16 Haziran 2009 Salı

Haftada 30 Saat Çalışmanın Nesi Yanlış?


30.Mayıs.2009 itibariyle senenin ilk yarısı boyunca milyonlarca iş kaybı oldu, peki kim çalışma sürelerini kısaltarak işi haftaya yaymaktan bahsetti? Cumhuriyetçiler değil, demokratlar bile değil. Peki neden sendikalardan tek bir fikir bile gelmedi.

A.B.D otomotiv endüstrisi organize iş gücünü daha yavaş bir ritme soktu. Birleşik Otomobil Çalışanları Sendikası’nın (United Auto Workers Union - UAW) üst kademelerinde bir tek tartışma konusu vardı; son 50 yılımızı nasıl daha hızlı geri kazanırız? UAW, 1930’larda ve 1940’ larda uygulanmış olan, örgütlenme taleplerinin merkezine haftalık daha kısa çalışma saatlerini alma uygulamasını hatırlamıyor muydu?

Yerel imalat toptan dibe çakıldı ve aynı zamanda bu işler yok oldular. Neden bu ikisi arasında bir bağlantı olmalı? Eğer toplum %10 daha az üretirse neden biz de sadece %10 daha az çalışmayalım? Yüzlerce binlerce yıllık insan varoluşunda işler böyle yürümüyor muydu? İnsanlar ihtiyaçlarını temin etmenin daha kolay yollarını bulduklarında, sadece yapılacak olanı yapmak için daha az vakit harcarlar.

Buna “boş zaman” denir. Boş zaman, tüm yönleriyle kendi kendini yöneten insanları barındıran, demokratik bir toplum için olmazsa olmazdır. Çılgınlar gibi “bir şey” üretmek için çalışmak ve hayatın keyifli yanları için vaktimizin kalmamasındansa, daha az “bir şey” üretip bize daha fazla vakit kalması daha iyi değil mi? Araştırmalar defalarca göstermişlerdir ki; en önemli ihtiyaçlar karşılandığında, daha fazlasına sahip olmak daha fazla mutluluk getirmemektedir. Dahası “iş” stres ile doğrudan ilişkilidir.

İş Gücü – Çevre İlişkisi:

Bu, insanın sinir sistemi için stresten daha fazlasıdır. Daha fazla şey üretmek, toplumun her köşesine daha fazla baskı getirir. Kolektif büyümenin doymak bilmez iştahı, Kuzey Amerika’daki kurtların ve ayıların evlerini yıkar. Afrika’daki şempanzelerin hayata kalabilmeyi başarmış son temsilcilerini, Borneo ve Sumatra’daki orangutanları hızla yok eder. Tropik Mangrov ormanları, plaj-otellerine dönüştürür; aynı parakete usulü balıkçılık yapılarak, insanların yediği her bir balık için 100 deniz canlısının öldürülmesi gibi.

Dünyanın her yerindeki canlılar, havaya, suya ve toprağa serpilen 80,000-100,000 arasında kimyasala maruz bırakılıyorlar. Sayısız klor ve flor molekülü, böcek ilaçları ve plastiklerin içine nüfus ederek bağışıklık sistemini ve yeniden yapılanma sistemini yok ediyorlar. Kurşun, civa ve tabi ki radyoaktif parçacıkların temel yapısı, yaşam sisteminin düşmanlarıdır.

Toksinlerin en sık görülen yapı taşı petroldür. 40 saatten fazla çalışmanın eşdeğeri olan her bir galon petrol insanlığın yakınlarda keşfetmiş olduğu bedava enerjiye en yakın şeydir. Tutumlu bir şekilde kullanılması gerekli bir hammadde olan petrol, birçok gelecek kuşak tarafından tıbbi ve diğer zaruri ihtiyaçlar için kullanılabilecekken ortak kültür tarafından alınan kararlarla gelecek kuşakların gereksinimine rağmen hızla artan miktarlarda telef oluyor.

