14 Haziran 2012 Perşembe

Etiyle kemiğiyle devletin

bianet.org'a düşen bir habere göre hükümetin eğitim sistemine müdahalesi sadece "dindar" nesil yetiştirme vizyonundan ya da zorunlu eğitim süresinin kesintiye uğratılarak bir anlamda kısaltılması ile sınırlı değil. Hükümet, daha önce enerji bakanının çalışanların çalışma süreleriyle alakalı olarak kurduğu fanteziye (cumartesi de çalışalım, gün batana kadar çalışalım vs.) benzer şekilde çocukların ders sürelerini uzatarak sisteme hızla entegre etme ve dahası çocukluğu yeniden inşa ederek onları küçük adam ve kadınlar şeklinde dizayn etme derdine düşmüş. İlgili haber şu şekilde:

Milli Eğitim Bakanı (MEB) Ömer Dinçer'in ders saatleri ve okul süresinin artacağı yönündeki açıklamasını Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü'nden Prof. Fatma Gök değerlendirdi.

Gök iki noktaya dikkat çekti. Başbakan Erdoğan'ın eğitim sisteminin yeniden düzenlenme çabalarından önce söylediği "dindar nesil yetiştireceğiz" sözlerini hatırlatarak toplumsal olarak muhafazakarlaşma projesini hatırlattı ve işin bir yönünün bunun hayata geçirilmesi olduğunu belirtti.

"Bunu yapabilmek için ellerinde kontrol edebilecekleri en önemli enstrüman okullar ve eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesi."

Diğer yönünü anlatırken de AKP'nin küresel düzeyde neoliberal sistemle iç içe olan ilişkisini vurguladı.

"Küresel düzeyde rekabet edebilecek ve bunu özelleştirmeyle sermayenin çıkarları doğrultusunda ve buna ilişkin emek gücünü yetiştirebilecek bir düzenleme yapması lazım."

Uygulamanın iki sebebi


Neoliberal düzende performans ve kalite kültürü kavramlarının hiç de masum olmayan anlamlar yüklenerek karşımıza çıktığını anlatan Gök, bu kavramların "toplumu yeniden eşitsiz biçimde düzenlemeye yönelik bu çerçevenin içinde bir enstrüman olarak" karşımıza çıktığını belirtti. "Yani emek gücünün daha verimli bir şekilde yetiştirilmesinden söz ediliyor."

Çocukların özgürce potansiyellerini geliştirebilecekleri, ifade özgürlüğünü kullanacakları, barış için, özgürlük için pek çok şey yapılması gerektiğini, böyle bir okul iklimi olması gerektiğini anlatan Gök, şimdi daha sıkı bir okul disiplinine gidecek bir yolun açıldığını anlattı.

"Bunun bir tarafı dinci bir muhafazarlık, diğer tarafı ise 'nitelikçi' ve özelleştirmeyle daha sıkı kontrol edilebilecek bir düzenin insanlarını yetiştirmek."

Eğitimin acil sorunları


Prof. Gök'e göre bu uygulamalara rağmen süreç daha bitmedi.

"4+4+4 çok acildi AKP için, çünkü hem 28 Nisan'ın rövanşını almak gibi bir istek vardı hem de bir an önce imam hatiplerin ortaokulunu açmak istiyorlardı."

Oysa yapılması gereken çok daha güncel, acil konular olduğunu söyledi Gök. Türkiye eğitim sistemindeki sınıfsal temeldeki eşitsizliğe vurgu yaparak, eşitliği öne alan, toplumsal cinsiyet bazında eşitsizlikleri düzeltmek üzere pek çok politika uygulanması gerektiğinden söz etti.

"Biz şehirlerdeki yoksul mahallelerdeki getto okulların durumunu biliyoruz. Şimdi anadilinde eğitim gibi temel bir hakkın seçmeli verileceğini, onu da büyük bir lütuf olarak söylüyorlar. Halbuki insan anadilini seçmeli öğrenemez. Anadili Kürtçe olmayanlar bunu seçebilir, çok da iyi bir politikadır o anlamda...

"Keza engelliler için daha kötü olacak 4+4+4 yasasının uygulanması. Biz kaynaştırma eğitimi politikalarını önemsiyoruz. Bu uygulanmaya başlamıştı Türkiye'de. Şimdi onlar için hayat daha zor olacak."

