışılmaya başlandı, uzmanlar sürelerin azaltılmasının ekonomiye de zararı olan iş kazalarının önüne geçeceği yorumunu yapıyorlar. Sırbistan Ekonomik Konseyi üyesi Juric Bajec ise haftada dört günlük çalışmanın üretimi düşüreceğini ve ülkeyi bir resesyonun içerisine sürükleyeceğini söylüyor.

Fakat belki de üretim süreçlerine zarar vermeden ya da çalışanların sağlıklarını ve güvenliklerini kurban etmeden çalışma süresini haftada dört güne çekmek mümkündür. Geçen sene Utah’da enerji sektöründe çalışan bazı işçilerle günde 10 saat ve pazartesiden perşembeye işgünü denendi. Çalışanlar şimdi cumaları tatiller, üstelik üretim seviyesi de korundu ve artık çalışanlar daha az yakıt tüketmeye başladılar. Eğer şirketler ücretleri hakkaniyetli bir seviyede tutmak için gayret sarfederlerse mükemmel bir çözüm gibi görünüyor."

http://bigthink.com/ideas/in-wake-of-crisis-world-reexamines-the-work-week
çeviri: azcalis

Hayatın Mekaniği