Bir kuşağı tamamen yok olmaktan kurtarmak için tek yol, birleşik Amerika’nın neslini fazla çalışmaktan alıkoyacak bir kalkan oluşturmayı öğrenmesidir. Çalışanların davranış beklentileriyle ilgili sosyo-psikolojik hava “eğer/ne zaman” sorularından “ ne kadar hızlı arttırabiliriz” e döndü; şirketler aklımızı ve duyularımızı yeşil gizleme perdesiyle karıştırıp, üretim ve dağıtım süreçleri boyunca atmosfere daha fazla CO2 pompalamaya devam ediyorlar.

Hal böyleyken, bizim ekonomik çöküşten mutsuz olmamız ve gezegenin imha edilme işine eski hızından tekrar geri dönmek için dua etmemiz yönünde, şirketler medyada propagandalarını durmaksızın devam ettiriyor. İşte, neden kimse daha kısa çalışılan bir hafta diyen bir sesi talep etmiyor, sorusunu sormanın tam vakti. Neden Doğal Hayatı Koruma, Dünya Yaban Hayatı Federasyonu ve Washington’daki kimi lobiler; bu hastalıklı ortamı tedavi etmede bir seçenek olarak adil iş dağıtımıyla, ekonomik yavaşlamayı önlemeyi başaramadılar?

İş Günü için Mücadele Yüzyılı:

Çalışma saatleri hakkında en ilgi çekici yazılar Karl Marks’ın “Kapital” kitabında bulunur. Pek çok bölüm 19.yy. ekonomi yazımının analitik sitilini yansıtır. 10. bölüm, “Çalışma Saatleri” Marks’ın , “uzun çalışma saatleri işçilerin sağlığına ne yapar” konusundaki ateşli nefretini ifşa eder. Sorun, emekleme aşamasındaki kapitalizmin feodalite altında, iş saatlerini yetersiz bulması ve tatmin edici bir zorla genişletme dayatmasıyla başlar.

Baş gösteren işgücü sıkıntısına cevaben, iş gününün yeterli uzunlukta olmasını sağlamak için İngiltere, 1349 İşçi Kanunu’nu çıkarttı.1562 Elizabeth kanunlarında, çalışma günü yemek saatlerinin azaltılması yoluyla uzatıldı. Kapitalizmin yüzyılında çalışma saatleri günde 12 saate çıkmıştır; Marks, Protestanlıktan gelen kilise tatilinin yok edilişini bir dönüm noktası olarak görmüştür.

19.yy a gelindiğinde, bazı işlerde haftanın 6 günü günde 15 saat çalışılıyor, yanı sıra Pazar günleri de 8-10 saatlik ilave çalışma süreleri ekleniyordu. Cartist Hareket seçimlerde, günde 10 saat çalışılacak vaadi vermişti.

A.B.D. işçi sınıfı organizasyonunun 19.yy.da ulaştığı en üst nokta, 1.Mayıs.1886’da yapılan, 300.000 işçinin katıldığı, 8 saatlik iş günü için grevdir. Haymarket tutuklamaları ve infazları ile Chicago’da ortaya çıkan acımasız baskı; uluslar arası düzeyde 1.Mayıs kutlamalarının ilk kıvılcımını çakmıştır.

Jeremy Brecher’ın yapmış olduğu; klasik tabiriyle günde 8 saat ateşi, 1884 yılında başlamış ve 1886’ya kadar aratarak aşama kaydetmiştir, incelemesi doğrudur.

Öncelikle, günün sözü geçen işçi sınıfı organizasyonlarının önderliği, İsçi Sınıfı Şövalyeleri, 8-saat-işgünü hareketini frenlemeye çalışmışlardır. Sıklıkla taban bir kez kışkırtıldı mı, liderlerini arkalarında sürükleyerek şehrin içine, arkalarına sarkarlar.

İkinci olarak; 1886 grev dalgası, daha önceki işçi sınıfı aksiyonlarından çok uzaktadır “güç için yapılan tüm grev hareketlerini çok üstünde”. 1886, fazla çalışma sürelerini, işe alma ve çıkarma ve de iş organizasyonunu kontrol etmeyi talep ediyordu.

