26 Mart 2010 Cuma

KAPİTAL, 1. Cilt, X. Bölüm

"Si le manouvrier libre prend un instant de repos, l'économic sordide qui le suit des yeux avec inquétude, prétend qu'il la vole." ["Özgür gündelikçi bir an dinlenmeye dalsa, kaygılı gözlerle onu izleyen iğrenç iktisat, bunu çaldığını ileri sürer."] N. Linguet, Théorie des Lois Civiles, etc., London 1767, t. II. s. 466.



Her meslekten, her yaştan ve her cinsiyetten, karışık bir işçi kalabalığına, üzerimizde kılıçtan geçirilen ruhların Ulysses'ın üzerinde bıraktığı izlenimlerden daha çarpıcı etki bırakan topluluğa bakar bakmaz -koltuklarındaki Mavi kitapları görmesek bile- aşırı-çalışmanın izlerini derhal görürüz; çarpıcı karşıtlık, sermaye karşısında bütün insanların aynı olduğu yargısını tanıtlayan iki kişiyi örnek olarak alalım: bir kadın şapkacısı ile bir demirciyi.

1863 Haziranının son haftasında, Londra'daki bütün günlük gazeteler "sansasyonel" bir başlık altında bir haber yayınladılar: "Aşırı-çalışmanın neden olduğu ölüm." Haber, çok saygıdeğer bir giysi firmasında çalışan ve Elise tatlı adıyla bir hanımefendi tarafından sömürülen 20 yaşındaki şapkacı Mary Anne Walkley'in ölümü ile ilgiliydi. Sık sık yinelenen o eski öykü, bir kez daha anlatılıyordu. Bu kız, ortalama 16½ saat, işlerin hızlı gittiği mevsimde ise aralıksız 30 saat çalışıyor, azalan emek-gücü, arasıra, likör, şarap ya da kahve ile takviye ediliyordu. Şimdi ise mevsimin en hızlı zamanıydı. Yeni ithal edilmiş Gal Prensesi onuruna verilecek baloda soylu hanımların giyecekleri süslüpüslü tuvaletlerin gözaçıp kapayana kadar hazırlanması gerekiyordu. Mary Anne Walkley, 60 kızla birlikte hiç aralıksız 26½ saat çalışmıştı; 30 kız bir odada oturmuşlardı ve odanın havası ancak bunların 1/3'ine yetecek kadardı. Gece, yatak odasının tahtalarla bölünmüş havasız bölmelerinde ikişer ikişer yatıyorlardı. Ve bu da, Londra'nın en iyi modaeviydi. Mary Anne Walkley, cuma günü hastalandı ve elindeki işi bitiremediği için Madam Elise'yi şaşkın bırakıp pazar günü öldü. Ancak ölümünden sonra çağrılan Dr. Bay Keys, jüri önünde dosdoğru tanıklık etti ve şunları söyledi: "Mary Anne Walkley, çok kalabalık bir odada uzun saatler çalışması ve çok küçük ve havasız bir yatak odasında bulunması nedeniyle ölmüştür." Doktora iyi bir nezaket dersi vermiş olmak için jüri kararını şöyle açıkladı:

"Müteveffa inme sonucu ölmüştür, ama kalabalık bir odada aşırı-çalışmasının ölümünü çabuklaştırdığı kaygısını veren nedenler de vardır, vb." "Bizim beyaz kölelerimiz" diye feryat ediyordu Cobden ile Bright'in serbest ticaret organı Morning Star, "Bizim beyaz kölelerimiz, mezara girene kadar didinip dururlar ve çoğu zaman sessizce eriyip, ölür giderler."

