24 Nisan 2009 Cuma

Zamanım olursa tatilde bunu düşüneceğim

"Tükenmişlik Sendromu" (Burnout) artık hemen hepimize o kadar aşina bir kavram ki, herkes tükenmişlik hissi yaşadığından olsa gerek üzerine konuşmaya dahi mecal yok. "Kar ettiren hız" karşısında çalışanlar, açıkça makine ile rekabete sokuluyor ve elbette kazananlar çarklar ve çipler, kaybedilen ise akıl sağlığı ve hayat oluyor. Çalışma stresi üretim çarkını yağlıyor fakat aşırı ısınan parçaları da arada soğutmak gerekiyor, bu şekliyle de senelik izin şeklinde bahşedilen dinlenme dönemleri rekreasyon periyodu olarak "verim" zincirine eklenivermiş oluyor.



Belki de sonunda tatile gidiyor olmamdan dolayı; zamanı ya da daha çok zamansızlığı, Amerikan hayatının çılgınca hızlanmasını düşünmeden edemiyorum. Ekonomist Juliet Schor 1993’te, Fazla Çalışan Amerikalılar: Boş Zamanın Beklenmedik Azalışı (The Overworked American: The Unexpected Decline of Leisure) adlı kitabında, en azından hâlâ işi olanlar için, her açıdan sadece daha da kötüleşen bu yaygın soruna işaret ediyor.

“Zamanını Geri Al” örgütü (www.timeday.org) ortalama Amerikalıların yaklaşık dokuz tam hafta ya da başka bir açıdan bakılırsa Batı Avrupalılardan 350 saat daha fazla çalıştığını öngörüyor. Çalışan Amerikalılar yılda ortalama iki haftadan biraz fazla tatil yapıyorlar, Avrupalılar ise beş altı hafta. Zamanını Geri Al hareketinin talepleri arasında tüm Amerikalı işçiler için asgari üç haftalık ücretli yıllık izin var.

Amerikalılar neden bu şekilde, bitap düşürücü saatler boyunca çalışıyorlar? İşçi sendikalarının azalışı kesinlikle bir etken, ancak Teresa Brennan’ın Küreselleşme ve Dehşetleri: Batı’da Günlük Hayat (Globalization and its Terrors: Daily Life in the West) adlı kitabında ileri sürdüğü gibi zaman hırsızlığı kapitalist küreselleşmenin yapısal bir koşuludur. “Üretimin hızı ile iş gücü dâhil doğal kaynakların yeniden üretiminin bu hıza ayak uyduramama durumu” arasında süre giden bir gerilim olduğunu yazıyor.

Sağlık, eğitim ve sosyal refaha yapılan yatırımlar yoluyla iş gücünün yeniden üretilmesinin masrafları, “kâr elde ettiren hıza bir engel” oluşturur. Kapitalizm, hız ve yeri insanların ve eşyaların yeniden üretilmesi için gereken zamanın yerine koyarak, yerel kaynakları tükettikten sonra başka bir yere taşınarak bu gerilimi çözmeyi dener.

Bu arada üretimin artan teknolojik hızı Brennan’ın “biyolojik düzensizlik” dediği şeye yol açar. “Makine ne kadar hızlı çalışabilirse tüm üretim bileşenlerini (insan gücü dâhil) aynı hızda çalıştıracak teşvik o kadar büyük olur.” Bu hıza yetişmeyi denerken, beyin/vücut sorunu, vücuda düzensizleşmesini -yeterli uyku, beslenme ve boş zaman olmadan yaşamasını- emreden beynin bir sorunu olur. Sonuç psikolojik stres, stresle ilişkili hastalıklar ve toplumun çökmesidir.

Kendi hayatımda biyolojik düzensizliğin ana aracı bilgisayar, özellikle de elektronik postanın artan önemidir. Evet, tabi ki, elektronik posta güçlü bir politik örgütlenme ve iletişim aracıdır; ona övgüler yağdırabilirim ve yağdırıyorum ancak hızlanmanın asıl kaynağıdır ve işle ev, çalışmayla boş zaman arasındaki sınırları kolayca siler.

