29 Mayıs 2009 Cuma

Modern Dünyanın Mesihi

"çalışma ekonomik bir kavram değil varlıkbilimsel (ontolojik) bir kavramdır, bir başka deyişle yaşayan bir varlık olarak insanın kendisini kavrayan bir kavramdır... (Lorenz’den alıntıyla) hangi görünüme sahip olursa olsun çalışma insanın o sonu olmayan kararlılığının ortaya çıkarak somutlaşmasıdır... çalışma, dış dünyayı insanın iç dünyasının bir parçası olmaya zorlayan şeydir.” (Marcuse, Kültür ve Toplum)




“bir kullanım değeri yaratıcısı olarak yararlı çalışma ya da kısaca çalışma insanın içinde yaşamakta olduğu toplum biçiminden bağımsız olarak var olabilmesi için zorunlu bir koşul, insanla doğa arasındaki töz değiş tokuşuna aracılık eden doğal bir zorunluk öyleyse yaşamsal bir zorunluluktur. Çalışma herşeyden önce insanla doğa arasında gerçekleşen bir eylemdir. İnsan doğa karşısında doğal bir güç rolünü üstlenmektedir. İnsanın gövdesine ait kollar, bacaklar, baş ve eller güçle doannmıştır. Bu güçleri harekete geçiren insanın amacı, yaşamına yararlı bir yön kazandıran maddeleri özümsemektir.” (Kapital, Cilt I)




“Alman işçi hareketinin en büyük yanlışı akıntı yönünde yüzmesi gerektiğine inanmış olmasıdır. Teknik gelişmeyi akıntının gittiği yön yani kendi yüzdüğü yön sanmıştır. Oysa buradan sınai çalışmanın politik başarıyı temsil ettiği düşüncesine geçebilmek için bir adım atılması yeterliydi. Alman işçileri sayesinde el emeği konusundaki eski protestan töresi çağdaş bir görünüm kazanarak yeniden yaşama dönüşünü kutluyordu. Bu karışıklığın izlerini Gotha programında bulabilmek mümkündür. Çünkü Gotha’nın çalışmayı “her türlü zenginlik ve kültürün kaynağı” olarak tanımladığı bir sırada, işin daha da kötüye gideceğini hisseden Marx, itiraz ederek insan yalnızca bir çalışma gücüne sahiptir vs. diyordu. Oysa bu esnada karmaşa giderek büyüyordu. Joseph Dietzgen: “Modern dünyanın Mesihi çalışmadır. Zenginlik çalışmanın iyileştirilmesine bağlıdır, böylelikle bugüne kadar hiçbir kurtarıcının başaramadığını onun başarması mümkündür” diyordu.” (W.Benjamin, Şiir ve Devrim)


27 Mayıs 2009 Çarşamba

Ayinesi İş mi Kişinin ?

Yaşamları boyunca çalışmaktan imanları gevreyen köylülere, kuşaklar boyunca harcadıkları güç karşılığında bir tembellik avansı verilmelidir. Köylü dedem çalışmayı mezara girdiği gün bırakmıştı. Bir devlet memuru olan babamsa çalışma süresini dolduramadan (ölümcül bir hastalık hastası olduğundan bunun bedelini ölerek ödeyecekti), erkenden emekli olmuştu. Bana gelince, dinlene dinlene araştırma yaparak, kısa sürede marjinal bir öğretim elemanı olmamdan dolayı çalışmak nasip olmadı. Çocuklarımsa çocuk bile yapmadılar. Tembellik halkasını gidebileceği en uç noktaya kadar götüreceğiz (Cool Memories II)” (Üretimin Aynası, J.Baudrillard, kapak içi)











Marx'ın ekonomi politik eleştirisine dokunmadan çalışma (üretim)-çalışma olmayan (faydasız uğraş alanı) ayrımının tamamen örttüğü öğretilen yaşantılarımız üzerine bir şey söylememiz imkansız. Faaliyetlerimiz faydanın ve üretimin kriterlerince belirlendiği müddetçe “boş vakit”lerimiz dahi paradigmanın bir parçası. Bugün ekonomi politiğin (Kapitalizmin) bize adeta muştularcasına pompaladığı da işte bu mit.

