Çalışma artık ne temel toplumsal bağ, ne toplumsallaşmanın temel unsuru, ne herkesin temel uğraşı, ne temel zenginlik ve refah kaynağı, ne de hayatlarımızın anlamı ve merkezidir. Çalışma uygarlığından çıkıyoruz ama geri geri çıkıyoruz ve boş zaman uygarlığına geri geri giriyoruz; bu uygarlığı görme ve isteme yeteneğinden yoksun olarak, dolayısıyla payımıza düşen boş zamanı uygarlaştırma yeteneğinden yoksun olarak, bir serbest zaman kültürü ve olayın geçtiği sahneye egemen olan teknik ve profesyonel kültürleri tamamlamak ve bunların yerine geçmek için seçilmiş bir faaliyetler kültürü oluşturma yeteneğinden yoksun olarak giriyoruz. Söylevimizdeki herşey verimlilik, verim, azami performans kaygısı, yani asgari zamanda, asgari çalışma ile mümkün en büyük sonucu elde etme kaygısı gibi kavramların egemenliği altında tutuluyor. (s.37)
“Hayat çalışma değildir!”... ne kadar bildik ve hatta hamasi geliyor kulağa aslında ama hayatımızın “çalışma hayatı”na oranına bakıldığında bu biliş hali ne de hazin.
Çalışan nüfusun ne kadarı kendi kimliğini hala çalışmasından ve çalışa hayatından yola çıkarak tanımlamayı düşünmektedir? Çalışma kaç kişi için hala hayatın merkezindedir? ...Batı Almanya’da yayımlanan en yeni anketin sonuçlarını aktarıyorum: Soru sorulan kişilerin sadece %15’i (yönetici kadronun %35’i) için mesleki hayat kişisel hayata göre önceliklidir. Büyük çoğunluk için çalışma, artık hayat demek değildir. Hayat, çalışmada değildir. Ne nitelik olarak, ne nicelik olarak.
Niceliksel açıdan, insan çalışma hayatına daha geç başlıyor, daha erken terk ediyor, daha sıklıkla ara veriyor; aynı zamanda, yıllık tm gün çalışma süresi 1960’ta 2150 saatten 1990’da 1650 saate indi, üstelik hastalık nedeniyle meydana gelen yıllık 150 saatlik süreyi de bundan çıkarmak gerekir. Öyleyse, otuz yılda, yıllık bireysel tam gün çalışma süresindeki düşüş %23’tür. Oysa, bu otuz yıl boyunca. (tekrar Alman rakamlarına başvuruyorum) yıllık çalışma hacmi (yani bütün aktif nüfusun çalıştığı toplam saat) %28 oranında azaldı; bu dönemde, çalışma saati başına üretim üç misli arttı ve işsizlik –ya da daha doğrusu, “hayatını kazanma” olanaksızlığı- endişe verici boyutlara ulaştı.
Bu koşullarda, sol bir perspektif ne anlama gelmektedir? Bu koşullarda, “sosyalist olmak” ne demektir? Eğer bu, çalışanların özgürlüğü için savaşmak ise, o zaman sosyalistler, kendilerini hala, her şeyden önce çalışmalarıyla tanımlayan, kendilerini her şeyden önce çalışan olarak hisseden ve çalışmalarını, en azından potansiyel olarak geliştirici ve yaratıcı bir faaliyet olarak yaşayan bu %15’in ideolojik ve elitist sözcüleridir. Bu durumda, sosyalizmin özellikle her türlü çalışmayı yaratıcı ve geliştirici bir faaliyete dönüştürmesi gerektiğinden mi söz edilecektir? Bunu kabul edebilirim; ama bir koşulla: Çalışma-istihdamın yani ücretlendirilmiş üretici çalışmanın zamanımızda hızla azalan bir oran (uyanık geçen zamanımızın beşte biri) olduğunun unutulmaması ve zorunlu ya da özgürce seçilmiş, özel ya da toplumsal bütün ücretlendirilmemiş faaliyetlerin, işçi sınıfına ait olmanın ve çalışan olarak, sermayeninkine karşıt çıkarlara sahip olmanın bilincini oluşturan bu “çalışma”ya dahil edilmemesi gerekir. Her çalışma, kelimenin aynı anlamındaki çalışma değildir. Her çalışma, bir toplumsal kimlik ya da bir sınıfa ait olmanın kaynağı değildir. (s.8-9)
Gorz 8. bölümde, mücadelenin güncel içeriğini belirleyen acil hedefleri sıralarken yukarıdaki konulara tekrar dönüyor:
“Sosyalizm”den sadece ekonominin toplumun ihtiyaç ve değerlerine tabi olmasını anlamamak gerekir; aynı zamanda, giderek yayılan öz-belirlenmiş etkinliklerin gönüllü ve kendi kendine örgütlenen işbirliği içindeki büyüyen bir komüniter ortaklığı çerçevesinde giderek azalan ve esnek çalışma süreleri sayesinde yaratıcılığ ortaya çıkması anlamına da gelmektedir. Ekonomik sistem için gerekli çalışma hacminin azalmasının işsizlik, toplumların bütünlüklerinin bozulması ve güney afrikalılaşması ile sonuçlanması ancak bu yolla engellenebilir.
Çalışma süresindeki indirime ilişkin böyle bir politikanın ücret amacıyla gerçekleşen çalışmayı ve beslenme, bakım ve eğitimle ilgili ev içi çalışmayı yeniden paylaştırabilmesi için toplam gelirin çalışma süresinin gelişimine ve bu sürenin kendisine bağımlı olmaktan çıkması gerekir. Aktif nüfusun büyüyen bir oranı, çalışma verimliliğinin ölçülemediği alanlarda şimdiden çalışıyorsa ve aktif nüfusun daha önemli bir bölümü için düznli ya da tam gün iş yoksa, bu serbeslik, hiç kuşkusuz, kendini daha fazla dayatır. Gelirinden olmadan çalışma hayatını kesintiye uğratma hakkı, “seçilmiş zaman” ve çalışma zamanının öz önetimi hakkı, bundan böyle gerçekleşebilecek özgürleşme taleplerine denk düşer.
Çalışma süresinden ayrılmış bir gelir hakkının, ev işlerinin özel alanında gerçekleşen faaliyetlerin sözde “toplumsal yarar”ı tarafından doğrulanması gerekmemektedir. Özel alandaki (özellikle ailedeki) “yeniden-üretim” çalışması ya da faaliyetleri denen işlerin, toplum açısıdnan, en azından üretim çalışmasına eşit bir yararlılığı olduğu tezi, çalışma ideolojisini ve sanayileşmiş toplumlara özgü yararcılığı kurtarma kaygısını gizler. Oysa, teknik gelişmeler kullanılabilir zaman hazmini arttırdığında bu yararcılık geçerliliğini ve temelini kaybeder. Sorun, bu kullanılabilir zamandan herkesin nasıl ve ne biçimde yararlanabileceğini bilmektir; ve hayatın anlamının da sorusu olan bu sorun, bütün yararlılık hesaplarını ve ölçütlerini aşar: “Bu, neye yaramaktadır?” Bir faaliyet kendisinden başka ne için yararlıdır?
Buna karşılık, gerekli çalışmalardan özgürleşmiş kullanılabilir zaman ancak kendini yaymaktan başka amacı olmayan faaliyetlerde anlamını bulur; bu faaliyetler, hayatın zamanıdır ve hayatın kendisinin yayılımıdır. (s.27-28)
Andre Gorz, Kapitalizm Sosyalizm Ekoloji, Ayrıntı yay., çev. Işık Ergüden
11 Ağustos 2010 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)