Hızlı ve daha da hızlanıyor; bir yetişme mücadelesi. Günün sonunda bir bitirme hissi yok. Onun sayesinde daha mı iyi düşünüyorum? Kesinlikle hayır. Eleştirel okuma ve düşünme için ayırdığım ya da bir dost veya iş arkadaşıyla bir fincan kahve içmek için dışarıya çıktığım ve belki de bazı yeni eylemlere veya fikirlere ulaşacağım zamandan yiyor.

Kahvehaneler bile internet kafeye dönüştürüldü. Sanal ortam, hak iddia etmemiz gereken yeni bir kamusal alan olabilir ancak kahvehaneler, meyhaneler, parklar, meydanlar ve mahalleler gibi eski kamusal alanların yerini zor doldurur.

“Biyolojik düzensizleşme” ve hızlanmanın politika yapma şeklimiz üzerinde de sorunlu etkileri olabilir:

“Biyolojik düzensizleşme ve hızlanma, politik aktivistlerin çoğu zaman başına gelen tükenmişlik sendromunu* yoğunlaştırıyor. Çalıştığım kadınların sağlığı çevrelerinde, kendi fiziksel ve ruhsal sağlığımızın gündemdeki son şey olduğu aramızda yaptığımız değişmez bir şakadır.

“Suç kültürünü kuvvetlendiriyor. Eğer stresli değilseniz bir tembel olmalısınız. Çılgınca fazla çalışmak, tehlikeli bir durumdan ziyade bir şeref nişanı.

“Hoşgörü, sabır ve cömertlik kapasitesini; politik mücadelenin yükseliş ve düşüşleri boyunca sürecek kişisel ilişkiler kurmak için gerekli toplumsal bağ kapasitesini azaltıyor. Çılgın koşuşturmada, koşuşturma bizi çıldırtıyor.

“Politik alanları ulaşılmaz yapıyor. İçinde dinlenmeye ve eğlenceye yer olmayan aralıksız politik çalışmanın aceleci, nefes nefese hızına yetişmek, özürleri olan insanlar, küçük çocukları olan aileler ve yaşlı insanlar için genellikle zordur. Politik aktivistlerin de yenilenmeye ihtiyacı var.

Farklı bir hayat şekli, Brennan’ın tarif ettiği küreselleşme terörüne bir alternatif oluşturmak istiyorsak, o zaman ilerleyen gündeme kararlıca zaman ayırmak kadar kendi zamanımızı da geri almak zorundayız. Eğer zamanım olursa tatilde bunu düşüneceğim.

Betsy Hartmann

----------------
* Burnout denilen mesleki tükenmişlik sendromu, kısaca kişinin kendisine büyük hedefler koyup daha sonra istediklerini elde edemeyip hayal kırıklığına uğrayarak, yorulduğunu ve enerjisinin tükendiğini hissetmesi olarak açıklanabilir, www.cvtr.net (ç.n.)

-- Betsy Hartmann, Hampshire Koleji’nde Nüfus ve Gelişme Programı’nın yöneticisi ve kadınların sağlığı hareketinde yazar ve aktivisttir.


çeviri: duygu (feminist kadın çevresi)
kaynak: http://www.znet-turkiye.org/

20 Nisan 2009 Pazartesi

Vakit, nakit değildir! Vakit, hayattır! Hayatına dön. Fazla mesaiye kalma.

Yıldırım Türker’in 18 Nisan’daki köşesi (Radikal) “Tembelliğe Övgü” başlığını taşıyordu. Tamamı için link aşağıda:

Tembelliğe Övgü

‘Beni 20 yıl sıkıntıya mahkûm ettiler/Düzeni içinden değiştirmeye çalıştığım için’ diye başlıyor büyük Kanadalı şair Leonard Cohen’in bir şarkısı. Sınıf bilincinin pek de şık bir şey olmadığını düşünenler Cohen’i sevemez. Bu yazıyı okumaları da icab etmez. Cohen aynı şarkı/şiirde “Şu moda sanayinizden hiç hazzetmiyorum efendi/Şu sizi zayıf tutan haplardan hiç hazzetmiyorum/ Kızkardeşimin başına gelenlerden hiç hazzetmiyorum” diye devam ediyor. Sonra da açık seçik bir ilan-ı harp: “işte geliyorum, hakkınızı avcunuza vereceğim/ Önce Manhattan’ı alacağız, sonra da Berlin’i” Cohen, hayatı boyunca ‘cool’ olmadı. Diyelim Fransız muadili olduğu iddia edilen Serge Gainsbourg’un serinliğini rüyasında bile görmedi. Gainsbourg, Fransız manacılığıyla yarattığı şiiri en kabadayı haliyle okudu durdu. Gainsbourg,’Fiziksel aşk, çıkmaz sokak’ diye gırtlağının en afili yerinden şarkıcılığa tenezzül etmezmiş gibi yaparken, Cohen, bir an olsun politik olmaktan uzak kalamayarak “Seni çıplak görmem şart/hem butlarını hem kasıklarını” diye hıçkıyordu.

Kişinin boranlar fırtınalarla sınanan dostluk-akrabalıkları hayatın küçük lütuflarından doğuyor. Cohen, benim canım dostum, kan kardeşim. Onu tanıyıp sevdiğimde henüz 16 yaşındaydım. Bir tesadüfün fısıltısıyla hayatımın şairlerinden biri oldu. Serge’i hep sevdim, ben de onu çok ‘cool’ buldum. Ama kanımın akış yönü hep ondan çok daha canhıraş, çok daha yaralı adamları işaret ediyordu. ‘Ekonomi politik’in püskürttüklerini. Serüvenlerinin şahsi bütünlüğü konusunda sevdiklerini asla tam olarak ikna edemeyenleri. Sürüklenmelerle, sürekli bir mahmurluk hali yaşayanları. Her yaptıkları, her ürettikleri manifesto tadında olan, döne döne kendine ve çevresine batan adamlarla kadınları. Hayatı kolaylaştırmak için kıllarını kıpırdatmayan, sırtlan gibi uluyan, kelebek kadar kısa ömürlü, uçucu yaratıkları. Yaşamak istedikleri dünyayı rüyalarında görüp bir daha ayılamamışları. Acemileri. Kimileyin konuşurken terleyen, beceriksiz, küskün yaratıkları. Durup dururken etraflarını çoşkularıyla kasıp kavuranları. Sıkılmamak için çırpınanları. Hayatta kaybedecekleri tek şeyin sıkıntı olduğuna inananları. Tanrısı ‘Heves’ olanları...

devamı için: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=931821&Yazar=YILDIRIM%20T%C3%9CRKER&Date=18.04.2009&CategoryID=97

15 Nisan 2009 Çarşamba

888

1 Mayıs yaklaşıyor, gelmiş bahardan belli... Ve bizler 1 Mayıs’ta, yeniden, insanca çalışma koşulunun vazgeçilmezi olan çalışma saatinin azaltılması talebini 119 seneden beri olduğu gibi sokaklarda dillendiriyor olacağız. Peki nereden geldik bu konuya?

New Lanark’ta günlük çalışma saatinin 10 saatle sınırlandırılmasının mümkün (sermayedar açısından) ve elzem (insan ihitayaçları ve bundan türeyen motivasyonla sermayedarın çıkarları açısından) olduğunu görmüştük. Bugün bile devam eden o zulmedici hırsın itkisiyle sermayedarın satın alıp mal bildiği ve bir kılını dahi yoldurmaya yanaşmadığı emek zamanının yani çalışma sürelerinin azaltılması gerekliliğine dirençten ötürü idrakinin geciktiği de malum.

New Lanark’tan yaklaşık 7 sene sonra, 1817’de bu sefer yeni formülüyle gelir Owen: “sekiz saat çalışma, sekiz saat rekreasyon, sekiz saat dinlenme”. Kendi iplik fabrikasında bunu uygulamayı başarsa da dünya henüz buna hazır değildir zira işçilerin katedeceği daha uzun bir yol vardır.