Fakat fayda temelli insani faalitetin yani emeğin Marx’taki yeri de el üzerinde değil mi? Evet ancak temel bir farkla: Marx’ın sınıf temelli paradigmasında baş rolü oynayan işçi sınıfının nişanesi olan “emek” (ve bağlı olarak üretim ve fayda) üretimin (production) hammaddelerinden biri olarak üretimle paralel şekilde ve sürekliliği asla kesintiye uğramaksızın (nefes alıp vermek gibi yani, şöyle diyor Marx el yazmalarında: “komünist toplumun bir üst evresinde... yani çalışma yalnızca bir yaşama aracı değil temel bir yaşamsal gereksinim haline geldiğinde”) devam eden bir süreç, bir temel yapı taşı iken, yüzyıldan uzun süredir devam eden sendikal direniş ve kapitalistin buna olan düşmanlığının ardında yatan “verimlilik” derdi için de o kadar kamburdur (otomasyon teknolojilerindeki gelişimin de payıyla artan işten çıkarmalar).

Bu hassas konuya elbette ki burada kestirmeden bir yanıt aramaya ve bir yargıya ulaşmaya kalkışmayacağız ancak J.Baudrillard’ın “üretim fantazmı”na ve daha da ötesinde Marx’ın ekonomi politik eleştirisine olan cepheden karşı çıkışına tanıklık etmenin faydalı olacağını da düşünmekteyiz. Baudrillard’ın “Üretimin Aynası” adlı kitabından yukarıda alıntılanacak kısımlar ise bahsedilen bu çatışmadan çok, çalışma ahlakına olan yaklaşımından ve daha az çalışmanın gerekliliğini bizce yetkin bir şekilde gözler önüne sermiş olduğu için seçilmiştir. Daha sonraki iletilerde parça parça yeniden dönülecek kitaptan yapılacak diğer alıntılar ise konuya paralel diğer aforizma öbekleri olacaktır. İyi okumalar...

14 Mayıs 2009 Perşembe

Nereye?


"Büyük kentleri doğumundan beri gözlenen telaş, sinirlilik ve huzursuzluk bir salgın gibi yayılıyor şimdi, tıpkı bir zamanlar veba ve koleranın yayıldığı gibi. On dokuzuncu yüzyılın bir yere yetişmek için seke seke giden kent sakininin hayal bile edemeyeceği enerjiler ortaya salınıyor bu süreç içinde. Herkesin her zaman bir takım projeleri olmak zorunda. Boş zamandan azami yarar sağlanması gerekiyor. Planlanıyor bu zaman dilimi, çeşitli girişimlerde bulunmak için kullanılıyor, gezilerle, akla gelebilecek her türlü mekan veya gösteriye yapılan ziyaretlerle veya sadace mümkün olan en hızlı yolculuk türleriyle tıkış tıkış dolduruluyor. Düşünsel çalışmanın üstüne de düşüyor bütün bunların gölgesi. Rahatsız bir vicdanla yapılmakta bu çalışma, sanki daha önemli bir işten, sırf hayali olsa bile daha acil bir işten zaman çalınıyormuş gibi. Düşünsel çalışma, kendini kendi gözlerinde meşru kılabilmek için, büyük bir basınç altında ve zamana karşı yürütülen hummalı bir etkinlik havasına bürünmek, her türlü derin düşünüşü ve dolayısıyla kendini dışlayan bir çaba olmak zorunda..."

Adorno, Minima Moralia.

5 Mayıs 2009 Salı

Anomi

"Artık tıpkı evrensel bir açlık sorunu olduğu gibi evrensel bir yorgunluk sorunu var. Yorgunluk ve açlık paradoksal olarak birbirlerini dışlıyor: Yerleşik, denetlenemez yorgunluk, sözünü ettiğimiz denetlenemez şiddetle birlikte zengin toplumlara özgüdür ve diğer etkenler arasında özellikle endüstri öncesi toplumların en önemli sorunu olmaya devam eden açlığın ve yerleşik kıtlığın aşılmasından kaynaklanır. Endüstri-sonrası toplumların kolektif sendromu olarak yorgunluk böylece derin anomalilerin, refahın “işlev bozukluklarının” alanına dahil olur. “Yüzyılın yeni hastalığı” yorgunluk, her şey giderilmelerini sağlamaya katkıda bulunmalıyken giderek şiddetlenmeleri çağımızın niteliği haline gelen diğer anomik fenomenlerle bağlantılı olarak çözümlenmelidir.