"Ölesiye çalışma yalnız terzi atelyelerinde değil, başka binlerce yerde her gün olagelmekte; 'işlerin iyi gittiği' hemen her yerde de diyebilirim. ... Örnek olarak demirciyi alalım. Ozanların dedikleri doğruysa, demirciden canlı, daha keyifli insan bulunmazmış; sabah erkenden kalkar, gün doğmadan kıvılcımlar saçmaya başlar; yemesi, içmesi, uyuması bile başkasına benzemez. Normal çalışsa, gerçekten de, fizik yönünden en iyi durumda olan insanlardan biri sayılır. Ama. biz, onun ardına takılıp, kente ya da kasabaya inelim, bu güçlü adam üzerinde işin ezici ağırlığını ve ülkedeki ölüm oranındaki yerini görelim. Marylebone'da demircilerin yıllık ölüm oranı binde 31'dir, ve bu oran ülkede toplam erkek ölüm oranından binde 11 daha yüksektir. İnsan uğraşının neredeyse içgüdüsel bir kolu olan bu meslek, çalışma alanı olarak hiç de kötü bir yanı olmadığı halde, sırf aşırı-çalışma yüzünden, insanı yiyip bitiren bir iş halini alıyor. Her gün şu kadar sayıda çekıç sallayabilir, şu kadar adım atabilir, şu kadar nefes alabilir, şu kadar iş yapabilir, ve diyelim ortalama elli yıl yaşayabilir; ama, şu kadar fazla çekiç sallamaya, nefes almaya, adım atmaya ve yaşamını dörtte-biri kadar fazla harcamaya zorlanır. Bu çabayı gösterir, sonuçta belli zamanda dörtte-biri kadar fazla iş çıkartır, ama 50 yerine de 37 yaşında ölür."

Gene de, 18. yüzyılın büyük bir kısmında, modern sanayi ve makineleşme çağına kadar İngiltere'de, sermaye, emek-gücünün, haftalık değerini ödeyerek işçinin bir hafta boyu emeğine elkoymayı başaramamıştır; bunun tek istisnası tarım emekçileridir. Dört günlük ücretle bütün bir hafta yaşayabilmeleri olgusu, işçilere, diğer iki gün de kapitalistler için çalışmaları gerektiği yolunda yeterli bir neden olarak görünmemişti. İngiliz iktisatçılarından bir bölümü, sermayenin çıkarına, bu küstahlığı en ağır biçimde yermişler, diğer bir grup ise işçileri savunmuşlardır. Örneğin, o sıralarda, bugünkü MacCulloch ve MacGregor'un benzer yapıtları gibi ünlü olan [Universal] Dictionary of Trade [and Commerce] adlı yapıtın yazarı Postlethwayt ile (daha önce sözü edilen) Essay on Trade and Commerce adlı yapıtın yazarı arasındaki şu tartışmaya kulak verelim.