10 saatlik çalışma süresinin İngiltere’deki çalışma mevzuatına dahil edilebilmesi (o da kadın ve çocuklarla sınırlı olmak kaydıyla) 1847 senesini bulacaktır. Fransız işçileri ise çalışma sürelerini, uzun süren Chartist hareketi ardından 1848 devrimiyle birlikte ancak günde 12 saate düşürebilecektir.

Velhasılı 1840 senesine kadar kayda değer bir ilerleme olmamış lakin yukarıda bahsedilen gelişmeler neticesinde tüm dünyadaki sekiz saat mücadeleleri ilhamını bulmuştur. 1840’da Wellington’da marangoz Samuel Duncan Parnell’ın başlattığı mücadelenin ardından Yeni Zelanda, dünyanın ilk sekiz saatlik çalışmayı kabul eden ülkesi olarak tarihe geçmişti. Buradaki sekiz saat direnişinin şiarı da Owen ile aynıydı ve günü üç eşit parçaya ayırmıştı.

Sonrası çok daha hızla gelişti; 18 Ağustos 1855 Sidney’li taş işçileri işverenlerine ultimatom vererek, o sırada en hızlı günlerini yaşayan ve bu nedenle de iş gücünün en kritik olduğu inşaat sektöründe sekiz saatlik iş gününe geçiş için altı aylık bir süre tanıdı. Şubat 1856’ya gelindiğinde, yani ultimatomun tanıdığı sürenin sonunda, bu konuda bir adım atılmayacağı belli oldu. Taş işçileri söz verdikleri gibi iş bıraktı ve greve gittiler. 2 haftanın ardından işveren, işçi ücretlerinde de kısıntı yapılması koşuluyla iş gününü sekiz saate indirmeye razı oldu, ancak bu elbette ki tatminkar bir sonuç olamazdı. Böylece 21 Nisan’da taş işçileri işi daha da büyüterek parlemento binasına bir yürüyüş tertipleyerek taleplerini ulusal ölçeğe taşıdılar. Parlemento, taş işçilerinin bu taleplerini haklı bularak 12 Mayıs’ta sekiz saatlik iş günü haklarını ücret kesintisi olmaksızın kabul etti. Bu eylem ülkedeki diğer tüm sektörlere ilham olarak 1858’de inşaat sektöründe çalışan tüm işçiler, 1860’da da tüm sektör işçileri için yaygınlaştırılarak yasalaştı.
















ABD’deki 10 saat mücadelesi aslında Robert Owen’dan evvele dayanıyordu ancak 1791 grevi hiçbir sonuç vermemişti. 1835’e gelindiğinde ise Philadelphia’da başlayan genel grevin ardından 12 saatlik çalışma süresinin 2 saati net olarak yemek molası olarak tanınmak koşuluyla görece 10 saat hakkı kazanılmış oldu. 1836’ya gelindiğinde işçiler sekiz saatlik iş günü taleplerini dillendirmeye başladılar.

1864 senesine gelindiğinde Chicago’daki işçilerin gündemlerinin merkezine artık sekiz saat mücadelesi oturmuştu. 1867’de Illinois’de bir sürü açığı ve çelişkisi olan bir sekiz saat yasası çıkarıldı ve bu yasa süprüntüsü, 1 Mayıs 1867 grevini tetikledi. Bunun sonucunda 1868’de kongre, sadece devlette çalışanları kapsayan kısıtlı bir yasa çıkardı.

Ancak tüm bu gelişmelere karşın ABD’deki sekiz saat mücadelesi, gerçek ve tatmin edici bir düzenleme yapılıncaya kadar sürecekti. 1870 yılında başını bilhassa anarşist ve sosyalistlerin çektiği işçi hareketlerinin ana gündem maddesi sekiz saatlik iş günüydü. 1872’de New York’da yüzbinlerce işçinin katıldığı eylemler sonunda sekiz saat hakkı belli bazı sektörlerde elde edilmiş oldu. Albert Parsons’un 1878’de sekreterliğine gelmesiyle birlikte Chicago Sekiz Saat İttifakı 1880 senesine gelindiğinde Ulusal Sekiz Saat Komitesine katılacak ve bunun devamında da 1 Mayıs 1886 olaylarının yapı taşları örülmeye başlanmış olacaktı.