Yeni şiddetin “nesnesiz” olması gibi bu yorgunluk da “nedensiz”dir. Bu yorgunluğun kas ve enerji yorgunluğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Yorgunluk fiziksel sarfiyattan kaynaklanmaz. Kuşkusuz “sinirsel sarfiyat”tan, “depresif olmaktan” ve psikosomatik konversiyondan söz ediyoruz. Bu tür açıklama günümüzde kitle kültürünün parçası haline geldi: Tüm gazetelerde (ve tüm kongrelerde) yerini alıyor. Herkes sinirleri tarafından köşeye sıkıştırılmış olmanın hırçın zevkiyle sanki yeni bir kanıta sığınır gibi bu açıklamaya sığınabilir. Kuşkusuz bu yorgunluk en azından bir şeyi (şiddet ve şiddetsizlikle aynı açımlayıcı işlev) ifade eder: Kas gücünün ortadan kalkmasına, gerilimlerin çözümüne, daha fazla kolaylık ve otomatizme doğru sürekli olarak ilerlediğini sanan ve kendisini böyle gören bu toplum aslında toplu tatmin bilançosunun giderek büyüyen bir açığı itiraf ettiği, bireysel ve kolektif dengenin, kendini gerçekleştiren teknik koşullar çoğaldıkça giderek tehlikeye düştüğü bir stres, gerilim, doping toplumudur.

Tüketimin kahramanları yorgun. Psikososyolojik düzeyde değişik yorumlar ileri sürülebilir. Tüketim süreci fırsatları eşitlemek ve (ekonomik ve statüye ilişkin) toplumsal rekabeti azaltmak yerine, tüm biçimleri altında rekabeti daha da şiddetlendirir ve keskinleştirir. Tüketimle birlikte en sonunda, yalnızca, her düzeyde ekonomi, bilgi, arzu, beden, göstergeler ve itkiler düzeyinde etkili olan totaliter, genelleştirilmiş bir rekabet toplumundayız; artık her şey kesintisiz bir farklılaştırma ve aşırı farklılaştırma sürecinde değişim değeri olarak üretiliyor.

Chombart de Lauwe’la birlikte şunu da kabul edebiliriz: Bu toplum iddia ettiği gibi “özlemleri, ihtiyaçları ve tatminleri” birbirlerine uydurmak yerine, bir yanda rekabet ve toplumda yükselme buyruğu, öte yanda da artık adamakıllı içselleştirilmiş bir hazlarını azamileştire buyruğuyla mücadele halinde olan kategorilerde olduğu gibi bireylerde de giderek büyüyen bir dengesizlik yaratır. Birey, birbirine karşıt bu kadar zorlama altında parçalanır. Eşitsizliklerin toplumsal dengesizliği, bu toplumu giderek uzmanlaşmamış, bütünleşmemiş, “huzursuzluk” içinde bir topluma dönüştürmek üzere ihtiyaçlar ve büyük özlemler arasındaki iç dengesizliğe eklenir. Böylece yorgunluk (ya da “asteni”) modern insanın varoluşun bu şartlarına edilgin bir reddetme biçiminde verdiği yanıt olarak yorumlanacaktır. Ama bu “edilgin reddetme”nin aslında örtük bir şiddet olduğunu ve bu nedenle de diğer biçimleri açık şiddetin biçimleri olan mümkün yanıtlardan sadece biri olduğunu da görmek gerekir. Burada da çift yanlılık ilkesini kullanmak gerekir. Yorgunluk, depresiflik, nevroz genellikle açık şiddete, açık şiddet de yorgunluk, depresiflik ve nevroza dönüşebilir. Endüstri-sonrası toplumunun yurttaşının yorgunluğu fabrika işçilerinin gizli grevinden, iş yavaşlatmasından, “slowing-down”dan ya da okula duyulan “sıkıntı”dan hiç de uzak değildir. Bunların hepsi etin içine doğr u büyüyen bir tırnak gibi söz edilmesi anlamında içe doğru büyüyen karşı koyma biçimleridir.