MEB ders saatlerini arttıracak


MEB başlattığı yeni çalışmayla ders saatlerinin ve okul günlerinin sayısını arttırmayı planlıyor.

MEB'in verdiği bilgilere göre Türkiye'de bir yılda 180 iş günü yani 36 hafta eğitim yapılıyor. Yapılan çalışma sonucunda 180 iş günü olan eğitim süresinin değiştirilmesi planlanıyor. Buna göre, bir yıllık eğitim süresi 190-220 gün arasında belirlenecek.

Ayrıca ilkokul 1. sınıftan 8. sınıf sonuna kadar yıllık 720 saat ders süresinde de sınıflara göre düzenleme yapılacak, 1. sınıftaki öğrenciyle 8. sınıftaki öğrencinin toplam ders saati farklı olacak.

http://www.bianet.org/bianet/cocuk/139049-amac-muhafazakarlasma-ve-verimli-emek-gucu

30 Mayıs 2012 Çarşamba

You are globally mine

Hükümetin sosyal haklara ve çalışma sürelerinin düzenlenmesine dair saldırılarından biri olarak tarihe geçecek olan havacılık personeline grev yasağı getiren düzenlemenin ardından THY'de dün yapılan 1 günlük iş yavaşlatma eylemi cezasız bırakılmadı. Gelen haberlere göre THY, eyleme katılanların işine son vermeye başladı bile.

Hatırlanırsa TBMM İçişleri Komisyonu, cadde, sokaklarda araç park edilmesi ve korsan taksiciliğe ilişkin düzenlemeler içeren bir yasa teklifi üstüne çalışırken AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk marifetiyle, yasa teklifinin içine sessiz sedasız hava işkolunda grev yasağı maddesi iliştirildi ve ilgili yasada “Banka ve noterlik hizmetleri” şeklinde yer alan grev yasağı bulunan işkollarına “havacılık hizmetleri” de eklendi. Muhalefet milletvekilleri, bu uygulamanın dünyada bir örneğinin daha olmadığını söyleyince  AKP’liler: “Böylece dünyada bir ilki gerçekleştirmiş oluyoruz!..” dediler.

Şimdi eksisözlük'te yer alan bir yazıya ve bir THY çalışanın THY içerinde yaşananlara dair ilk ağızdan anlattıklarına bir bakalım:


"Yaklaşık 1 yıldır THY'de çalışan biri olarak şunları söylemek isterim:

Bu yapılanın ismi ister grev olsun, ister iş yavaşlatma, isterse legal yoldan insanlar sağlık raporu alarak evde istirahati seçmiş olsun, thy gibi yıllardır şişirilmiş imajlarla insanların gıpta ettiği bir yerde gelinen durum korkunçtur.

Yükselen isyanlar türkiye'deki çiftçi, memur, doktor, şu bu ile tamamen aynı paralelde, diktatör düzenin lokal göstergesidir.

İşin içinde olmayanlar kabin memurlarını "sade 'chicken or beef?' diyerek, ayda 4000 tl kazanıp da grev yapan şımarıklar" diye nitelendirebilir (işin içine girene kadar hepimiz benzer şeyler düşündük tamam ama inanın bu gerçekdışı).

Paşa torunu olmayan ve her sektörün kendine has zorlukları olduğunu bilenler için bu hala iyi bir maaştır evet ama bir yerde emeğiniz sömürülüyorsa, size her an değersiz olduğunuz hissettiriliyorsa (kabin memurları kışın bile yazlık babetle çalışırlar ve şirket bu sorunu ihale sebepleriyle yıllardır görmezden gelir), özel hayatınıza, birey oluşunuza saygı yoksa, isterse zibilyon liranız olsun, hakkınızı savunmak gerekmez mi?

Ben de bu işe sırf maddi sebeplerle girdiğimi hatırlıyorum. sigorta pirimleri asgariden yatırılan ya da hiç yatırılmayan/hafta sonu tatilleri lüks sayılan ultra esnek mesaili iletişim/medya sektöründen kaçıp, ideallerimden falan bir süre vazgeçerek o meşhur 4000 tl için bu acayip işe girdiğim günü net hatırlıyorum. hem kafamdaki hedeflere ulaşıp işi bırakmaya da birkaç ayım kalmıştı ki o günü görmek nasip olmadan bugünleri yaşıyorum.