1 Mayıs 1886 günü Albert Parsons karısı ve iki çocuğunu da alarak Michigan Caddesinden 80.000 kişiyle birlikte bir yürüyüş başlatır. Bu yürüyüş aynı zamanda Chicago, Cincinnati ve Milwaukee’deki birçok işçi örgütünün desteğiyle yürütülecek genel grevin de başlangıcıdır. Ulusal ölçekte bu eylemlere 350.000 işçi işlerini bırakarak destek verecektir.

3 Mayıs’ta gösteriler seyir değiştirecek, McCormick’in grev kırıcı işçileri, eylemdeki işçilere saldıracak, çıkan olaylara polis sert müdahalelerde bulunacaktır. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs günü Haymarket meydanında toplanan binlerce işçinin düzenlediği miting dağılırken meydana atılan bir bomba 7 polisin ölümüne ve birçok insanın yaralanmasına yol açacaktır. Olaylardan eylemci işçileri sorumlu tutan devlet, tutukladığı August Spies, Albert Parsons, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg, Michael Schwab, Samuel Fielden ve Oscar Neebe’den sadece Neebe’ye 15 yıl hapis verecek diğer eylemcileri ise idam edecek, sanki yediye karşı yedi isteyecektir.

1889’da toplanan toplanan İkinci Enternasyonal’de 1 Mayıs İşçilerin Birlik Mücadele ve Dayanışma günü ilan edilerek 1890’dan itibaren tüm dünyada kutlanmaya başlanır.

Türkiye’de ise 1911’de o sıralarda henüz Osmanlı toprağı olan Selanik’te kutlanan 1 Mayıs’tan sonra 1912’de İstanbul’daki ilk 1 Mayıs kutlaması yapılır. 1923 senesinde 1 Mayıs İşçi Bayramı ilan edilir ancak 24’de kitlesel gösteriler, 25’de ise bayram tümüyle yasaklanır. 1935’te içeriği boşaltılıp mumyalanarak 1 Mayıs Bahar Bayramı halini alır.

1976 senesinde Taksim İşçi Bayramı kutlamaları Türkiye’deki ilk ve belki en görkemli kutlama olacaktır. Fakat hemen ardından gelen 77 kutlamaları tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçer. Malum provakasyon sonucunda 34 kişi hayatını kaybeder. 79 senesinde İstanbul’da miting her yerde yasaklanır ve sokağa çıkma yasağı konur. 81 cuntası 1 Mayıs tatilini tamamen iptal eder ve Taksim’deki gösterileri yasaklar. Sonraki yıllarda bu yasak yüzünden polis ve göstericiler hemen her yıl karşı karşıya gelecektir ve Taksim Meydanı giderek 1 Mayıs’ın Türkiye’deki Haymarket’i, sembolü olacaktır. Bu yasak ve ona karşı direniş halen sürmektedir.

Burada özetlemeye çalıştığımız 1 Mayıs ve Sekiz Saatlik İş Günü Mücadelesi’nin tarihidir. Bugün artık kazanılmış, kabul görmüş görünen sekiz saat hakkı, bizzat devletin kurumlarınca belgelendiği üzere haftada 50 saatin üstüne çıkmış olan çalışma haftasınca yalanlanmaktadır. 1 Mayıs’ın bu mücadeleden ayrılamaz tarihi, bu nedenle de bugün dahi ibretlik konumunu korumaktadır. Yaklaşık 70 sene içerisinde 10-12 saatlik çalışma sürelerinden 8 saate pekala inebilmiş iş günü yaklaşık son 120 senede bir saat daha kısalamadığı gibi krizler, verimlilik, optimizasyon ve hatta maksimizasyon vb. gerekçelerle uzamaya, uzatılmaya başlanmıştır. Bugün 7 saatlik iş gününü konuşmanın, bunu var gücümüzle talep etmenin vakti geçmektedir. Avrupa’da kazanılmış gibi görünen bu 7 saat hakkının son krizle birlikte işverenlerce geriye alınmaya çalışılması, Türkiye’de ise tahayyüllerden bile ne kadar uzak olduğu gerçeği bu ivediliği ispat eder niteliktedir. Burada bir kazanım elde etmek, daha ötesi için, ücrette ve yaşam standardında adalet için ve küredeki belli bir azınlığın aşırı tüketiminden kaynaklı kötü kirliliğin sebebi olan varlığın, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları yönüne doğru kaydırılarak dengelenmesi için ilk adım olacaktır.