Üçüncü ve en önemlisi; 8-saat-işgünü gayretleri, önce 10 saat işgününün kabul edilmesini bekleyemezdi. İnanılmaz biçimde uzun çalışma saatleri hala uygulanmaktaydı. Başarılı grevin anlamı; pek çok sanayi kolu ve işçi için “çalışma saatlerini 15’den 12’ye veya 10’a indirmek” anlamına geliyordu. Yakın zaman kadar günde 12-15 saat çalışan işçiler, şimdi 8-saat-işgünü talep ediyorlardı.

Kim 40 saatten az çalışmak ister? :

1989’da İspanyol liman işçileri (rıhtım işçileri) ile röportaj yaparken, Barselona’da Juan Madrid ile konuşarak saatlerimi geçirdim. Her yaz o ve eşi aynı ay tatile çıkıp çıkamayacaklarına emin olamadıkları için sorun yaşıyorlardı. Bana inanmaz bir ifade ile “Amerikalı işçiler geçekten senede 1 aydan az mı tatil yapıyorlar” diye sordu.

Ona “İki hafta en yaygını, kimileri 1 hafta tatil yapıyorlar ve kimilerinin ücretli izinleri hiç yok.” diyerek açıkladım. Daha uzun tatillerin desteklenmesinde, onun çalışma haftası, tipik Amerikalı işçiye göre dikkate değer derecede kısalık avantajına sahipti. Avrupa’da bu bir istisna değil kuraldır.

Çalışma haftasını kısaltmak, işçi örgütlerini kaygılandırmıştır. 1930’larda American Federation of Labour, günlük 6 saat çalışma için hükümetin kararlarını ve yasamasını etkilemeye çalışmıştı. Bu uygulama, 1990’da, BMW’nin Regensburg’daki fabrikasına haftada 36 saat olarak denendi. Alman Wolksvagen çalışanları, haftada 28,8 satlik çalışma karşılığında %10 luk ücret kesintisini kabul ettiler. The Digital şirketinin 530 çalışanı %7 kesinti ile, 4 günlük çalışma haftasını kabul ederek 90 çalışanın işsiz kalmasını önledi.

Daha kısa çalışma haftası için kazanılan zaferler bazen geçicidir. Tim Kaminski, 1992 yılında St. Louis Chrysler mini-van fabrikasında, 7 saatlik çalışma süresinden (ücret kesintisi olmadan) artan ekstra boş zamanlarından çok hoşlandığını söylemişti. Ancak, kontratında, bir başka fabrika açılana kadar geçerli olma şartı vardı ki Chryslerin bu yeni fabrikada 2 sene sonra açılmıştır.

Politikacılar daha az çalışma sürelerini desteklemekten bir haberler. Amerikalı senatör Hugo Black, Anayasa Mahkemesine katılmadan önce, 1933’de 30 saatlik çalışma haftasını kanunlaştırmaya çabalamıştı. Çok yakın geçmişte, Fransız Senatosu 33 saatlik çalışma süresiyle ilgilenmiştir.

30 saat iş haftası ile ilgili az bilinen maceralardan biri de mısır gevreği devidir, W.K. Cellog Şirketi. 1930 yılında şirket 1500 çalışanının, haftalık çalışma saatini 8 saatten 6 saate düşürdüğünü açıkladı, böylece Battle Creek’de 300 kişiye yeni iş imkânı doğdu. Haftada daha az çalışılması demek ücret kesintisi demek ancak işçilerin büyük bir bölümü aileleriyle ve çevreleriyle daha çok vakit geçirmeyi tercih etmişlerdir.