Aslında kendiliğinden ortaya çıkan görüşün tüm öğelerini tersine çevirmek gerekir: Yorgunluk toplumsal aşırı dış etkinliğe muhalefet eden edilgenlik değildir; tersine günümüzdeki toplumsal ilişkilere ait olan genel edilgenlik zorlamasına belli koşullarda muhalefet edebilir tek aktiflik biçimdir. Yorgun öğrenci, öğretmenin söylemine edilgin bir biçimde katlanandır. İşçi, yorgun bürokrat işindeki tüm sorumlulukları elinden alınan kişidir. Politik “kayıtsızlık”, modern yurttaşın bu donukluğu sadece evrensel oy hakkı olayı hariç, tüm kararlar elinden alınmış bireyin kayıtsızlığıdır. Yorgunluğun, zincirleme çalışmanın ya da büroda çalışmanın fiziki ve ruhsal monotonluğuyla, zorunlu ayakta durma ya da oturma durumlarının, basmakalıp davranışların, tüm devinimsizliğin ve toplumumuzda bedenin tüm ataletinin ve kronik az kullanımının getirdiği kas, damar, fizyoloji katalepsisiyle arttığı da doğrudur. Ama bu temel önem taşımaz, tam da bu yüzden “patolojik” yorgunluk bazı naif uzmanların söylediği gibi (rahatlatıcılar ve uyarıcılarla tedavi edilemediği gibi) sporla ve kas egzersizleriyle de tedavi edilemez. Çünkü yorgunluk bireyin kendisine karşı dönen ve bireyin kendi bedeninde “cisimleşen” gizli bir itirazdır, çünkü bazı koşullarda bireyin çatabileceği tek şeydir. Siyahların Amerikan şehirlerinde kendi mahallelerini yakarak başkaldırmalarına benzeyen bir itiraz. Hakiki edilgenlik sistemle mutlu bir biçimde uzlaşma içinde olmada yatar; keskin bakışlı, geniş omuzlu, sürekli etkinliğine mükemmel uyum sağlamış “dinamik” yöneticideki gibi. Yorgunluğun kendisi bir etkinlik, örtük, yerleşik, kendinin bilincinde olmayan bir başkaldırıdır. Yorgunluğun işlevi böylece aydınlanır: Tüm biçimleri altında “slowing-down” (nevroz gibi) tam ve hakiki “break-down”a engel olmanın tek yoludur. Ayrıca yorgunluk (örtük) bir etkinlik olduğundan Mayıs (68 olayları ç.n.) ayının her yerde ispatladığı gibi aniden açık başkaldırıya dönüşebilir.

Mayıs hareketinin kendiliğinden, tam bir salgın haline gelmesi, oldukça hızlı yayılması sadece şu varsayımdan hareketle anlaşılır: Bir güçsüzlük, yapılış amacına uygun kullanılmama, genelleşmiş bir edilgenlik sanılan şey aslında tevekkülünde, yorgunluğunda, geri çekilmesinde potansiyel bir etkin ve dolayısıyla hemen kullanılabilir güçtür. Dolayısıyla mayıs ayından itibaren geri çekilme de sürecin açıklanamaz bir “tersine dönmesi” değil, açık bir başkaldırı biçiminin örtük bir “itiraz”a (ayrıca itiraz terimi harfiyen sadece bu örtük biçim için geçerlidir: radikal bir değişim pratiğinden geçici olarak kopan sayısız reddetme biçimlerini tanımlar) dönüşmesidir.