Zamanı kontrol eden sokakları, sokakları kontrol eden hayatı kontrol eder...

14 Nisan 2009 Salı

No Minute!

Kriz eğer gerçekten "kriz" olsaydı (mortgage ya da kredilerin şişmesi vb.) elbette ki en başta finans sektörünün krizde olması beklenmeliydi, ancak tam tersine krizden kar çıkaran bir sektör krizin maduru değil müsebbibi olmalıdır. Ya da başka türlü bir değerlendirmeyle, yaşanılan bu durumun kriz değil de organize bir soygun olduğunda kanaat kılınmalıdır. Her halükarda zaman aleyhimize işlemeye devam ediyor ve kaybedecek "bir dakika"mız dahi yok artık... "No minute! Vakit yok!" başlığıyla imzaya açtığı bildirisinde http://www.yedincipaket.com şöyle sesleniyor:

7. Paket

1- Temel gıda maddelerinden ve ilaçtan KDV’nin kaldırılmasını ve bunlara 1 yıl boyunca zam yapılmamasını istiyoruz. Konutlarda elektrik, su, doğalgaz, telefon, internet faturalarına uygulanan tüm vergiler, sabit ücretler ve fon kesintilerinin kaldırılmasını istiyoruz.
2 - Kişilere ait kredi kartı borç faizlerinin silinmesini, kalan borçların 2 yıllık ödeme planıyla takside bağlanmasını istiyoruz.
3 - Asgari ücretin iki katına çıkartılmasını, vergiden muaf tutulmasını istiyoruz.
4 - İşten çıkartmaların yasaklanmasını, çalışma sürelerinin ücret kaybına yol açmaksızın kısaltılmasını istiyoruz.
5 - Bütün işsizlere “işsizlik kartı” verilmesini, bu kart sahiplerine elektrik, su, doğalgaz, telefon, internet faturalarında yüzde 50 indirim yapılmasını ve toplu ulaşımın ücretsiz olmasını istiyoruz. İşsizlik ödeneğinin arttırılmasını ve kapsamının genişletilmesini istiyoruz.
6 - Yoksulluk sınırı altında yaşayan konut kiracılarına nakdi kira desteğinin sağlanmasını istiyoruz. Kentsel dönüşüm uygulamalarının durdurulmasını istiyoruz.
7 - En düşük gelire sahip kesimlerden başlayarak “vatandaşlık geliri” uygulamasına bir an önce geçilmesini istiyoruz.

katılıyoruz...

12 Nisan 2009 Pazar

Lafargue’ın Tembellik Hakkı üzerine…













Vedat Günyol’un tanımlamasıyla “kapitalist düzenin kıyasıya eleştirisi, devrimci yazının başyapıtı, sosyalizmin klasiği niteliğiyle, Komünist Manifesto’dan sonra, tüm Avrupa dillerine en çok çevrilmiş olma onurunu” taşıyan bu saldırı yapıtı, 1880’de Egalité dergisinde bölümler halinde yayınlandıktan sonra 1883’de kitap olarak basılmış. Paris’te günlük çalışma saatinin 10, taşrada ise 11 saat olduğu, 1848’de fabrika ve yapımevleri için toplu çalışma saatinin 12 olarak belirlendiği bir ortamda birilerinin tembellik hakkı’ndan bahsetmesi çok şaşırtıcı olmasa gerek. Ayrıca Günyol’un da belirttiği gibi, Lafargue (1842–1911) bu hak üzerine yazan yegâne düşünür de değil. 1758 tarihli yazısında Rousseau’nun (1712–1778) dile getirdiklerine bir bakın;
Halkın, ekmeğini kazanmak için harcadığı zamandan başka zamanı yoksa, yazık. Ekmeğini sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek. Yoksa, uzun süre kazanamaz olur ekmeğini. Halkın çalışmasını isteyen su adaletli ve iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister. Doğa da halkın aynı zamanda çalışmasını ve dinlenmesini; didinmesini, ayni zamanda da haz duymasını ister. Çalışmaya karsı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır.
Metnin girişi, tembellik’ten ne anlamamız gerektiğine de işaret eder. Lafargue gerçekte insanı insanlıktan çıkaracak denli çok çalışmaya karşıdır, yoksa yan gelip yatmanın ateşli bir savunucusu değildir. O’na göre günde 3 saat çalışmak yeter!

Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların isçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur.
Lafargue öncelikle çalışmanın ekonomistlerin düşünürlerin, din adamlarının ve ahlakçıların kalemiyle nasıl kutsandığını dile getiriyor Tembellik Hakkı’nda. Devamında, Fazla Üretimin Ardından Gelen başlıklı kısımda ise, ‘işçilerin çok çalışıp çok ürettikleri ve sonuçta ürettikleri malları tüketmek zorunda oldukları’ olgusunu kanıtlamaya girişiyor. Aynı zamanda, çalışma saatlerinin azaltılması, ödemelerin ve tatillerin artırılmasının üretkenliği güçlendirdiğini örnekleriyle anlatıyor.

Demek, isçi sınıfı kemerlerini sıkarak, aşırı tüketime yazgılı kentsoyluların göbeğini alabildiğine şişirmiştir.
Kentsoylu sınıfı, can sıkıcı çalışmasının acısını çıkarmak için, işçi sınıfından, yararlı üretime ayrılanlardan çok daha üstün olan işçileri uzaklaştırmış, ayırdıklarını da verimsizliğe, "üretimsizliğe" ve aşırı tüketime mahkûm etmiştir. Ama, bu yararsız insan sürüsü, doymak bilmez açgözlülüğüne karsın, çalışma dogmasının aptallaştırdığı işçilerin, tüketmeyi düşünmeden, tüketebileceklerin bulunabileceğini de akıllarına getirmeden, deliler gibi ürettiklerini tüketemez olmuşlardır.
İşçilerin, kendilerini öldürürcesine çalışma ve yokluk içinde sürünerek yaşama gibi çılgınlığı karşısında, kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil, tüketici bulmak, isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmaktır artık.
Yeni Müziğe Yeni Ses metnin son bölümü… İşçi sınıfına özüne dönmesini salık veriyor Lafargue:

Eğer işçi sınıfı, kendine egemen olan ve özünü alçaltan kusuru söküp atarak o korkunç gücüyle ayaklanır ve bunu kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan "İnsan Hakları”nı, "Yoksulluk Hakkı”ndan başka bir şey olmayan "Çalışma Hakkı"nı istemek için değil de, her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya sevinçten titreye titreye, içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacaktır...
Ey tembellik, uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!
Lafargue’ın bu temel metnini okumanızı şiddetle tavsiye ederim:) Vedat Günyol’un çevirisiyle de öyle güçlü ve öyle çarpıcı ki…

10 Nisan 2009 Cuma

Az Çalışıp Daha Başarılı Olmanın 6 Kuralı!