Kelogg’un yeni müdürleri, bu kısaltılmış çalışma haftası fikrine hiç de hevesli değildiler. Onlar bir anket düzenlettiler, sonuçta görüldü ki; erkek işçilerin %77’si ve kadın işçilerin %87’si, daha düşük ücret alacak olmalarını bilmelerine rağmen haftada 30 saat çalışmak istiyorlar. Büyük hayal kırıklığı! Bu sefer, yönetim bölüm bölüm, hangi çalışma gruplarının daha fazla para karşılığı haftada 40 saat çalışmayı, daha fazla boş vakte tercih edeceğini araştırmaya başladılar. Onları haftada 30 saat ten vazgeçirmek ne kadar zaman alacaktı? Neredeyse 40 yıl! Kendine daha fazla vakit ayırmak isteği 1985’e kadar çok güçlüydü ancak Kelogg son bölüme kadar haftada 30 saati yok etti.

Kelogg tecrübesi göstermiştir ki, kesinlikle tüm çalışanlar her zaman daha fazla şeyi arzu ederler ve onu almak için gerekli fedakârlıkları yaparlar demek yanlıştır. Karl Marks da, “Çalışma Günü” yazısında benzer bir saptamada bulunmuştur. Dayanılmaz derecede acı veren Lancashire fabrikasındaki anket sonuçları göstermiş tir ki: “ onlar daha az ücrete rağmen haftada 10 saat daha az çalışmayı tercih ediyorlar…”.

Neden haftada 30 saat çalışmaya eleştiriler arttı?:

Bütün bu olanlara rağmen, 21. yüzyılın başından beri haftada 30 saat çalışma tartışılıyor; haftada 30 saat çalışma yeterince kısa değildir! İşe yaramaz üretim dağının arasında mantar gibi çoğalan işsizlik. Artık bir saatlik çalışma ile tüm insanlık tarihinde olandan daha çok üretim yapılabilmektedir. Bütün bunları bir araya getirince, kimsenin haftada 20 saatten fazla çalışmasına gerek yoktur.

Her sene, akıllı insanoğlu, daha az saat iş gücü kullanarak, nasıl daha çok üretim yapılabileceğini çözmeye çalışıyor. Jeffry Kaplan’a ait bir incelemede; 1991 de, her çalışma saati için üretim ve verilen hizmetler, 1948 yılına göre ikiye katlanmıştır. Bu 43 yılda iş gücü verimliliğinin iki kat artmış olması demektir. Jon Bekken, otomasyon ve diğer yeniliklerle, verimliliğin daha hızlı bir gelişim içinde olduğunun tahminini yaparak, her 25 senede ikiye katlandığını hesaplamıştır.

Başka bir deyişle, bir saatlik bir çalışma sonunda, insanların ürettiği miktar her 33 yılda bir ikiye katlanır (10 sene ekleyip çıkarabilirsiniz). Bir çalışma iş gününde üretim miktarını ikiye katlayabilir ya da çalışma saatlerinden yarıya indirerek, aynı miktarda üretim yapabiliriz.

Hem Hoover hem de Roosevelt şirketlerinin yönetimine danışmanlık yapan Artur Dahlberg; kapitalizmin, günde 4 saatlik bir çalışmayla, basit insan ihtiyaçlarını karşılayabilecek yeterlilikte olduğunu yazmıştır. İş saatlerinde yapılan etkin bir kısaltmanın, toplumun talihsiz bir şekilde materyalist olmaması için gerekli olduğunu savunur.

1991 yılında bu durum Harvard’lı ekonomist Juliet Schor tarafından; günde 4 saat çalışmanın, yaşam standartlarında bir düşme olmadan mümkün olabileceğini tekrar dile getirmiştir. J. W. Smith de benzer bir şekilde; endüstriyel kapasitedeki üretimin %50 sinden fazlasının, tüketici ihtiyaçlarıyla hiçbir şekilde örtüşmediğini öne sürmektedir. İklim değişikliği ve petrol sorunun zirve yapmasından yıllar önce; Smith, dünyanın bizi destekleme kapasitesini zorladığımız için ekolojik bir kabusla karşı karşıya olduğumuzu, insanlık için gereksiz olan %50 üretimi kısarak, endüstriyel kirliliğin önüne geçeceğimizi ve değerlerimizi koruyacağımızı öngörmüştür.