Postlethwayt başka şeyler arasında şunları da söyler: "Bu birkaç gözlemlemeye, pek çok kimsenin ağzında dolaşan bayat sözlere değinmeden son veremeyiz; onlara göre, eğer çalışan yoksul halk, beş günde yaşaması için kendine yetecek kadarını elde ederse, altıncı günü hiç çalışmaz. Bunlar, bu nedenle yaşamak için gerekli ve hatta zorunlu yaşama araçlarını, vergiler ya da başka yollarla pahalılaştırarak, zanaat ve manüfaktür işçilerini haftanın altı gününde aralıksız çalışmaya zorlamayı öneriyorlar. Bu ülkenin çalışan insanlarının devamlı köleliğinden yana olan o büyük politikacıların duygularını paylaşamadığım için özür dilerim; bunlar, o yaygın atasözünü unutuyorlar: All work and no play. [Hep çalış ve hiç oynama. -ç.] İngiliz mallarına o genel ünü ve güveni sağlayan zanaatçılar ile el işçisinin deha ve hüneriyle İngilizler öğünmüyorlar mıydı? Bunu kime borçluyuz? Herhalde, en çok emekçi halkın dilediği gibi eğlenme ve dinlenmesine. Bütün yıl boyunca haftada tam altı gün aynı işi yinelemek zorunda kalsalardı, bu yetenekleri körlenmez, canlılık ve hünerlerin yerini budalalık almaz mıydı, böyle bir ebedi kölelikle, bizim işçilerimiz, ünlerini sürdüreceklerine yitirmezler miydi?. ... Böyle zora koşulmuş hayvanlardan ne tür bir işçilik beklersiniz? ... Bunların çoğu, dört gün içinde, bir Fransızın beş-altı günde yapacağı kadar iş çıkarır. Ama İngilizler böyle ebedi köleler haline getirilirse, Fransızlardan daha fazla yozlaşmalarından korkulur. Halkımızın savaştaki kahramanlık ününün, anayasal özgürlük ruhunun yanısıra, karınlarındaki ünlü İngiliz bifteği ile pastasından ileri geldiğini söylemez miyiz? Öyleyse, zanaatçılarımızın ve işçilerimizin üstün yetileri ile becerileri, niçin diledikleri gibi kullandıkları özgürlük ve serbestlikten ileri gelmiş olmasın? Ve diliyorum ki, işçilerimizin cesaretlerinin olduğu kadar dehalarının da kaynağı olan ayrıcalıklar ve iyi yaşamalarını ellerinden hiç bir zaman almayalım." Essay on Trade and Commerce yazarı, buna, şu karşılığı verir: "Eğer haftanın yedinci günü, öteki altı günün işe ait olması" (birazdan göreceğimiz gibi sermayeye ait olması demek istiyor) "yönünden kutsal bir kurum olarak tatil kabul edilirse, kuşkusuz bu, bir gaddarlık olarak düşünülemez. ... İnsanoğlu genellikle rahata ve tembelliğe eğilimlidir; biz, bu korkunç gerçeği, gerekli tüketim maddeleri çok pahalı olmadıkça, ortalama haftada dört günden fazla çalışmaya yanaşmayan manüfaktür işçisinin davranışlarından anlıyoruz. ... Yoksul halk için gerekli olan şeyleri tek bir ad altında toplayalım; sözgelişi buna buğday diyelim ve bir kile buğday da beş şilin olsun; işçi günlük emeğiyle bir şilin kazanırsa, haftada yalnız beş gün çalışma zorunluluğunu duyacaktır. Yok eğer buğdayın kilesi dört şilin olursa, ancak dört gün çalışmak zorunda kalacaktır; ama bu krallıkta ücretler, zorunlu maddelerin fiyatlarına oranla çok yüksek olduğu için ... dört gün çalışan bir işçinin elinde, haftanın geri kalan kısmında aylak yaşayacak kadar para kalmaktadır. Haftada altı gün ortalama çalışmanın kölelik olmadığını göstermek için söylediklerimin yeterli olduğunu umuyorum. Bizim tarım işçilerimiz bunu yapıyor, ve bunlar çalışan yoksul insanlarımız içinde herhalde en mutlu olanlarıdır. Ama Hollandalılar bunu el işçiliğinde de yapıyorlar, ve onların da çok mutlu oldukları görülüyor. Bayram tatilleri girmedikçe, Fransızlar da böyle yapıyor. Ama bizim halkımızın edindikleri bir düşünceye göre, İngiliz olmakla, sanki, Avrupa'daki herhangi bir ülkeden daha fazla özgür ve bağımsız olmayı doğuştan bir ayrıcalık sayıyorlar. Bu düşüncenin, birliklerimizin kahramanlıklarını etkilemesi yönünden bir yararı olabilir, ama yoksul el işçisi, bu fikri ne kadar az benimserse, kendisi için de, devlet için de o kadar iyi olur. Emekçi halk kendisini hiç bir zaman üstlerinden bağımsız saymamalıdır. Bizimki gibi toplam nüfusunun sekizde-yedisinin hiç mülksüz ya da pek az mülke sahip olduğu bir ticaret devletinde ayaktakımını isteklendirmek son derece tehlikelidir. Bizim yoksul el işçilerimiz, şimdi dört günde kazandıkları parayla altı gün çalışmaya razı olmadıkça bu duruma hiç bir çare kâr etmeyecektir." Bu amaca ulaşmak için ve "tembelliğin, oburluğun ve aşırılığın kökünün kazınması", çalışma ruhunun isteklendirilmesi, "işyerlerinde emeğin fiyatının düşürülmesi ve yoksulluk yükünün azaltılması" için, sermayenin sadık dostu şu denenmiş çareyi önerir: halkın yardımına muhtaç hale gelmiş işçileri, yani tek sözcükle, yoksulları "an ideal workhouse"a hapsetmek. Bu ideal iş yeri, yoksullar için "midelerini şişirecekleri, giyinip kuşanacakları, azıcık da çalışacakları" bir barınak değil, bir "Dehşet Evi" olmalıdır. Bu "Dehşet Evi"nde, bu "ideal işyerinde, yoksullar, günde 14 saat çalışacak ve kendilerine ancak geriye 12 saatlik net çalışma kalmak üzere yemek paydosları verilecektir."