Diyeceğim, durumun bu hale geleceği son zamanlardan belliydi. bu mesele böyle olmasaydı uçaklardan biri düşecek, kabin memurlarından biri 1 sn içinde yorgunluktan ölecek, daha pek çok senaryo olabilecekti. ama o zaman suçlu işveren değil, kabin işçisi ya da teknik elemanlar olurdu (ya da hayır takdir-i ilahi olurdu diyelim).
(bkz: http://yorgunucmakistemiyoruz.biz/)

Mesela ben şu "minimum ekip" sisteminden sonra, hayatımda ilk defa yorgunluktan duşta uyuyakaldığıma, iki dk suyu kapatayım da gözlerimi dinlendireyim dediğime şahit oldum.

Şirkette son zamanda oluşturulan ekip sayısının minimumun da altına çekildiği günden beri herkeste başta tansiyon olmak üzere pek çok problem başgösterdi. günde 14 saat mesai, 8 saat dinlenme gibi rakamlar, uçaklarda yediğimiz basınç/radyasyon/mobbing vs için yeterli gelmez oldu.
sağlık raporu alanları "verimsizsin" diyerek tek tek işten çıkaran işveren karşısında insanlar artık delirdi. kimisi stresle mücadele etmek için dört kolla özel hayatına sarıldı, kimisi hiçbir şeyi kaldıramadı da kafayı yedi.
gripliyken asla uçmaması gereken arkadaşlarımın yanıbaşımda kulak zarları delindi ve bazılarında işitme problemleri kaldı, onlar da işten çıktı/ çıkarıldı...
şiddetli açık hava türbülansıyla elmacık kemikleri parçalananlar mı, bu olasılığı yok sayıp aldığımız parada gözü olanlara muntazaman açıklama yapmak zorunda kalmak mı, ulan sanki itfaiye erisiniz demekten usanmayanlar mı.. off öyle öfkeliyim ki...
her iş kolu çok zor ben de bunu iyi biliyorum, kime sorsan nelerden bahseder doğru ama bu çarpıklık herkes herkesin ağzına yüzüne sıçsın anlamına mı gelmeli. en azından alın teriyle çalışanlar arasında ayrımcılık olacağına empati olsun istemek kötü mü.

Ah işte. nasıl cahil, nasıl kötü bir yerde yaşıyorum ki böyle bir başlıkta böyle sözler ediyorum "aldığım parayı fazlasıyla hak ediyordum, canım çıkarak çalışıyordum, o bile yetmedi, kazandığım haklarım, en başta da grev hakkım bir günde gözüme sokula sokula elimden alınıyor. siz şimdi gidip o zalimlerden yana olabiliyorsunuz, yapmayın etmeyin" derken bile kötü oluyorum.

"Havacılık sektörüne grev yasağı gelsin" diyerek meclise inen yasa tasarısı, bir şekilde bu işe hayatını adamış kişiler için sonun fermanı olacak.
emekler, hayaller kaba saba konuşan avam adamlar tarafından yakılıp yıkılacak.
ben olanlar karşısında çok üzüntülüyüm. arkadaşlarım bugün tek tek işten çıkarıldığı için, hala bir takım insanların, klasik medyanın tam manasıyla desteğini alamadığımıza inandığım için çok mutsuzum.
bu ortamdan kaçıp kurtulacağım bir b planım olduğu için tanrıya şükrederken, her zaman herkese kaçacak yer, çalışacak sektör bırakmayanlara sonsuz kere ah ediyorum.