Bütün bunlar söylendikten sonra yorgunluğu anlamak için, psiko-sosyolojik yorumların ötesinde, depresif durumların genel yapısına yerleştirmekten başka yapacak birşey kalmaz. Uykusuzluklar, migrenler, baş ağrıları, patolojik şişmanlık ya da iştahsızlık, güçsüzlük ya da kompülsif aşırı etkinlik: Biçimsel olarak birbirlerinden farklı ya da birbirlerine karşıt olan bu semptomlar aslında kendi aralarında yer değiştirebilir, birbirlerinin yerine geçebilir, çünkü somatik (bedensel) “konversiyon” her zaman tüm semptomları taşır, hatta onların potansiyel “konvertibilite”siyle tanımlanır. Oysa –can alıcı nokta da budur- bu depresiflik mantığı (artık organik bozukluklara ya da gerçek işlev bozukluklarına bağlı olmayan semptomların “gezinmesi” anlamında) tüketim mantığının ta kendisini (artık nesnel işlevlerine bağlı olmayan nesnelerin, ihtiyaçların, tatminlerin derin bir tatminsizliğe bağlı olarak birbirlerini izlemesi, birbirlerine gönderme yapması, birbirlerinin yerine geçmesi anlamında) yansıtır. İhtiyaçların akışını ve depresif semptomların “akışkanlığı”nı düzenleyen aynı kavranılamaz, sınırlandırılamaz nitelik, aynı sistematik konvertibilitedir. Bu noktada tüketim sisteminin ve boşalma/bedenselleştirme sisteminin bütünsel, yapısal içerimlerini (ki yorgunluk yalnızca bunun özelliklerinden biridir) özetlemek için daha önce şiddet konusunda ele alınmış olan çift yanlılık ilkesine geri dönüyoruz. Toplumumuzun tüm süreçleri arzunun çift yanlılığının bir yapıbozumu (deconstruction), parçalanması yönünde gelişiyor. Hazda ve simgesel işlevde bütünleşen arzunun çift yanlılığı iki anlamda da aynı mantık uyarınca bozguna uğratılıyor: Arzunun tüm olumluluğu ihtiyaç ve tatmin zincirinden geçiyor ve burada yönlendirilmiş erekselliğe bağlı olarak çözülüyor; arzunun tüm olumsuzluğu ise denetlenemez bedenselleşmeye ya da şiddetin l’acting out’una (eyleme dökülmesine ç.n.) tekabül ediyor. Tüm sürecin derin birliği böylece aydınlanıyor: başka hiçbir varsayım hep birlikte “tüketim toplumu”nu belirleyen ve zorunlu olarak birbirine bağlı olduğu hissedilen, ama klasik antropolojik bir perspektifin mantığını açıklayamadığı, birbirlerini tutmayan fenomenlerin (bolluk, şiddet, keyif, depresyon) çoğulluğunu açıklayamaz.

Bazı şeylerin çözümlenmesini daha ileri götürmek gerek; ama burası yeri değil:

1. Global konversiyon süreci olarak, yani bir eksikliğin, kısmi nesneler olarak birbiri ardına kuşatılan tüm gösterenler/nesneler zincirine “simgesel” transferi olarak tüketimin çözümlenmesi.

2. Bir beden ve modernliğin sisteminde bedenin nesne statüsü kuramından hareketle, kısmi nesne kuramını bedenselleştirme süreçlerine –burada da kuşatma ve simgesel transfer doğru genelleştirmek. Bu beden kuramının tüketim kuramı için vazgeçilmez olduğunu gördük; çünkü tüm çift yanlılık süreçlerini içinde barındırıyor: Hem erotikleştirilmiş ilgi nesnesi olarak kuşatılıyor hem de kaygı ve saldırganlık nesnesi olarak “bedensel olarak” (somatik olarak) kuşatılıyor.

“Bunu tamamıyla klasik buluyordu bir psiko-somatikçi: Baş ağrınıza sığınıyorsunuz. Bu herhangi başka birşey de olabilirdi: Örneğin bir kolit, uykusuzluklar, kaşıntılar ya da çeşitli egzamalar, cinsel sorunlar, şişmanlık, solunum, hazım, kardiyovasküler rahatsızlıklar. Ya da yalnızca en sık rastlanan şey olarak bastırılamaz bir yorgunluk”.

Depresyon anlamlı bir şekilde çalışma zorlamasının sona erdiği tatmin zamanının başladığı (başlamak zorunda olduğu) anda ortaya çıkar (genel müdürlerin cuma akşamından pazartesi sabahına kadar süren migrenleri, “emekliler”in intihar etmeleri ya da çabucak ölmeleri vb...). Apaçık birşey daha var: “boş zaman etkinlikleri zamanı”, bugünkü kuramsal, ritüel boş zaman talebinin ardında giderek büyüyen bir çalışma, etkinlik talebi, kompülsif bir “yapma” ve “eyleme” ihtiyacının geliştiğini görüyor; öyle ki sofu ahlakçılarımız bunda hemen çalışmanın insanın “doğal görevi” olduğunun kanıtı olduğunu gördüler. Ekonomik olmayan bu çalışma talebinde ifade edilen, dinlenmede tatmin olmamış tüm saldırganlıktır. Aslında bu saldırganlık, arzunun çift yanlılığının derinliklerinden geldiği için boş zamanda çözülemez, çalışma talebi, çalışma “ihtiyacı” olarak yeniden formüle edilir ve arzuya cevap vermediği bilinen ihtiyaç çevrimiyle bütünleşir.