Kabul etmek gerekir ki, işçilerimiz, üretim sürecinden çıktıklarında, girdiklerinden daha farklıdırlar. Pazarda, bir meta, "emek- gücü" sahibi olarak, öteki meta sahipleri ile karşı karşıya, satıcıya karşı satıcı olarak durmuştu. Kapitaliste emek-gücünü sattığı sözleşme, kendisini, onun tasarrufuna serbestçe verdiğini, deyim yerindeyse, ak ile kara gibi tanıtlar. Pazarlık tamamlandıktan sonra, onun "başına buyruk insan" olmadığı anlaşılır; emek-gücünü satmak için özgür olduğu süre, onu satmaya zorlandığı süredir, ve gerçekten de, vampir, "sömürülecek tek bir adalesi, siniri, bir damla kanı olduğu sürece" onu elinden bırakmayacaktır. "Acılarının yılanına" karşı "korunmak" için işçilerin başbaşa vermeleri ve bir sınıf olarak, bu işçilerin bizzat kendilerinin, sermaye ile yaptıkları gönüllü sözleşme ile, hem kendilerini ve hem de ailelerini köleliğe ve ölüme satmalarını engelleyecek bir yasanın, kudretli bir toplumsal engelin yaratılmasını gerçekleştirmeleri gerekir. "İnsanın vazgeçilmez haklarını" sayıp döken cafcaflı liste yerine, yasayla sınırlı işgününün gösterişsiz Magna Charta'sı geliyor; bununla "işçinin sattığı zamanın ne zaman sona ereceği, ve kendisine ait olanın ne zaman başlayacağı " açıklığa kavuşmuş olacak. Quantum mutatus ab illo!

20 Mart 2010 Cumartesi

Çalışmanın Dönüşümü -Gorz Okumaları- (1)

Andre Gorz, çalışmanın krizi üzerine yapılacak bir incelemede başvurulması gereken en önemli kaynaklardan birisi. Bilhassa "Çalışmanın Dönüşümleri / Anlam Arayışı" alt başlıklı "İktisadi Aklın Eleştirisi" kitabı bu minvalde yapılacak okumaların duraklarından biri olmalı. Bizim de Gorz üzerinden yapmakla yükümlü olduğumuz alt-çizmeler, birkaç bölüm halinde buradaki yerini zaman içinde almaya devam edecek. Aşağıda okuyacağınız kısım giriş mahiyetinde:

Kamusal alana karşılığı ödenen çalışma (ve daha özel olarak ücretli çalışma) aracılığıyla dahil olur, toplumsal bir varlık ve kimlik (yani bir “meslek”) ediniriz; kendimizi başkalarına göre değerlendirdiğimiz ve başkalarına olan görevlerimiz karşılığında onlar üzerinde haklar edindiğimiz bir ilişkiler ve değişim ağına dahil oluruz. Karşılığı toplumsal olarak verilen ve belirlenen çalışma, -çalışmayı arayanlar ona hazırlananlar veya işi olmayanlar için bile- en önemli toplumsallaşma unsuru olduğu içindir ki sanayi toplumu kendini bir “emekçiler toplumu”olarak görür ve bu sıfatla kendinden önceki toplumlardan ayrılır. (s.28)