Gözleri önyargıyla kör olmuş arkadaşlara ise thy çalışanlarının onurlu tekel işçilerini anımsatan birlik ve beraberliğine, işlerini kaybetme pahasına verdikleri mücadeleye, kenetlenişe bakıp biraz feyz alın, biraz düşünün, biraz anlamaya çalışın demek istiyorum."



http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=28758699

2 Nisan 2012 Pazartesi

Sabahın Bir Sahibi Var

Daha yakınlarda yaz saati uygulaması ile ilgili açıklamalarıyla gündeme düşen enerji bakanının daha önce kimsenin aklına gelmemiş dahiyane fikriyle sabah 7:30'da işbaşı yapıp, gün ışığı boyunca ve hatta haftasonu da çalışacağımız model önerisi, şimdilerde çokça konuşulan 4+4+4 kesintili eğitim tasarısı ile milli eğitim bakanlığının da gündeminde ciddiye alınmış görünüyor. Vakit nakittir şiarını 5 yaşındaki çocuğa işlemeye hevesli bu yeni tasarı aslında sadece emeği değil, zamanı kontrol ederek tüm bir yaşantıyı yeniden dizayn etme çabasında. Aşağıdaki köşe yazısı bu kötü'ye, zamanın tahakkümüne dair.


"‘Bir köpek kavramı havlamaz’ diyen Spinoza’dan el alarak köpeğin peşine düştüysek, başını yiyesice kapitalizmin ulumalarını en çok sabahları duyarız. Kış günlerinde otobüs camına yaslanmış uyuyanların, vapura koşturan topuklu ayakkabıların, yağmur altında servis bekleyenlerin, trende makyaj yapanların, ağırlıklarınca çantaları altında ezilen çocukların resminde hayatın sisteme boyun eğişi vardır. Telaş bu düzenin mütemmimidir. Hep söylendiği gibi hayatın bir koşturmaca olması üretim verimliliğinin zamanla mücadele esasına dayanmasından ileri gelir. Zira Allah’ın günü kapitaliste bir türlü yetmez. Para ve zaman ona hep az gelmektedir. O halde oradan oraya yetişmeye çalışmakla helak olmaları insanların kaderleridir. Zira düzenin sahibi zamanın da sahibidir.

Kalabalıklar, acından ölmemek karşılığında zaman üzerindeki haklarından çoktan vazgeçmişlerdir. Kapitalistin altın dişlerinden adeta ayet gibi tıslayan ‘’ Vakit nakittir’’ sözü, sahip olduğu bu hakkın adeta nişanesi gibidir. Kafasını sallayarak bu sözün doğruluğunu onaylayan yığınların aklından, ‘’Neden benim için de böyle olsun ki?’’ sorusu geçmez. Kabulleniş çok derindir. Kim bilir, belki de canını dişine takmanın çaresizliğinden daha ağırı; bu hayatın böyle yaşanmak zorunda olduğuna dair telkini düzenin yine insanın kendisine yaptırmasıdır. İnsanların dilinde teslimiyetin yükünü sahiplenecek itirafın yerini bu yaşayışı doğrulayacak böylesi sözler alır. Oysa düşününce anlaşılır ki, vakit nakittir önermesinin doğruluğu kimin vaktinden söz ettiğimize göre değişmektedir. Sözgelimi; bir üretim bandında çalışacağı yerde araziye uyarak bankta dondurma yiyen bir işçinin çalışmaktan kurtardığı zamanı yakalanmadığı sürece kendisinin değil patronunun parasına mal olur. O halde ‘nakit olan vakit’ derken söz edilen her daim muktedirin vaktidir. O, bunun böyle olduğunu bize sürgit hatırlatmakla vazifelidir.

Bu bağlamda Milli Eğitim Bakanı’nın yeni eğitim yasasını savunan sözleri zamanın sahibinin kim olduğuna dair keskin bir hatırlatıştır. Ne diyor Ömer Dinçer;‘Okula başlamada alt limit ise 60 ay olacak. Böylece çocuklarımızın ömründen bir yıl kazanacağız.’ Biz dediği düzenin kendisidir. Kazanan muktedirse kaybeden hep diğerleridir. Demek ki çocuklar beş yaşına vardıkları andan itibaren artık sistemin ödevlerine tabi olmak durumunda kalacaktır. Bugün pek çok insanın modern şehir yaşamanın zorlamasıyla çocuklarını daha erken okula gönderdiğinden söz edilebilir. Burada konumuz herkesi kapsayacak genel bir düzenleme ve bunun bir Bakan söyleminde nasıl karşılık bulduğudur. Düzenin sorgulanmaz buyruğunun bir cümlelik kazanan kaybeden tarifinde kendisini nasıl gösterdiğidir. Oysa bu durumun bizim açımızdan okunuşu bu yeni düzenleme ile çocukların taze hayatlarından bir senenin kaybolduğudur. Zira insan ömrünün ödevsiz kısmı azalırken düzene tabi olan tarafı uzamaktadır. O halde bu durumda kazanan Bakan’sa kaybeden çocuklardır. Sistemin bekası için ‘telaş ve koşturma’ mümkün olduğunca erkene çekilmektedir. Halıda kendi kendine oynayan bir çocuğun kimseye faydası yoktur. Oradan kalkmalı, parasını harcamalı, dokuz yaşına varınca da mesleğine yönlenmelidir. Önümüzdeki bilmem ne kadar sene bu kadar yatırımın şu kadar eleman açığı varken öyle eğlenerek vakit kaybedilecek zaman değildir.