Şiddetin, güvenliği yüceltmek için evcil kullanıma dönüşebilmesinde olduğu gibi nevroz olarak yorgunluk da kültürel bir ayrıcalık belirtisi haline gelebilir. O zaman, öncelikle kültürlü ve ayrıcalıklılarda önem kazanan yorgunluk ve tatmin ritüelidir (ayrıca bu kültürel “kandırmaca”nın yayılması oldukça hızlı bir şekilde gelişir). Bu aşamada yorgunluk hiç de anomik değildir ve anomik yorgunluk hakkında söylemiş olduğumuz hiçbirşey bu “mecburi” yorgunluk için geçerli değildir: Mecburi yorgunluk “tüketilen” yorgunluktur ve toplumsal mübadele ve toplumsal konum ritüleinin içinde yer alır."

Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, çev.:Hazal Deliceçaylı- Ferda Keskin, Ayrıntı yay., s.224

Bancini: I'm tired. Whew. O Lord. Oh, I'm awful tired...
(One Flew Over The Cuckoo's Nest, Milos Forman, 1975)

4 Mayıs 2009 Pazartesi

1 Mayıs'ta da 8 Mart'ta da

1 Mayıs'ta Ankara'da toplanan feminist kolektiften bir grup kadının elindeki “8 Mart Tatil Olsun!” pankartı, gündemimizde genelde çok fazla yer bulamayan bir konuyu hatırlattı. Özellikle Rusya’da oldukça renkli olarak kutlanan ve tatil ilan edilen bu gün (ki orada, Sovyet döneminden bu yana kutlanan şekli “Emekçi Kadınlar Günü”dür) Türkiye’de sanki “yeri yokmuş” hatta “makul değilmiş” gibi görmezden gelinir.

















Bugün hala 8 Martın "resmice" yaşamımıza teğellenmiş hali " kadınlar günü" olarak bildiğimiz. Vitrinlerde indirimler ve mor renkli süsler. Bazı bazı sevgililerin, iş arkadaşlarının, oğulların falanın da çiçek alıp verdiği bir sıradan gün, tıpkı benzerleri gibi. Ama 8 Martın asıl hikayesi 1857 yılında başlar; NewYork'taki bir tekstil fabrikasında grevde olan 400 işçiyi ablukaya alan ve onları içeriye hapseden polis, ardından çıkan yangında içeride çoğu kadın 129 işçinin ölümüne sebep olur. Bu olayın yıldönümü, yaklaşık 50 sene sonra Danimarka'da toplanan II. Enternasyonal kadınlar toplantısında Clara Zetkin'in önerisiyle "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kabul edilir ve 1977 senesinde ise Birleşmiş Milletlerce "Dünya Kadınlar Günü" olarak tescillenir.


































Türkiye’de ise 1857’deki olayların bir benzeri 29 Aralık 2005'te Bursa'da yaşanır; Bir tekstil atölyesinde gece mesaisi yapan 10 kadından 5'i can verir;

Ayşe Denizalan (15), Sadife Düdüş (18), Gülden Çiçek (21), Necla Özveren (27), Sevgi Sesli (32)

Atölye sahibi kapıyı kadınların üzerine kilitlemiştir ve içeride onları bitmek bilmez mesaileriyle başbaşa bırakmıştır. Kadınlar sigortasızdır, bazıları 18 yaşından küçüktür ve 16 saati bulan mesailerle çalışıyorlardır.

1857 senesiyle 2005 senesi arasındaki 148 yıllık bu boşluğun, unutulmuşların, üzerlerine kilit vurulmuşların hatırlanması ve bu taşlaştıran hor görmenin katil ve azmettiricilerine hatırlatılması için evet, 8 Mart tatil olsun!

Hayatın Mekaniği