Scott H. Young, “başarılı olmak için çok çalışmak gerektiği” ezberine karşı çıkıyor makalesinde. Başarıya az çalışarak ulaşmanın kolay olmadığını da ekliyor ve yaratıcı düşünce olmadan daha yararlı, tesirli iş yapma yolları bulmanın zor olduğunu belirtiyor. Öncelikle, çalışma yöntemlerimizin olmaları gerektiği kadar işe yarar olmayabileceği fikrine alıştırmalıyız kendimizi. Sonrasında yeni yöntemler için araştırmalara başlayabiliriz. İşte başlamak için Young’in önerileri:
  1. 80/20 Kuralı: Bu kural temel olarak az girdinin daha fazla çıktıya (ürüne) katkıda bulunacağını söyler ve verimsiz geçen %80’lik zamanı azaltmayı hedefler. Nasıl mı? Örneğin; e-posta zamanınızı azaltın yerine daha büyük projelere zaman ayırın. Önemi olmayan detaylarla uğraşmaktansa ana fikir’lere yoğunlaşın!
  2. Parkinson Kuralı: Bu kural "iş bitene kadar zaman alır" der. Diğer bir deyişle, işi bitirmeye odaklanmak yerine yapılan işe yoğunlaşmak gibi bir yan etki oluşuyor. Kendinize kesin teslim tarihleri belirleyin! Kontrol listeleriyle uğraşmaktansa işi tamamlamak için istek duyun. Mesela küçük bir iş için 90 dakika sonrasına alarm kurun ve 90 dakika sonra o işi bitirin. Devasa işleri küçük parçalara bölün, amaçsızca projenin bütünü ile uğraşmaktansa bu küçük parçaları tamamlamaya odaklanın.
  3. Enerji Yönetimi: Çalışma zamanınızı “tamamıyla rahat olduğunuz” ve “tamamıyla odaklandığınız” dilimlere bölün. Uzun günler boyunca, günde birkaç saatinizi işgal eden projelerden uzak durun ya da masaya tek oturuşta bu projelerden kurtulun. Projeleri öldürün! İhtiyaç duyduğunuzda kendinizi yenilemenizi, tazelenmenizi sağlayacak kaçamaklar yaratın.
  4. Sadece Keskin Araçlar Kullanın :) paslı testere kullanan oduncuyu unutmayın... Çok da iyi olmadığınız, hatta iyi olmaya niyetlenmediğiniz işlerle zamanınızı boşa harcamayın. Bırakın o işi iyi olanlar yapsın! Doğru araç kadar beceri de zaman kazandırır!
  5. Rakamlar: Varsayımlar zamanı insafsızca kullanır. En iyi mücadele yöntemi varsayımları teste tabii tutmak ya da eğer mümkünse onları rakamsal değerlere dönüştürmek. Örneğin iki farklı yöntemi aynı anda kullanın ve hangisinin iyi çalıştığını değerlendirin. Kalorileri saymak yerine rakamları izleyin!
  6. Nitelik Kuralı: Mükemmeliyetçi olmak mı hiç titiz olmamak mı daha iyi? Cevap basit: ekstra girdi (çaba, emek) daha önce benzer durumlarda kazandığınız çıktıdan daha az ürüne yol açtığında çalışmayı bırakın! Aynı iş için farklı günlerde değişik zaman aralıklarını ölçün, test edin: mesela e-posta için 30, 60, 90 dakika ayırdığınız 3 günü kıyaslayın. Aynı zamanda “cila” ve “tamir” için harcadığınız zamanları karşılaştırın. Eğer ‘cila’ya tamirden daha fazla zaman ayırıyorsanız en iyisi işten erken çıkın!

http://www.lifehack.org/articles/productivity/6-rules-to-work-less-and-get-more-accomplished.html

8 Nisan 2009 Çarşamba

Boş Vakit

Avustralya’nın en önemli karikatüristlerinden olan Bruce Petty’nin 1976 tarihinde yaptığı ve Oscar ödülü alan kısa canlandırması Leisure, çalışma ve boş zamanın tarihi üzerine bir deneme. Film, işten artık kalmış (ki eve dönen posamızdır b.g.) boş vaktin kullanımının toplumsal hayatımıza yansıması ve onu biçimlendirmesine değinirken, gündeliğin de onu planlayarak ve kontrol altında tutarak kişisel olanı toplumsal bir biçime dönüştürdüğünü gösterir.

Petty’e göre endüstrileşme ile birlikte boş vakit de artık işimizin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve aynen onun gibi, idamesi belli normlarla (şartlanmalar da diyebiliriz b.g.) sınırlandırılmaya başlamıştır. Tüm bu süreçten ötürü de boş vakit artık eskisinden farklı olarak pasif, edilgen ve yaratıcılıktan uzaktır. Bu noktada Petty şunu sorar: İnsanlar, boş vakit kullanma sanatının inceliklerini unutuyorlar mı?

Hayatın Mekaniği