Böyle nereye koşturulduğunun cevabı önemsizdir. Bir an önce kalkıp yarışa katılmak zamanıdır. Derelerin güzelliği gibi bebelerin mutluluğu da düzen için faydasızdır. Çantalar sırtlanmalı, sabah kar yağarken okul yollarına düşülmelidir. O okullarda ne öğretildiği konumuz olamaz. Öğretmenlerin hali mevzu bahis değildir. Böyle sıkıcı ve verimsiz tartışmalara kimsenin vakti yoktur. Vakit nakittir. Matematikte, felsefede, fizikte, mantıkta yaşanılan sefalet teferruattır. Muhalefeti ve iktidarı oturmuş din dersinin akıbetini konuşmaktadır. Okul ticari bir teşekküle indirgenmiş, ülke çocuklarının eğitimi patronların kar beklentisine emanet edilmiş, sağlıklı düşünme becerisi olmayan gençler kendilerini kendi lisanlarında ifade edemez hale gelmiş, sadece meta odaklı bir hayatın köleleri olunmuş vs… Bunlar bizim meselemiz değildir. Çünkü bu çocuklar bizim çocuklarımız değil, sermayenin potansiyel elemanları ve müşterileridir. Nasıl ve ne şekilde yetişeceklerine doğallıkla onlar karar verecektir. Ömürden bir sene kazandık sevincinin müjdesi burada saklıdır. Kazandık haberi bize değil takım arkadaşlarınadır.

Başkasının zamanında sürülen ömrün yazgısı kendisine ait değildir, olamaz. Zira saatler daima sahibine göre işler. Hızını da, duracağı yeri de onlar belirler. Güçsüzün ölüsüne aldırmadan akan zaman muktedirin batan tırnağında donakalır. Bu yüzden bazı devirler asla kapanmaz, bazı mağduriyetler hiç bitmez. Çadırda on iki işçinin yanarak ölmesi iki günde zamana yenilirken yıllar öncesinden muğlâk bir adaletsizliğin hesabı sorulur da sorulur. Hafızalarımız büyük hafızanın tahakkümünden kurtulmak için sürgit yangından mal kaçırmak zorunda kalır. ‘Bize ne olmuştu?’ sorusunun yanıtını bize bile unuttururlar Başkasının zamanında yaşamak tırnaklarını günlere geçirerek yaşamayı dayatır. Hatırlamak en güç eylem olur. Söz uçar, yazı yanar, kuşlar cikler, çözülmeyen dertler çileye döner. Yapacak bir şey yoktur.

Şimdi bir sene kazanan Bakan’a sormak gerekir; şu ahir ömrünüzdeki en mutlu anlarınız, okullardan mezun olduğunuz, iş bulduğunuz veya hadi Bakan olduğunuz zamanlar mıdır, yoksa mahallede misket oynadığınız günler midir? En güzel yemeğinizi falanca davette, filanca lokantada mı yediniz, yoksa annenizin kızarttığı pişiyi mi tercih edersiniz? Akşama ödev yapmak zorunda olan bir çocuğun oyundaki saatlerini sayan kederini hatırlar mısınız? Ezcümle bir insanın bir ömürde görüp göreceği mutluluğun çocukluğu olduğunu bilmez misiniz? O halde onu bir sene daha erken bitirmekteki acelenizi bir daha düşünmek istemez misiniz?"

Başar Başaran, http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1333005078&day=29&month=03&year=2012

Hayatın Mekaniği