Yakın zamanda yapılan analizlerde, Smith, Amerikan ekonomisini sektör sektör gözden geçirerek, haftada 2-3 gün çalışmakla yaşam standartlarında bir düşme olmayacağını belirtmiştir.

Daha fazla “şey”lere sahip olmak için, aşamalı olarak daha da güçlükle ilerlemeye çabalamanın hiçbir makul sebebinin olmadığını ve bizi yok edeceğini pek az ekonomist anlamıştır. İngiliz felsefeci Bertrand Russel’da, günde 4 saat çalışmanın ihtiyaç duyacağımız her şey için yeteceğini düşünmüştür.

Russell, 200 yıl önce bu konuyla ilgili yazmış, Benjamin Franklin ile aynı düşünceye sahipti:
“Eğer her erkek ve kadın günde 4 saat faydalı bir şeyin üzerinde çalışsaydı, hayatın gerekli olan bütün gereklilikleri ve konforuna yetecek kadar üretim yapılabilirdi. İstekler ve sefalet yeryüzünden silinirdi ve geri kalan 24 saat boş zamana ve keyfe dönüşürdü” demiştir.

Ben Franklin’in iş günü ile ilgili bu tasarısından bu yana iş gücü çok daha verimli bir hale dönüşmüştür. Nüfusun çoğalması ve insanların zenginliği bir hayat stili olarak arayışı yüzünden toplam üretim, emeğin verimliliğinden çok daha hızlı büyümüştür. Ted Trainer’ın hesaplarına göre 2070 yılına kadar her yıl % 3 lük bir ekonomik büyüme şimdiki toplam üretimimizin 60 kat daha artacağı anlamına gelir.

Bu da, 63 yılda %6000 gibi bir artış anlamına gelmektedir ki bu ormanlar, okyanuslar, vahşi yaşam ve insanlık için hiç de sağlıklı değildir. Eğer çocuklarımızın bu gezende yaşamasını istiyorsak, insanların haftada 20 saatten fazla çalışmasını kısıtlayacak tek bir önemli yasa bu sorunun çözümü olabilir.

Daha kısa çalışmayı durduran nedir?

Daha az çalışma saatlerine engel olmayan bir faktörde insan doğasıdır. Marshall Sahlins’in değerlendirmesine göre; avcı ve toplayıcı toplumlar, haftada 15-20 saatlerini harcayarak, hayatta kalmak için gerekli olanı temin etmişlerdir. Çalışma saatlerini yarıya indirememekteki engelleri hepimiz kendi içimize bakarak görebiliriz. Sağlık güvencemizi, emekliliğimizi ve yaşam için gerekliliklerimizi kaybetme korkumuz buna sebep olmaktadır. Hemen hemen bütün çalışan Amerikan aileleri, iflasa bir sağlık felaketi kadar uzaktadır. Eğer sağlık güvencelerini kaybetme korkusu olmasa, sayısız insan çalışma saatlerini haftada 20 saate düşürmek isterdi.

Emeklilik de benzer bir bariyerdir. Milyonlarca Amerikanlının farkında olduğu gibi emeklilikleri son üç yılda kazandıklarının ortalaması olarak ele alınmaktadır. Yarım gün çalışmak, emeklilik maaşının bilinmeyen yıllarda kesintiye uğramasına sebep olabilir.

Artık işverenlerin, işçilerinin haklarından daha fazla fayda sağlamak için, çalışma saatlerini 40 saatten az gösterdikleri iyi saklanan bir sır halinden çıkmıştır. Bu fazla çalıştırılmakla da aynı etkiyi yapmaktadır. Her ne kadar fazla mesai için daha fazla para ödense de, şirket eğer sağlık güvencesi ve emeklilik için fazladan para ödemiyorsa, kendi hesabına para arttırıyor da olabilir.