Özgür insan zorunluluğa boyun eğmeyi reddeder; ihtiyaçlarının kölesi olmamak için gövdesine hakim olur ve eğer çalışırsa, bu sadece hakim olamadıklarına asla bağımlı olmamak içindir, yani bağımsızlığını sağlamak veya güçlendirmek için. (s.29)

Gerçekte, çağdaş nlamda çalışma fikri ancak imalat kapitalizmiyle ortaya çıkar. O zaman, yani XVIII. Yüzyıla kadar, “çalışma” terimi (labour, arbeit, lavoro) tüketim maddeleri veya yaşamak için gerekli olan ve ertesi güne bir şey bırakmadan gün be gün yenilenmesi gereken hizmetleri üreten serflerle gündelikçi işçilerin yaptıkları işi belirtiyordu. Buna karşın, satın alanların genellikle kendilerinden sonraki nesillere devrettikleri dayanıklı, biriktirilebilir nesneler imal eden zanaatçılar “çalışmıyorlar”, “uğraşıyorlardı” ve “uğraş”larında kaba işleri yerine getirmek için çağrılmış, ağır işler gören vasıfsız kimselerin “emeği”ni kullanabiliyorlardı. Sadece gündelik ve vasıfsız işçiler “çalışmaları” karşılığında ücret alıyorlardı; zanaatkarlar, birlik ve lonca denen mesleki sendikalar tarafından belirlenen bir barem üzerinden “eserleri” karşılığında ücret alıyorlardı. Bu loncalar, bütün yenilikleri ve her türlü rekabet biçimini sert biçimde yasaklıyordu. (s.31)

Sanayi çalışmasının bilimsel örgütlenmesi, niceliklendirilebilir iktisadi kategori olarak çalışmayı emekçinin canlı kişiliğinden sürekli olarak koparma çabasıydı. Bu çaba, başlangıçta, çalışmanın değil, emekçinin kendisinin mekanikleştirilmesi biçimini, yani, dayatılan ritim veya çalışma hızıyla verimliliği zorlama biçimini aldı. Gerçekte, iktisadi olarak en akılcı biçim olabilecek verimliliğe göre ücretin uygulanamaz olduğu başlangıçtan itibaren ortaya çıkmıştı. Çünkü XVIII. Yüzyıl sonu işçileri için “çalışma” atadan kalma yaşam ritmine bağlı sezgisel bir hünerdi ve daha fazla kazanmak için kimse çabasının yaygınlaştırmak veya derinleştirmek fikrinde değildi. İşçi, “mümkün olduğunca fazla çalışarak günde ne kadar kazanabilirim diye değil, bugüne kadar kazandığım ve gündelik ihtiyaçlarımı karşılayn 2.5 markı kazanmak için ne kadar çalışmalıyım, diye soruyordu” (M.Weber).

İşçilerin sürekli tam gün çalışmayı istememeleri ilk fabrikaların çökmesinin temel nedeni oldu. Burjuvazi bu isteksizliği “tembelliğe” ve “uyuşukluğa” bağlıyordu. Bunu alt edebilmenin çok düşük ücretler ödemekten başka yolunu göremediklerinden işçi, tüm bir hafta boyunca geçimini sağlamak için günde tan on saat sıkıntı çekmek zorunda kalıyordu. Örneğin J.Smith 1747’de şöyle yazar:

“İhtiyaçlarını haftanın üç günü çalışarak sağlayan işçinin haftanın geri kalanında işsiz ve sarhoş olması çok rastlanan bir durumdur... Yoksullar, asla haftalık safahatlarını karşılayacak ve beslenmelerine yetecek olandan daha fazla çalışmayacaklardır... Yün fabrikalarındaki ücret indiriminin ülke için hayırlı bir iş ve avantaj olduğunu ve yoksullara gerçek bir haksızlık yapılmadığını çekinmeden söyleyebiliriz.” (s.37)

Hayatın Mekaniği