Kömür madenlerini kapatmak için kutsal dağların tepelerinden sesini yükselten çevreciler, o tepeninde üstünde, özel sağlık sigortasını, emeklilik planı yapmayıp, sahtekârlık yoluna giden şirketler için, tek ödemeli sağlık güvencesi ve emeklilik maaşının en az 4 katını ödemeleri gibi bir baskı oluşturabilirler. Şayet çevrecilik önem arz ediyorsa…

1. Kanser gibi hızla çoğalan değersiz üretimi durdurmak için haftalık çalışma süreleri düşürülmelidir.
2. Haftalık çalışma süresinin düşürülmesi ancak insanların sağlık sigortaları ve emeklilik planlarında bir eksiltilmeye gidilmeden mümkündür.,

Buna “sosyal harcama” denir. Sosyal harcamalar aynı zamanda toplu taşıma, temiz su, solunabilir hava, zehirli olmayan toprak ve çok az bulunan bir şey: halk tarafından seçilmiş temsilciler tarafından koordine edilen ücretsiz kaliteli halk eğitimi. Bu sosyal harcamalar çevresel bakımdan, sağlık ve emeklilik kadar önemlidir.

Elektriği ve ısıtması olan bir eve sahip olma hakkı da buna dahildir. Evelerinden atılma ve kamu hizmetlerini kaybetme korkusu olmayan insanlar, uzun saatler boyu çalışma konusunda daha az hevesli olacaklardır. Bunlar daha az çalışma saatleri konusunda diğer tüm bariyerlerden daha büyük bir sorundur. Üretim, karlılığın maksimize edilmesi ilkesine dayandırıldıkça, her bir şirket, rekabet koşulları yapmadan önce, çalışma sürelerini arttıracaklardır. Marks’ın net olarak açıkladığı gibi:

“Gün ışığınızın sınırlarından gecenin içlerine kadar çalışma gününün uzatılması…Bir vampirin canlı kanına susuzluk duyması gibi işgücüne susamak…İşgücünü 24 saate yayma, bu kapitalist üretimin doğasında olan bir eğilimidir.”

21.yy.’da bu söylemi şu şekilde değiştirebiliriz; kapitalin iki uzun sivri dişle beslenir: biri işçi sınıfının kanını emerken diğeri Toprak Ana’dan hayatı emer. 20 saatlik çalışma, işgücüyle ezilen çevreci hareketin yardımıyla, çöküşü engelleyen tahta kirişe dönüşür mü? Belki, ama gerekli değildir. Kiriş alçak kalıp, şeytanın yenilenmiş bir güçle yeniden dirilmesine sebep olabilir. 1886’da, A.B.D’li işçiler 8 saat için grev yaptıklarında, ödeme işlemlerinin de ötesine geçip, üretim süreçleri konusunda kontrol sahibi olmak da istediler. Bugün bizim sadece kaç saat çalışacağımız değil, kalite, dayanıklılık ve hangi ürünlerin üretilmesinin gerekli olduğu konularında da ittifak kurmamız lazım. Kesin biçimde çalışacağımız saatlerin azaltılması, büyük çapta şey üretmeyi azaltarak yaşam kalitemizi yükseltmek amacına hizmet ederse, dünya ekolojisini kurtarmaya yardımcı olacaktır.

Don Fitz
(Don Frtiz, 2006’da zorla emekli edilene kadar, haftada 20 saatten az çalışma davasını sürdürdü. O, Greens/Green Party USA üyeleri için, fitzdon [at] aol.com adresinden ulaşılabilecek Synthesis/Regeneration: A Magazine of Green Social Thought dergisinin editörüdür.)

Çeviren: Nekibu, Aiken
Kaynak:http://links.org.au/node/1077



1 Haziran 2009 Pazartesi

Üretim Fantazmı










Devrimci imgelemin yakasını bırakmayan hayaletin adı: üretim fantazmıdır. Hiçbir şey bu fantazmın bir üretkenlik romantizmine yol açmasını engelleyememektedir. Üretim biçimini eleştiren düşünceyse üretim ilkesine ses çıkartmamaktadır. Bu düşünceye eklemlenen tüm kavramlar yalnızca üretim adlı biçime hiç dokunmamaktadırlar. Kapitalist üretim biçimi eleştirisi sayesinde elde ettiği o ideal görünümle, karşımıza aniden çıkan da zaten bu biçimdir. Oysa ilginç bir bulaşma yöntemiyle, devrimci söylevi, üretkenlik terimleriyle güçlendirmeye çalışan da aynı biçimdir.
s.13

...neye baksanız karşınıza bir üretim söylevi çıkıyor. Nesnel amaçlara da sahip olsa, kendi kendine büyümeyi de amaçlasa bu üretkenlik sonuçta bir değer gibi algılanmaktadır. Üretim hem sistemin hem de radikal eleştirisinin leitmotifidir! Terimler üzerindeki bu türden bir konsensus insanda kuşku uyandırmaktadır...

...Marx, homo economicus adlı hikayeyi yani sistem, değişim değeri, Pazar, artı değer ve biçimlerinin doğallaştırılma sürecini özetleyen bu miti yıkmıştır. Ancak bunu işgücünü bir eylem olarak ortaya çıkarabilmek, çalışmanın insanın değer üretmesini sağlayan özgün bir güç olduğunu gösterebilmek amacıyla yapmıştır. Oysa bu durumda böyle bir girişimin her türlü insani malzeme, arzu ve değiş tokuş olasılığını değer, amaç ve üretim terimleriyle kodlamaya yönelik bir simulasyon modeli ya da nedensiz bir sözleşmeye indirgeme niyetinde olup olmadığı sorusunun sorulması gerekir. Çünkü her türlü çözüm olasılığı amaç, sayı ya da değerden yoksun bir ortamda üretim, şifre çözümünü zorunlu kılan bir koda benzemektedir. Bu ise dünyayı nesnel bir yoldan dönüştürmeye mahkum edilmiş insanı rasyonel terimlerle açıklar gibi yapan devasa bir bilinçaltı çözümlemesidir. İnsanlar artık hemen her yerde kendilerine sunulan bu değer ve anlam üretim tablosuna göre oynamayı, sorumluluk almayı ve sahneye çıkmayı öğrenmişlerdir... İnsanın kendi kendisinin gösterilenine dönüştüğü, aslında bir yeniden canlandırma düzenine ait olduğu sanılan bu müthiş fantazm, biçimlendiremediği bir kendi kendini dışavurma ve birikim sürecinde değer ve anlamın içeriğini temsil etme gayretindedir.
s.14-15

...”Bir artık değer üretebilecekleri halde!” böyle bir şey üretmeyen ilkeller karşısında her defasında afallanılmaktadır. Gelişmek, üretken olmak istememesi mümkün olmayan Batı için bu olay her zaman bir anomali, üretimin reddedilmesi olarak görülmüştür ki, kendi üretmiş olduğu postulat açısından bunun bir mantığı vardır. İlkellerin “üretici oldukları” düşüncesi kabul edildiği zaman bile daha çok üretmek istememelerinin nedeni anlaşılamamaktadır... Vahşiler “doğa”nın ta kendisidir. “Yeterince” elde ettikleri zaman “üretmeyi” durdurmaktadırlar –bu formülde şaşkınlığa dayalı bir hayranlığın yanısıra ırkçı bir acıma duygusu da vardır. Üstelik bu doğru değildir. Çünkü onlar gerektiğinde “hayatta kalmak için gerekli olanın altına” inmeyi bile göze alarak ürettiklerini şölenlerde tüketmektedirler. Siane’lıların beyaz uygarlıkla ilişkiye geçtikten sonra onlarla yaptıkları değiş tokuş sonrasında ellerinde kalan artığı şölenlere nasıl aktardıklarını çok güzel bir şekilde gösteren Godelier ısrarla: “hemen her durumda ilkel toplumlar bir artık değer üretebilecekleri halde bunu yapmamaktadırlar”; daha da güzeli: “Bu artık, hep potansiyel bir artık olarak kalmaktadır!”, “Görünüşe göre onları bu artığı üretmeye zorlayan hiçbir neden yoktur” demektedir.
s.68-69

J. Baudrillard, Üretimin Aynası

Hayatın Mekaniği